31 Mart seçimlerinde İstanbul’u kaybettiği halde, seçimin yenilenmesini dayatan AKP, adeta kendi ayağına kurşun sıktı. Yıllar sonra en büyük seçim hezimetini İstanbul’da yaşadı. İki ay öncesinde aradaki oy farkı 13 bin civarındayken, şimdi 800 bini aştı.
31 Mart seçimleri sonrasında “bir dönemin sonu” demiştik. Seçim sonuçlarının AKP için “sonun başlangıcı” niteliği taşıdığını, bunu durdurma çabalarının ise işe yaramayacağını belirtmiştik. İki aylık gelişmeler bile, bunu kanıtladı.
Seçim sonuçlarını değiştirmek için her yolu denediler. Başaramayınca “yeniden seçim” dediler. Önceki yıllarda yaptıkları gibi çeşitli atraksiyonlarla kazanabileceklerini sandılar. Ve bu süre zarfında Öcalan’ı devreye sokmak dahil birçok yola başvurdular. Fakat dönem değişmişti. İç ve dış koşullar farklılaşmıştı. Daha önceki sayılarımızda da ifade ettiğimiz gibi, “akan suyla iki kez yıkanmak” mümkün değildi.
Neler değişti?
Değişimin ana unsuru her zaman iç dinamiklerdir. Bir başka ifadeyle, iç çelişkiler belirleyicidir. Dış koşullar ise, bu değişimi hızlandırır veya yavaşlatır. Elbette etkileyici olur ve kimi zaman içiçe girerek birbirini tetikler. Ama her halükarda değişimin asli faktörünü iç koşullarda aramak gerekir.
Egemenler, bu gerçeği her zaman çarpıtırlar. Dış koşulları öne sürer ve tüm gelişmeleri ona bağlarlar. AKP ise bunu ifrada vardırmıştır. Özellikle seçim dönemlerinde sürekli “dış düşmanlar” yaratmış ve yaşanan tüm olumsuzlukları “dış mihraklar”la açıklamıştır. Şimdi de bunu yapmaktadır. Oysa “dış mihrak” olarak kodladıkları ABD veya AB, AKP’yi AKP yapan emperyalist odaklardır. Bugün bu odaklarla çelişkileri artmışsa, AKP’nin miadını doldurmuş olmasındandır.
Dolayısıyla değişimin başına, kitlelerin artan hoşnutsuzluğunu koymak gerekir. Bunun başında da ekonomik kriz gelmektedir. İşsizlik, cumhuriyet tarihinin en üst rakamlarına tırmanmıştır. Asgari ücret, açlık sınırının altına düşmüştür. Kitlelerin alım gücü öylesine azalmıştır ki, son aylarda gıda tüketiminde bile ciddi bir azalma görülmektedir.
Kriz sadece ekonomiyle de sınırlı değildir. AKP dönemi ahlaki çöküş dönemi olmuştur aynı zamanda. Kadına yönelik şiddetteki tırmanış, çocuk istismarındaki artış bunların sonuçlarıdır. Eğitimden sağlığa hemen her alanda büyük bir yıkım sözkonusudur. Dahası bu koşulların düzeleceğine dair en küçük bir emare, bir umut da yoktur.
AKP, uzunca bir süredir baskı ve şiddetle yönetmeyi sürdürmeye kalktı. Esasında Gezi direnişinden bu yana kitle desteğini adım adım kaybettiği halde, seçim hileleriyle işbaşında kalmaya devam etti. Ama gerçekte kaybettiğini kendisi de, düzen muhalefeti de biliyordu. Keza arkasını dayadığı emperyalist odaklar da bu durumun farkındaydılar. Buna karşın AKP’nin “uzatmaları oynaması”na göz yumdular. Çıkarları doğrultusunda kullandılar da.
Ancak bunun da bir süresi vardı. Nitekim onun sonuna gelindi. Çünkü kitleleri sadece zor yoluyla uzun süre yönetebilmek mümkün değildir. Kitle desteğini yitiren, onun rızasını alamayan yönetimler devrilmeye mahkumdur. AKP de kitleleri yönetme kabiliyetini son yıllarda iyice yitirmişti. Esasında çok fazla bile kaldı. Cumhuriyet tarihinde, kuruluş dönemi dışında en uzun süre işbaşında kalan parti oldu. Bunu da bölgemizde süren emperyalist savaş konjonktüründe başarabildi.
AKP’nin işbaşına geldiği dönem, ABD’nin Irak işgaliyle “Büyük Ortadoğu Projesi”ni hayata geçirmeye çalıştığı dönemdir. ABD; Irak’tan Afganistan’a, Libya’dan Suriye’ye kadar, bölgedeki her girişiminde AKP’yi kullanmıştır. Suriye savaşı ise, neredeyse tamamen Türkiye üzerinden yürütülmüştür. Ve bunun her tür yükü Türkiye halklarına yıkılmıştır. Milyonlarca sığınmacı, cihatçı terör örgütleri ile karşı karşıya kalan halk olmuştur.
Bir yanda içeride artan yoksulluk, işsizlik, ahlaki çöküntü; diğer yanda tüm komşularla kavgacı, savaş kışkırtıcı dış politika ve bunun halklara yansıyan yönleri, AKP’nin kitle desteğini iyiden iyiye eritmiştir.
Seçim sonuçları,
halkın artan öfkesinin göstergesidir
Gerek 31 Mart, gerekse de 23 Haziran seçiminin sonuçları, halkın AKP-MHP blokuna karşı artan öfkesini ortaya koymuştur.
Devletin tüm imkanlarının seferber edildiği, her tür yalan ve demagojiye başvurulduğu, baskı ve tehdidin eksik olmadığı koşullarda böyle bir sonucun ortaya çıkması, kitlelerin tepkisinin ne denli büyüdüğünü göstermektedir.
Bu, ne İmamoğlu’nun kişisel başarısı, ne de CHP ve “millet ittifakı”nın “doğru seçim stratejisi”nin sonucudur. Böyle gösterenler, hem kitlelerin öfkesini ve gücünü gözardı etmekte, hem de düzen muhalefetinin bugüne dek yaptıklarını unutturmak istemektedirler.
Oysa 7 Haziran 2014 seçimlerinden itibaren AKP her seçimde kaybediyordu. Ama her defasında çeşitli hilelerle kazanmış görünüyor, muhalefet de bunu kabulleniyordu. Öyle ki, anayasa referandumunda Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” veciz sözüyle hırsızlığını açıkça ilan etmesine rağmen, muhalefet yine boyun eğdi. Seçim hileleri ayyuka çıktığı ve her seçim öncesinde yapılan yasa değişiklikleri ile her şey AKP’nin işine yarayacak şekilde düzenlendiği halde, sadece şikayet etmekle yetindiler.
Bu durum artık gına getirdi. Halk hem seçim yorgunu oldu, hem de muhalefetten ve seçimlerden umudunu kesmeye başladı. Elbette bu, düzen açısından tehlikeli bir gidişe işaret ediyordu. Düzenden hiçbir beklentisi kalmayan kitlelerin isyan etmesinden korkuluyordu. Sadece AKP-MHP blokundan değil, her tür düzen partisinden kopuş, sistem açısından büyük bir tehdit içeriyordu çünkü. Bu durumu daha fazla sürdürmelerine imkan kalmamıştı.
Muhalefet partileri ve adaylar da ona göre hazırlandı. Son seçimlerde CHP ve diğer muhalefet partilerinde görülen değişiklik, bunun bir sonucudur. İlk kez CHP tüm kadroları ile çalışmış, avukatlar başta olmak üzere her kesimle ittifak halinde seçimlere yüklenmiştir. Ve tabi ki, bunun sonuçları da alınmıştır. Esasında bu tablo, daha önceki seçimleri neden kaybettiğinin de göstergesidir.
Elbette sonucu belirleyen seçim değil; yaşanan çok yönlü kriz, bu duruma kitlelerin artan öfkesi ve artık AKP’nin yönetemez hale gelmesidir. Sistem açısından tehlike çanlarının çaldığı noktada, böyle bir “nefes borusu”na ihtiyaç duyulmuştur. CHP’nin eskisinden farklı tutumu da, İmamoğlu’nun “hakkını arayışı” da bununla bağlantılıdır. Yoksa sorun, Muharrem İnce’nin “gevşekliği”, hatta “içkiciliği”, İmamoğlu’nun ısrarcılığı vb. değildir. Her dönem kendi “kahramanını” yaratır. Her döneme uygun politikacı tipi ortaya çıkar. Unutmayalım, bugün İmamoğlu için dizilen methiyeler, 20 yıl önce Erdoğan için yapılmıştı.
Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı eserinde, bir halkın çaresizlik içinde sürüklendiği ve bir şeylere sarılmak istediği dönemlerde “sahte peygamberler”in türediğini ve bu koşulların ona zemin yarattığını söyler. Burjuvazi de kendi yarattığı yoksulluk ve çaresizliği “sahte kahramanlar” yaratarak, halkın öfkesinden kurtulmaya kalkar. Bugün de yapılan budur.
Yeni bir siyasal dönem başlıyor
31 Mart seçimleri, AKP-MHP blokuna önemli bir darbe vurmuş ve bir dönemin sonuna gelindiğini duyurmuştu. 23 Haziran seçimleri ise, bu gerçeği teyit etmekle kalmadı, artık yeni bir siyasal döneme girildiğini ilan etti.
Henüz İmamoğlu seçim zaferini duyurmadan, Binali Yıldırım’ın yenilgiyi kabul eden açıklaması, Erdoğan’ın ortadan kaybolması, bu yeni dönemin ilk işaretleriydi. Ne Anadolu Ajansı’nın şaibeli seçim sonucu bildirimleri, ne YSK’nın tutarsız açıklamaları, hiçbiri yoktu.
Ve daha seçim sonuçları duyurulmadan, “erken seçim” tartışmaları başlamıştı bile. Daha önce CHP’nin hatalarını sayıp döken ve ona akıl veren “ekran uzmanları” şimdi AKP’nin hatalarını sıralıyor ve ona akıl veriyordu. Bir anda roller, konumlar değişmişti!
Elbette bu “bir an”lık değişim değildi. Halk açısından yılların birikimiydi. Burjuva gazeteciler ve akademisyenler açısından ise, rollerinin bir gereğiydi. AKP’ye eleştiri salvosunun artarak devam edeceği bir döneme girildi artık. AKP içinde de kimi değişikliklerin gündeme geleceği kesin.
Ancak ne Erdoğan’ın üslup değiştirmesi, ne kimi bakanları görevden alması, AKP’ye dönük öfkeyi yatıştırabilir ve geriye gidişi durdurabilir. Erken seçim kaçınılmaz olacaktır. Ve “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adını verdikleri bu ucube sisteme son verilecektir. Zaten bu sistem oturmamış ve tutmamıştır. Önümüzdeki dönem yeni bir anayasa tartışması başlayacak, yeniden “parlamenter sistem”e dönüş hazırlığı yapılacaktır.
AKP’nin ne idüğü belirsiz sistemi karşısında “parlamenter sistem” bir kurtuluşmuş gibi sunulmaya başladı. Burjuvazinin iktidarda olduğu hiçbir sistem, halkın sorunlarını çözemez ve ona umut ettiği “güzel günler”i sunamaz. “Gündüzleri sömürülmeyen / Geceleri aç yatılmayan / Ekmek ve hürriyet günleri” ancak işçi ve emekçilerin iktidarıyla, yani devrimle gelecektir. Boş hayallere kapılmamak ve halkı bu yönde uyarmak, bu dönemin en önemli görevidir.
Erdoğan, 23 Haziran’da halkın muhalefete bir “Osmanlı tokadı” atmasını istemişti. Ancak halkın şiddetli tokadıyla sarsılan kendisi oldu.
Halkın bir yumruk olup sistemin tümüne vurmasıyla, halk demokrasisine ve özgürlüğe ulaşılacaktır. İşte o zaman “sahte peygamber” dönemi sona erecek, halkın içinden çıkan gerçek kahramanlar olacaktır.