Çorlu’da yaşanan tren kazasında ilk duruşmada ailelere saldırı gerçekleştirildi; Aladağ’daki yurt yangını üzerine açılan davada karar açıklandı; Ankara’da yaşanan tren kazasında ise bilirkişi raporu çıktı.
Üstüste gelen bu üç mahkeme, bir gerçeği bir kere daha yüzümüze çarptı: İnsan hayatının hiç değeri yok ve bu düzenin mahkemeleri, bu katliam düzenini yargılamıyor!
Herbiri bir katliam
Çorlu’da 8 Temmuz 2018 tarihinde bir tren kazası meydana gelmiş ve 25 kişi hayatını kaybetmişti. Kazanın sorumlusu olarak öncelikle “yağmur” suçlandı. O gün fazla yağmıştı ve menfez ile rayların arasındaki toprağın akmasına, rayların altının boşalmasına neden olmuştu. Diğer sorumlular ise TCDD çalışanlarıydı. Dört TCDD personeli, “görevlerini ihmal ederek”, “taksirli ölüme ve yaralanmalara” neden olmuşlardı; mahkemede yargılanıyorlardı.
Her zamanki gibi suç birilerinin üzerine atılmış, “sorumlular” bulunmuştu. Onlar yargılanacak, cezalarını alacak, sistem ise işlemeye devam edecekti.
Oysa gerçek sorumlu devletti. Özelleştirme politikaları sonucunda demiryollarında güvenlik ve denetim azaltılmış, alınması gereken önlemler alınmamış, personelin çalışma koşulları ve süreleri ağırlaştırılmış; böylece “kaza” adı verilen katliam göz göre göre gelmişti. Yani asıl sorumlular Ulaştırma Bakanlığı başta olmak üzere, özelleştirme kararlarının arkasında bulunan, demiryollarını sermayeye peşkeş çekecek tüm yasalara imza atan, Cumhurbaşkanı’na kadar uzanan hükümet görevlileriydi.
Ankara’da 13 Aralık 2018’de meydana gelen ve 9 kişinin hayatını kaybettiği tren kazası için de aynı koşullar sözkonusuydu. Soruşturmada görevlendirilen bilirkişilerin hazırladığı rapora göre; “kaza” adı verilen katliamın temel sebebi, yolun imalatının vaktinde bitmeden, proje tamamlanmadan ve gerekli zaman tanınmadan trenin işletmeye açılmasıydı. Bilirkişi raporu, devletin sorumluluğunu doğrudan ortaya koyuyor. Kazanın basitçe “makinist hatası” değil, özelleştirme politikalarının sonucu olduğunu gösteriyor. Ancak mahkemenin bu raporu ne kadar dikkate alacağı belirsiz.
Bir diğer katliam ise Adana’nın Aladağ ilçesindeki kız öğrenci yurdunda 29 Kasım 2016 tarihinde çıkan yangında yaşanmıştı. Yangında 10’u öğrenci toplam 12 kişi hayatını kaybetmişti. Bu da doğrudan devletin sorumluluğu altında olan bir katliamdı.
Köylerdeki ilkokulları ve ortaokulları kapatan devlet, köy çocuklarına iki seçenek sunuyordu: “Okumamak” ya da “ilçedeki okulda okumak için ailesinden ayrılarak yurtta kalmak”. Başlangıçta devlet yurtlarına bırakıldı bu çocuklar. Sonrasında devlet yurtları çeşitli bahanelerle peşpeşe kapatıldı; ilçe milli eğitim müdürlükleri, ailelere tarikat yurtlarını adres gösterdi. Çocuğunu okutmak isteyen aileler, bu tarikat yurtlarına mahkum edildiler. Yurtlar denetimsiz, kuralsız, sağlıksız ve yetersizdi. Bir yangın, 10 kız çocuğunun canını aldı.
Sonrasında katledilen kız çocuklarının yoksul ve çaresiz ailelerini satın almak için çok çaba harcadılar. Ancak aileler dik durdu. Onların ısrarlı çabaları sonucunda, 4 Temmuz günü karar aşamasına gelen mahkemede, yurt yetkilileri ile birlikte ilçe milli eğitim müdürlüğünün eski görevlilerine de, sınırlı cezalar verildi. Oysa bu yeterli değildi. Eğitimi tarikatlara teslim eden hükümet asıl sorumluydu.
Sistemin bekasını koruyan mahkemeler
Katliamlar açık, sorumlular bellidir. Yaşanan katliamların sebebi, sermayenin kar hırsı ve sermayenin çıkarları doğrultusunda devletin aldığı kararlardır. Özelleştirme politikaları da bunun bir parçasıdır, bitmeyen yolların, köprülerin, havaalanlarının açılması da, denetimsiz iş yapılması da, işçilerin çalışma koşullarının ağırlaştırılması da, eğitimin tarikatlara terk edilmesi de…
Bütün bunlar, katliamları hazırlayan koşulların devletin bilinçli olarak attığı adımlarla gerçekleştiğini göstermektedir.
Benzer durumları daha önce Soma’da madenci katliamında, Torunlar İnşaat’ta ve sayısız işçi cinayetinde görmüştük. Herbirinde, birinci dereceden sorumluluk devletin yasa ve uygulamalarındaydı.
Devletin rolü, katliamlar sonrasında yaşanan mahkeme süreçlerinde de açıkça görülmektedir. Çorlu tren katliamında ailelerin Anayasa Mahkemesi önünde biber gazlı saldırıya uğraması çarpıcıdır. Yine Çorlu’da, ilk mahkemede ailelere açıkça yıldırma politikası uygulanması, mahkeme heyetinin sudan sebeplerle davadan çekilerek süreci uzatmaya çalışması, devletin bilinçli politikasıdır.
Devletin sorumluluğunda yaşanan bütün katliamların-cinayetlerin mahkeme süreçlerinde, devlet aynı yöntemi kullanmaktadır. Katliamın hesabını soran aile ve yakınlarının yıldırılması, bunun için gerekirse şiddet uygulanması; en alt düzeyde birkaç yetkilinin üzerine suç atılarak asıl sorumluların gözlerden gizlenmesi; mahkeme süreçlerinin uzatılarak gündemden düşürülmesi; bu arada baştan suçlanan alt düzey yetkililerin bazılarının da tahliye edilmesi…
Bugün Çorlu’da, Aladağ’da, Ankara’da aynı yöntemi devreye sokmuş durumdalar. Hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, hangi taktik izlenirse izlensin, hangi demagoji devreye sokulursa sokulsun, yaşanan katliamların gerçek sorumlusu devlettir, hükümettir. Ve gerçek sorumlular cezasını buluncaya kadar mücadele sürecektir.