Haziran ayı sonlarından itibaren Libya’dan gelen, Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren haberler artmaya başladı.
Önce Trablus’u ele geçirmeye çalışan General Hafter’in birliklerinin Türkiye’ye ait bir İHA’yı (İnsansız Hava Aracı) düşürdüğü duyuldu. Ardından Hafter’in 6 Türk’ü “alıkoyduğu” haberleri geldi. Ve bu 6 Türk’ün “denizci” olduğu öğrenildi. Erdoğan ve Savunma Bakanı Hulusi Akar başta olmak üzere devletin çeşitli kademelerinden, 6 Türk denizcinin serbest bırakılmamasının askeri karşılığının olacağı (Türkiye’nin Libya’yı işgali de ima edilerek) açıklamalar yapıldı.
Bu arada Putin, İdlib’deki cihatçıların Libya’ya kaydırıldığını açıkladı. Derken 3 ve 4 Temmuz günleri Yeni Şafak gazetesinde çıkan yazılarda, Türkiye’nin Libya’daki Trablus Hükümeti’ne “fiili destek” gönderdiği itiraf edildi.
Çıkan habere göre, General Hafter’in Trablus’u işgal etmek üzere askeri harekat başlatmasının ardından, Trablus Hükümeti adına bir heyet Türkiye’ye gelmiş, “Sizden başka gidecek kapımız yok” diyerek Erdoğan’dan destek istemişti. Bunun üzerine AKP Hükümeti Libya’ya askeri birlik göndermiş, ayrıca İdlib’deki cihatçıları da bölgeye kaydırmaya başlamıştı. Böylesine bir destek, savaşın seyrini de değiştirmişti. Karşısında beklemediği bir direnç bulan General Hafter, bunun sorumlusunun Türkiye olduğunu açıkladı. Ve 29 Haziran günü yaptığı bir açıklama ile, Türkiye’den Libya’ya gidecek olan uçak ve gemileri “düşman” ilan etti.
Suriye’de aradığını bulamayan, işgal planları Rusya’nın engellemelerine takılan AKP Hükümeti, kimsenin haberi olmadan Libya savaşına dahil olmuştu.
Parçalanmış bir ülke: Libya
2011 yılında Arap halklarının başlattığı ayaklanmalar, emperyalistlerin Libya’ya saldırma bahanesi haline getirilmişti. ABD ve Fransa başta olmak üzere Batılı emperyalistler, Libya devlet başkanı Muammer Kaddafi’ye karşı aşiretleri silahlandırıp çatıştırdılar.
Şubat ayında başlayan muhalif gösteriler, 22 Ağustos 2011’de NATO destekli bir işgal-darbeye dönüştü. Erdoğan önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diye bir çıkış yapmıştı; aradan 24 saat geçmeden bu sözünü yutup İzmir’i Libya’ya NATO müdahalesinin ana karargahına dönüştürdü.
Kaddafi, göstericilerin arkasındaki açık ABD ve NATO desteğine karşı direneceğini her fırsatta ilan etti, son ana kadar da buna uygun davrandı. 20 Ekim günü yakalandı, linç edilerek öldürüldü. Başlayan iç savaş, Kaddafi’nin devrilmesiyle yeni bir evreye geçti.
Kaddafi 42 yıllık diktatörlüğü süresince, aşiretler arasında kimi zaman korkuya, kimi zaman uzlaşmaya dayalı bir denge kurmuş, petrol gelirlerinden pay dağıtarak onları memnun etmiş; hegemonyasını bunun üzerinden korumuştu. Kaddafi’nin katledilmesi, bu dengeyi bozdu. İç savaş, hem emperyalistler tarafından birbirine düşürülen aşiretler arasında, hem de dışarıdan taşınan cihatçı birlikler arasında kıyasıya yaşanmaya başladı. Libya, devlet niteliğini kaybetti; her aşiret ya da cihatçı grubun kendi iktidar alanını ilan ettiği ve savaştığı bir vahşet tablosu ortaya çıktı. El Kaideciler, IŞİD’çiler, İhvancılar, Selefiler, aşiretler, çeteler ve savaş ağaları, Libya’yı paramparça etti.
Batılı emperyalist ülkeler ise, bu düzensizlik içinde kendi düzenlerini kurarak petrol kaynaklarını yağmalamaya giriştiler.
2012 yılında kurucu meclis niteliğinde Milli Genel Kongre (MGK) oluşturuldu. MGK içinde iki blok kurulmuş; milliyetçiler, laikler ve liberaller karşısında, İhvancılar ile Selefilerin başını çektiği İslamcı blok önemli bir güç oluşturmuştu. Haziran 2014’te yapılan seçimlerde İslamcı blok hezimete uğradı. İslamcıların genel karakteri olan “seçimle gelmek ama seçimle gitmemek” burada da devreye girdi. Seçimlere katılımın yüzde 18’de kalmasını bahane eden İslamcı blok yeni meclisi tanımadı.
Bu durumda ülke içinde iki parlamento ve iki hükümet ortaya çıktı. Bir tarafta İslamcı blokun sürdürme kararı aldığı MGK ile birlikte Milli Kurtuluş Hükümeti, Trablus’ta hegemonyasını ilan etti. Diğer tarafta seçimi kazanan kesim Tobruk’ta (Trablus’ta kalmalarına İslamcılar izin vermediği için kendi başkentlerini Tobruk’a taşıdılar) Temsilciler Meclisi’ni kurdu. Ancak bu bölünme de, ülkenin iç karışıklıklarını bitiren bir düzene yolaçmadı. Batılı emperyalistler ve Körfez sermayesi, sürekli ve her aşamada müdahale etmeye devam ettiler.
Aralık 2015’te Fas’ta yapılan Libya Siyasi Anlaşması, Libya’nın birleştirilmesi için bir dönüm noktası olarak planlanmıştı. Bu toplantıda Trablus’taki Milli Kurtuluş Hükümeti’nin yerini Milli Mutabakat Hükümeti aldı. Ancak Tobruk kanadı, kendi hükümetini feshetmeye yanaşmadı, ikili yönetim sona ermedi.
Kimin eli kimin cebinde
2017 yılına gelindiğinde Libya’da 3 hükümet vardı. Abdullah Sini yönetiminde olan ama General Hafter’in belirleyici olduğu Tobruk Hükümeti, Fayiz Serrac yönetimindeki Trablus Hükümeti, Misrata ve çevresinde ayrı bir hükümet. Ayrıca Derne kentinde de IŞİD’çi çeteler kendi yönetimlerini ilan etmişlerdi. Keza güney kentlerinde aşiretler kendi küçük yerel iktidarlarını kurmuşlardı.
Libya’da 2011 yılından bu yana yaşanan çatışmalarda, emperyalist ülkeler bu “iktidarlar” odaklarına çeşitli biçimlerde taraf oldular. Savaşın dengeleri içinde bazı emperyalistlerin kimi zaman bir tarafı desteklediği, kimi zaman bütün taraflara silah satarak sonuçta kazananın yanında yer aldığı karmaşık bir ittifak ve işbirliği ilişkisi kuruldu. Kabaca bir tasnif yapmak gerekirse:
Trablus’taki Ulusal Mutabakat Hükümeti, Katar ve Türkiye’nin doğrudan desteğini aldı. Asıl olarak İhvancıların-Müslüman Kardeşler’in etkisinde olan Trablus hükümeti, Libya’nın şeriatçı-cihatçı bloğunu temsil ediyor.
Tobruk’ta bulunan Ulusal Libya Ordusu ve General Hafter ise Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tam desteğini aldı. Fransa da açıkça Hafter’in yanında yer aldı. Rusya ise, son dönemde şiddetlenen savaşa silah, asker, uçak vb. göndererek safını belirlemiş oldu.
Bunlar safı daha net olan ülkeler. BM’nin ve ABD’nin konumlanışı ise daha karmaşık. BM ve Batılı emperyalistler resmi olarak Tobruk Hükümeti’ni tanıyor. Ancak ülkenin petrol ihracatı Trablus üzerinden gerçekleştirildiği için bu hükümetle de ilişkileri var. Keza Hafter’in Trablus’a dönük saldırı ve kuşatması başladığında, bunu kınayan açıklamalar yaptılar. Diğer taraftan Trablus’u işgal etmeye çalışan General Hafter, CIA ile ilişkisi olan, ABD’de yaşayan, 2011 yılında Kaddafi’nin devrilmesi gündeme gelince Libya’ya dönen bir subay. Zaten son günlerde ABD’den “cihatçı terörizme karşı mücadele eden Hafter”e destek belirten açıklamalar da geldi.
Yani gerçekte, ABD ve AB ülkeleri, savaşta tüm kesimlerle ilişkisini koruyan, kim öne çıkarsa onun yanında yer alan bir tutum içindeler. Üstelik Libya topraklarında ABD’li, İtalyan ve Fransız askerler savaşa yön vermek için pervasızca hareket ediyorlar.
Libya’nın 2011’deki işgali öncesinde, Rusya ve Çin’in Kaddafi ile ilişkileri çok güçlüydü. Zaten işgalin asıl sebebi de, Libya’nın bu ilişkileriydi. O dönem yapılan pazarlıklar içinde Rusya ve Çin bu işgale karşı net bir tutum almadılar; Kaddafi’yi korumadılar. Sonrasında uzun bir dönem, Libya’daki çatışmaların etkin bir tarafı olmadılar. Ancak son dönemde Rusya giderek artan bir biçimde Hafter’e askeri destek vermeye başladı. Top, tank, askeri istihbarat desteğiyle, Hafter’in başarısında önemli bir rol oynadı.
Petrol ve hegemonya savaşı
Libya 46,4 milyar varil petrol rezervleriyle dünyanın 10. büyük petrol üreticisi. AB ülkelerinin petrol ithalatının yüzde 11’i, Kaddafi döneminde Libya’dan karşılanıyordu. Kaddafi döneminde petrol gelirleri aşiretler arasında dengeli biçimde pay edildiği için, Kaddafi ülkeyi sorunsuz biçimde birleştirebiliyor ve yönetebiliyordu.
Çok parçalı Libya’da ise, petrol yataklarının önemli bir kısmı güneyde yerel kontroller sağlayan cihatçı aşiretlerin elinde kaldı; petrol ihracatı Trablus üzerinden yürütüldü.
Hafter’in harekatı, söylemde “ülkedeki İslamcı güçlere karşı” savaşmak ve “Libya’yı birleştirmek” olarak ifade edilmekle birlikte, gerçekte bu petrol yataklarına ve ihraç güzergahına hakim olmak üzere başlatıldı.
Hafter, 2018’de Bingazi ve çevre kentlerde kontrolü ele geçirdi. Ocak 2019’dan itibaren petrol yataklarının bulunduğu güney kentlerine yürüdü, bu bölgelerdeki aşiretleri kendisine bağladı. Petrol yataklarını ele geçirmesi, petrol ticaretine köprü olan Trablus hükümetine önemli bir darbe olmuştu.
Ardından Suudi Arabistan ve Fransa ile görüşen Hafter, 4 Nisan’da da Trablus’u ele geçirme savaşını başlattı. Rusya’nın da önemli bir askeri destek verdiği harekat, başlangıçta hızla ilerlerken, Haziran ayının sonunda, Trablus’a çok yakın bir noktada yenilgi aldı. General Hafter, bu durumdan doğrudan Türkiye’yi sorumlu tuttu ve hedefe çaktı.
AKP, Libya’yı da karıştırıyor
Erdoğan NATO bombardımanı başladığı andan itibaren, Libya’daki savaşın içinde taraf oldu. İslamcı çetelerin hamisi kesildi. Başlangıçta Tobruk Hükümeti’ne yanaşsa da, sonrasında hızla yön değiştirdi; Trablus Hükümeti içindeki Müslüman Kardeşler’e açık destek verdi. Trablus Devrimciler Tugayı gibi cihatçı çetelere askeri eğitim ve sağlık hizmeti verdi. El Kaideciler’i himayesi altına aldı.
BM ambargosuna rağmen Libya’ya silah sevkiyatı yapıyor olması, Libya’daki diğer güçler için hep ciddi bir sorun oldu. 2013’ten 2018 yılına kadar, Türkiye’den Libya’ya giden pek çok geminin silah yüklü olduğu tespit edildi. Derne’deki cihatçılara ya da Trablus’a giden bu gemiler, büyük tepki topladı. BM’nin denetleme komitesi, Türkiye’nin Libya’ya silah sevkiyatını, 5 Eylül 2018’de yazdığı raporda resmileştirdi.
Hafter’in güneydeki petrol bölgelerini ve Trablus’u ele geçirme harekatı, Türkiye’nin savaşa doğrudan müdahil olmasını getirdi. Bir yanıyla İdlib’den cihatçı çetelerin Libya’ya taşınması, diğer taraftan İHA gibi gelişkin askeri malzemenin gönderilmesi, savaşın seyrini değiştirmeyi hedefliyordu. Dahası, başka ülkelere askeri birlik gönderilmesi için meclis onayı gerekirken, yasadışı biçimde, meclis izni olmadan özel birlik gönderdiği ortaya çıktı. Erdoğan Trablus Hükümeti’ne olan bu büyük desteği sözlü olarak da ifade etmekten çekinmedi. Zaten Trablus Hükümeti’nin başkanı olan Serrac ve diğer yetkililerin ayağı hiç Türkiye’den kesilmedi.
Ancak tüm bu tutumlar, hem Hafter’in hem de onun arkasında bulunan emperyalistlerin tepkisini çekti. Libya’da siyasi çözüm hedefleyen platformlarda Türkiye’nin ağırlığı giderek azaltıldı. Son olarak 12-13 Kasım’da İtalya’nın Palermo kentinde toplanan Libya Konferansı’nda, Hafter açıkça “İslamcılar ve finansörleriyle (Türkiye-Katar) aynı masaya oturmam” dedi. Bunun üzerine Türkiye’nin dışlandığı, Hafter’in katıldığı bir toplantı organize edildi.
Trablus harekatının başlamasının ardından Türkiye’nin desteğinin Hafter’e zarar veren düzeye ulaştığı noktada ise, Hafter açıkça Türkiye uçak ve gemilerini “düşman” ilan etti, yakaladıkları Türk vatandaşlarını tutuklayacaklarını, Türk şirketlerini hedef alacaklarını söyledi.
Tıpkı Suriye savaşı gibi, Libya’da da Erdoğan yanlış politikalar izliyor ve kaybedeceği belli olan bir savaşa, büyük umutlarla koşuyor. Erdoğan bunu yaparken, birden fazla hedef gözetiyor.
Öncelikle, giderek daha fazla sıkıştığı iç politik gündemi değiştirmek, “ulusal çıkarlar” bahanesiyle savaş çığırtkanlığı içinde, yaşadığı seçim yenilgisini unutturmak istiyor.
İkincisi, Suriye savaşına büyük hedefler gözeterek girmişti. Ancak savaşın gelinen aşamasında ya Suriye-Rusya ile savaşmak ya da işgalci olduğu İdlib başta olmak üzere Suriye topraklarından çekilmek ile karşı karşıya kaldı. 8 yıllık Suriye savaşında, somut bir kazanım elde etmek bir yana, yanlış politikalarının teşhir olduğu bir yenilgi yaşadı. Şimdi Libya’da yeni bir savaşın içinde yeni hedefler belirlemek istiyor, yeni işgal politikalarına hevesleniyor.
Üçüncüsü, AKP’nin siyasal ortağı olan Müslüman Kardeşler son aylarda üst üste darbeler aldılar. Son olarak Sudan diktatörünün devrilmesi ve Mısır’da Mursi’nin mahkemede ölmesi, Müslüman Kardeşler için büyük bir yenilgi oldu. Bu koşullarda, Libya’daki İslamcılara sahip çıkmak, Trablus’ta bir yenilginin yaşanmasını engellemek istiyor.
Dördüncüsü, Libya petrollerinden pay almayı hedefliyor.
Beşincisi, Libya Akdeniz’de son dönemde hız kazanmış olan hidrokarbon savaşlarının dışında kalıyor. Oysa İsrail, Körfez ülkeleri, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB ülkeleri ve ABD, ittifak içinde Doğu Akdeniz sahasını parsellemiş ve hidrokarbon arama çalışmalarına başlamış durumda. Yunanistan buna bir hamle daha ekledi, Girit Adası’nın güneyindeki bölgede de hidrokarbon çalışması başlattı. Bu bölge, Libya’nın da hak iddia edeceği bir bölge aslında; ancak içte yaşanan karışıklıklar ve iç iktidar mücadelesi, Libya’nın denizlerle ilgilenmesini engelliyor. Türkiye Libya üzerinde güçlenerek, Libya’nın deniz sahası üzerinde de hak sahibi olmaya çalışıyor. Böylece Akdeniz’de dışlanmış olduğu hidrokarbon faaliyetinden pay koparmaya uğraşıyor.
Bunlar hedefler. Ancak Erdoğan ve onu destekleyen burjuva klikler yanlış hesap yapıyorlar. İşgalci bir yaklaşımla yapılan bu hesaplar, bölgenin dinamiklerine çarparak paramparça olmaya mahkum. Tıpkı Suriye’deki gibi…
* * *
Kaddafi elbette ki bir diktatördü; halkın üzerinde baskı kurarak ve sömürerek yönetti. Ancak Libya halkı, her şeye rağmen bugünle karşılaştırılamayacak kadar önemli haklar kazanmıştı. En başta, Kaddafi’nin yönetime geldiği dönemin ruhuna uygun olarak “sosyalizm” söylemlerinin öne çıktığı, laik ve halkçı bir yönetim sözkonusuydu. Ve ülkenin petrol gelirleri ile halkın refah düzeyi artırılıyordu. Mesela “zorunlu ihtiyaç” kapsamında, konutların elektrik, su ve doğalgazı ücretsizdi. Ülkede vergi sistemi yoktu. Eğitim ücretsizdi; yurtdışında okumak isteyen öğrencilere ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde karşılıksız burs veriliyordu.
Kaddafi’nin linç edildiği Ekim 2011’den bu yana ise, yaşanan iç savaşlarda binlerce insanın öldüğü tahmin ediliyor, ancak gerçek sayı tespit edilemiyor. Kamu hizmetleri çökmüş durumda. Temiz suya ulaşmak ciddi bir sorun. 6 milyonluk nüfusun elinde 20 milyon silah bulunuyor. Ülke Fransız, İtalyan, ABD’li kontra askerlerin ve dünyanın dört bir yanından gelmiş cihatçıların istilası altında. Ülkenin ekonomisi çökmüş durumda. Cihatçıların hakimiyeti, ülkenin önemli bir bölümünde halkı şeriatçı yaşama mahkum etmiş; güneyde ise yeniden ilkel aşiret düzeni hüküm sürüyor.
Libya, Arap ayaklanmaları döneminde emperyalistler tarafından karıştırılan, emperyalist politikalar doğrultusunda yerle bir edilmiş, halkı büyük acılara mahkum edilmiş bir ülke. Ve bugün AKP’nin Türkiye’yi burada bir savaşa sokma çabası, bu acılar üzerinden çıkar elde etmekten başka bir amaç taşımıyor.