Yerel seçimlerin ardından SİSTEM TARTIŞMALARI

Türkiye’de rejim değişikliği, son yılların en çok tartışılan konusu oldu. Önce cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi; ardından “partili cumhurbaşkanı” ve “cumhurbaşkanı hükümet sistemi” adı verilen, gerçekte bir “sistem” de olmayan, onun için “tek adam rejimi” olarak kodlanan gelişmelerle, eski rejim yıkıldı; fakat yerine yenisinin de konulamadığı kaotik bir ortam oluştu.

Geçtiğimiz yıl AKP, MHP’nin de desteğini arkasına alarak “parlamenter sistem”e son vermiş ve kendi sistemine geçiş yapmıştı. Üzerinden daha bir yıl geçmeden sistem tartışmaları yeniden başladı. Özellikle 23 Haziran seçimlerinin ardından muhalefet, “tarafsız cumhurbaşkanlığı” ve “eskisinden daha güçlü bir parlamenter sistem” talebini daha sık ve güçlü biçimde ifade etmeye başladı. Kılıçdaroğlu, 23 Haziran sonrası yaptığı ilk konuşmada, yeniden referandum çağrısı yaptı.

CHP’nin başını çektiği, İYİ Parti, Saadet Partisi ve HDP’nin de dahil olduğu geniş bir kesim tarafından “parlamenter sisteme dönülmesi” her fırsatta dillendiriliyor. Aynı zamanda “yeni bir anayasa” hazırlığı yapılıyor.

Bu koroya AKP’den kopan Gül-Babacan ekibi de eklenmiş durumda. Geçmişte AKP’nin önde gelen hukukçusu Osman Can’a iki anayasa taslağı hazırlattıkları; biri Fransa’nın “yarı başkanlık” sistemine yakın, diğeri “parlamenter sistem” olmak üzere iki taslağın kamuoyuna sunulacağı ve hangisi kabul görürse ona uygun davranacakları duyuruldu.

Önümüzdeki dönemin sistem ve anayasa tartışmasının hızlanacağı ve sonuçlarıyla karşılaşacağımız bir dönem olacağı belli olmuştur.

 

AKP’deki çırpınışlar

Seçim yenilgisi ve ardından başlayan sistem tartışmaları, AKP’nin içini iyice karıştırdı. Bir süredir Davutoğlu, Gül ve Babacan’ın seçimlerin sonucuna göre harekete geçeceği söyleniyordu. Davutoğlu seçim öncesi çeşitli yerlerde görünerek, muhalefetini açıkça ortaya koymuştu. Seçimlerden sonra Gül-Babacan ekibi ile Davutoğlu’nun ayrı çalışma yürüttükleri ortaya çıktı. Davutoğlu, Suriye politikası başta olmak üzere birçok yönden daha yıpranmış olduğundan ona karşı mesafe konmuştu.

Babacan’ın Erdoğan’la görüşerek partiden ayrılacağını açıklaması, ardından istifasını vermesi, AKP içindeki çatlağı aleni hale getirdi. Erdoğan tarafından kendisine sunulan rüşvetleri de kabul etmemesi, sırtını sağlam yerlere dayadığını gösteriyordu. Geçmişte Erdoğan’a yaptıkları gibi ABD-İngiliz emperyalistleri şimdi Babacan’ın önünü açıyordu. “Huzur Partisi” adı altında, Eylül-Ekim aylarında bir parti kuracakları netleşmiş gibi…

AKP’de kılıçlar çekilince, Erdoğan da, bölünmeyi önlemek, en azından kayıpları azaltmak için çeşitli ataklar yaptı, yapıyor…

Bunlardan birincisi, Arınç başta olmak üzere eski TBMM başkanlarını (Cemil Çiçek, Köksal Toptan, Abdülkadir Aksu gibi “merkez sağ”dan transfer edilen ağır topları) “istişare kurulu” adı altında Saray’a bağlamak oldu. 13 bin TL olarak açıklanan maaşlarını da görevlerine başlamadan 18 bine çıkararak rüşvetin miktarını arttırdı.

Buna karşın rüşvetle satın alamadığı Babacan hakkında, bakanlığı döneminde “FETÖ’cü kadrolara yer vermek”ten dava açıldı. Fakat “özgül ağırlıklı” Arınç’ın “böyle bir dava hepimizi zor durumda bırakır” uyarısı ile dava kısa sürede kapatıldı. Arınç, Erdoğan’ı da içine alan bir FETÖ soruşturması tehlikesine dikkat çekerek, hem onlara bir mesaj vermiş, hem de Babacan’ı kurtarmış oldu. Bilindiği gibi Arınç’ın damadı da FETÖ soruşturmasına dahil edilmişti, Arınç, hem FETÖ’cü olmakla, hem de Gül-Babacan ekibiyle birlikte olmakla suçlanıyordu.

Erdoğan’ın bir diğer hamlesi, AKP’li milletvekilleriyle toplantılar yapmaktı. Meclisin etkisiz hale gelmesinden AKP’li vekillerin de rahatsız olduğu, bakanlara ulaşamamaktan yakındıkları söyleniyordu. Toplantıda vekillerin kendilerini “Züğürt Ağa”ya benzetmesi, içlerine düştükleri durumu ortaya koyuyor. Belli ki, eskisi gibi iş kotaramamanın ve statüko kaybının sıkıntısını yaşıyorlar. Bir diğer sıkıntıları ise, damat Berat’ın “Pelikancı” olarak bilinen grubuyla çeşitli atraksiyonlar yapması…

Erdoğan’ın ise bu toplantılarla maksadı, AKP içinden çıkan yeni parti ya da partilere olabildiğince az vekil kaptırmak. O da milletvekillerini bu yönde yokluyor ve şikayetlerini dikkate alacağı mesajı veriyor. Diğer yandan mecliste 20 milletvekili ile grup kurma hakkını 30 milletvekiline çıkartma hazırlığı yapıyorlar. Demek ki, 20 civarında milletvekilinin gidebileceği endişesi taşıyorlar.

Bir yandan sistem tartışmaları, diğer yandan kendi içindeki parçalanma ile bunalan AKP ve Erdoğan, bu tür hamlelerle aşağı doğru gidişi durdurabilecek mi? Bataklığa düşen birinin çırpınışları, batmasını nasıl  engelleyemezse, hatta hızlanmasına yol açarsa, onları bekleyen akıbet de odur.

Esasında ne yapacaklarını tam olarak bilemeyip bir o yana bir bu yana savrulmalar da yaşıyorlar. Sistem tartışmaları yoğunlaşınca, AKP’li yetkililerden sisteme dair “restorasyon”, “revizyon”, “röntgen çekimi” gibi gözden geçirme mesajları geldi. Keza seçim sonrası “kabine değişikliği” beklentisi vardı. Özellikle tepkilerin odağı durumundaki damat Berat Albayrak ile Süleyman Soylu’nun görevden alınacağı bekleniyordu. Ama öyle olmadı.

Erdoğan, “başkaları istediğinde değil, biz gerekli gördüğümüzde değiştiririz” diyerek, kabine değişikliğini ileri bir tarihe ertelemiş oldu. Sisteme dair eleştirileri ve yeni bir referandum isteğini de geri çevirdi. Bunda Bahçeli’nin kraldan çok kralcı kesilen, sistemin delinmesi anlamına gelecek en küçük bir değişikliği bile reddeden açıklamaları etkili olmuştur. Siyasi hayatını AKP ile yaptığı ittifakla uzatan Bahçeli için, AKP’deki erime ve bir revizyon bile sonunu getireceğinden, cansiperane bir savunma pozisyonu almıştır.

Erdoğan-Bahçeli ikilisinin daha ne kadar birlikte hareket edecekleri ise, meçhuldür. Zaten AKP’nin parçalanıp meclis aritmetiği değiştiğinde, MHP’nin sayısı da onlara yetmeyecek, dolayısıyla ihtiyacı da kalmayacaktır.

Muhalefet, Erdoğan’ı “tarafsız cumhurbaşkanı” konusunda ikna etmeye çalışıyor. Hatta “ABD tipi bir başkanlık sistemini de tartışmaya hazırız” diyerek, daha yumuşak bir geçişe zorluyor. Erdoğan, şimdi bu isteklere direniyor, ancak yarın üzerindeki basınç arttığında, ya bunlara razı olacak, ya da her şeyi kaybetmekle karşı karşıya kalacak.

 

Yeni bir dönemin başlangıcı

Sistem tartışması, 23 Haziran seçimlerinin ardından egemenlerin yeni bir siyasi dönemi başlatma girişimlerinin en önemli halkalarından biri.

“Türk tipi başkanlık” dedikleri, ama hiçbir yönetim formuna uymayan; anayasayı çiğnemekte, yasaları uygulamamakta bir beis görmeyen; kural tanımaz, keyfi bir yönetim şekli, daha fazla sürdürülemez hale geldi. Her ne kadar AKP’li yıllar boyunca emperyalistler ve işbirlikçi burjuvalar karlarına kar kattılarsa da, gerek ekonomik kriz, gerekse bölgesel dengelerdeki değişim, aynı şekilde yürümeyi imkansız kılıyor. Kitlelerin AKP-Erdoğan yönetimine duydukları öfkenin, düzen sınırlarını zorlaması da, bu değişimi zorunlu kılan en önemli noktalardan biri.

Bütün bu koşullar düzen-içi bir değişimi kaçınılmaz hale getirdi. Yeni partiler ve liderlerle bir vitrin değişikliği gerekiyor. Bunun için CHP’de İmamoğlu ile bir yenilenme, Babacan ile AKP’yi parçalama ve yeni bir parti yaratma çabalarına hız verdiler. Keza Kürt hareketini sisteme daha fazla entegre etmeyi planlıyorlar. HDP’nin CHP ile artan ilişkisi, bu planın bir parçası. Demirtaş’ı da bu sürece eklediklerinde, genç ve yeni yüzlerle Türkiye siyasetini canlandırmış olacaklar. Eski siyasetçiler dönemini kapatıp yeni bir jenerasyonla yeni bir dönemi başlatacaklar.

Böyle bir değişim, varolan sistemle başarılamaz. Onun için bu ne idüğü belirsiz sisteme en kısa zamanda son vermek istiyorlar. Birçok emperyalistin hegemonya kurmak için uğraştığı, onlarla bağlantılı olarak çeşitli kliklerin güç savaşı verdiği bir ülkede, “başkanlık sistemi” de işlemez. Bu koşullarda burjuvazinin tercihi, her kesimin gücü oranında pay sahibi olabileceği parlamenter sistem oluyor. Güçlü parlamento ve koalisyon hükümetleri, en uygun düşen biçim olarak öne çıkıyor. Bu aynı zamanda kapitalist sistem içindeki en demokratik görüneni olduğu için, kitleleri yönetme açısından da bir avantaj sağlıyor.

Haziran 2016 tarihinde dergimizin 52. sayısında “Türkiye’de başkanlık sistemi neden hayata geçemiyor” başlıklı bir yazı yazarak bu konuyu ayrıntılı biçimde işlemiştik. Üstelik, başkanlık sistemi tartışmalarının hız kazandığı, bu sistemi hayata geçirmek için adımların atıldığı, tüm kesimlerin başkanlık sisteminin hayata geçeceğine inanmaya başladığı bir dönemde yazmıştık bu yazıyı. Başkanlık sisteminin resmileşmesinin üzerinden bir yıl geçmeden, sistem tartışmalarının başlaması, bu tespitimizi haklı çıkardı.

23 Haziran sonrası, yeni dönemin taşlarının birer birer döşendiğini görüyoruz. Ergenekon davasının tam da bu süreçte bitirilmesi de bununla ilintilidir. Keza FETÖ’cü olarak suçlanan kimi aydınlara verilen cezaların Yargıtay’dan dönmesi… “Yargı reformu” adı altında birçok siyasi davanın aklanarak tutukluların önemli bir kısmının serbest kalması gündemde. Muhalefet bu yönde bastırıyor. Böylece klikler arası çatışmayı yumuşatmak ve yeni bir uzlaşma zemini yaratmak isteniyor.

Sonuçta egemen sınıflar, “yönetememe krizi”ni bir biçimde çözme çabası içindeler. Erdoğan tarafından 31 Mart sonrası dillendirilen “Türkiye ittifakı” yani “milli mutabakat” hükümetinden, AKP’de bölünme sonrasında şekillenecek oluşumlarla yeni bir hükümet kurmaya kadar, pek çok seçenek masalarında. Bu şekilde ekonomik krizin faturasını da işçi ve emekçilere daha rahat yükleyebileceklerini düşünüyorlar.

Bunlar egemenlerin planları… Neyi ne kadar yaşama geçirecekleri, sadece onların istekleriyle olmayacak. Her zaman olduğu gibi sınıf mücadelesi başta olmak üzere güçler dengesi belirleyecek.

 

Parlamenter değil sosyalist sistem!

Başkanlık sistemi tartışmaları başladığından bu yana, düzen muhaliflerinden bazı “sol”culara kadar geniş bir  kesim, “parlamenter sistem”in nimetlerini saya saya bitiremediler. Bir de Erdoğan’ın “Türk tipi başkanlık”la getirdiği keyfi yönetim tarzı, “eski”yi aratır hale gelince; parlamenter sistem “badem gözlü” oldu; bir kurtuluşmuş gibi savunulmaya başladı.

Parlamenter ya da başkanlık, yarı başkanlık; hepsi kapitalist sistemin yönetme biçimleri. Ülkenin ve dönemin koşullarına göre, bunlardan birisini tercih ediyorlar. Sistem değişikliği, kapitalist sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmıyor. Aksine ona en uygun zemini sunuyor.

Onun için işçi ve emekçilerin çıkarı; kapitalizmin şu ya da bu sisteminde değil, tamamen ortadan kaldırılmasındadır. O, egemenler arasında süren böyle bir tartışmanın tarafı olamaz. Onun taraf olacağı tek sistem; sömürüsüz, savaşsız, sınıfsız bir sistemdir. Bunun da yolu işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek devrim ve sosyalizmden geçmektedir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …