AKP’nin de, 12 Eylül’ün de sonunu getirelim!

12 Eylül’ün üzerinden neredeyse 40 yıl geçti. Ama bugün hala 12 Eylül anayasası, kurumları, en önemlisi zihniyeti varlığını koruyor.

AKP’nin son yılları ise, 12 Eylül’ü aratmayacak uygulamalarla dolu. 15 Temmuz darbe girişimini “Allahın lütfu” olarak niteleyen Erdoğan, o günden sonra ilan ettiği OHAL’le ve KHK’larla ülkeyi yönetiyor. Dahası, “sivil darbe”lerle faşist diktatörlüğü pekiştirmiş durumda.

İlk olarak 7 Haziran 2015 seçimlerini tanımayarak gerçekleştirdiği “sandık darbesi”ni, 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile zirveye çıkardı. Güya OHAL kalktı, gerçekte süreklileşmiş bir OHAL var. Seçimler iyice anlamsızlaştı. 31 Mart’ta İsanbul’u kaybeden AKP, itirazlarından sonuç alamayınca YSK eliyle bir darbe daha yaparak seçimleri tekrarlattı. Ve son olarak HDP’nin kazandığı Diyarbakır, Van ve Mardin belediyelerine yeniden kayyum atayarak, seçimleri tanımadığını gösterdi.

AKP’nin “darbe karşıtı” maskesi düşmüştür! O, bu darbelerin bir ürünü ve ondan en büyük yarar sağlayan parti olmanın ötesinde; yaptığı “sivil darbeler”le askeri darbeleri aratmayan bir yönetim inşa etmiştir. Dolayısıyla AKP’ye karşı mücadele, darbelere karşı mücadeledir aynı zamanda. Tersten, darbelere karşı mücadeleyi AKP’ye karşı da yürütmek bir zorunluluktur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne, 7 askeri darbe ve onlarca darbe girişimi yaşandı. Ve bunların hepsinin arkasında ABD’nin olduğu ortaya çıktı. Şimdi bunlara “sivil darbeler” eklendi. AKP’nin de bir ABD projesi olduğu biliniyor. Sonrasında zikzakları olduysa da ABD’ye olan bağları koparmamak için elinden geleni yaptı, yapıyor… Yani aynı kaynağa dayanıyor, aynı kaynaktan besleniyorlar.

 

12 Eylül, ABD’nin çıkarları için gerçekleşti

12 Eylül sabahı ABD yetkililerinin “bizim oğlanlar başardı” sözü, 12 Eylül faşist cuntasının kimliğini ele veren en net cümledir. CIA’nin 20-30 yıllık belgelerini ifşa etmesi üzerine, 2012 yılında bu belgeler ortaya döküldü. Böylece 12 Eylül’ün arkasında ABD’nin yeraldığı belgeli-kanıtlı bir hal aldı.

12 Eylül askeri faşist cuntanın tezgahlanmasının ardında nelerin yattığını görebilmek için, o dönem bölgemizde ve ülkemizde yaşananları yeniden hatırlamamız gerekiyor.

1979 yılında İran’da faşist Şah rejiminin yıkılması, ABD emperyalizminin bölgedeki hakimiyetine ağır bir darbe indirmişti. ABD, İran’daki çıkarlarının yanısıra, Ortadoğu’da en önemli jandarmalarından birini kaybetmiş oldu. Diğer “jandarması” Türkiye ise, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal muhalefetin yükselişe geçtiği en kritik günlerini yaşıyordu. İşçi direnişleri ile burjuvazi sıkışmış, devlet kurumları kendi içinde çatırdamış, çelişkiler derinleşmişti.

ABD, İran’dan sonra Ortadoğu’da önemli bir mevzisini daha kaybetmek istemiyordu. Böyle bir durumda Ortadoğu’daki hegemonyası büyük ölçüde sarsılacak, dolayısıyla ABD tekellerinin ve işbirlikçilerinin çıkarları zarar görecekti. Bu tekellerin çıkarlarını korumak için Türkiye’ye “24 Ocak Kararları” dayatılmıştı, fakat bunu uygulamaya sokamıyorlardı. Ne ortalığa saldıkları sivil faşistler, ne de sıkıyönetim fayda etmedi. Son çare olarak askeri faşist darbeye başvurdular.

Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı, darbeden iki gün önce ABD’deydi ve son rötuşlar orada yapıldı. Darbenin şefi Kenan Evren, daha ilk konuşmasında, emperyalist ülkelerle gerçekleştirilen tüm anlaşmalara uyulacağını belirtti. Önceki askeri darbelerde olduğu gibi NATO’ya, ABD emperyalistleriyle yapılan ikili anlaşmalara sadakat yemini yaptı.

 

12 Eylül’de en büyük zarar işçi ve emekçilere

12 Eylül faşist cuntası, işçi ve emekçilere ve onların öncülerine karşı girişilmiş bir savaş aygıtıydı. 12 Eylül’ün arka planında, siyasi olarak yükselen devrim tehdidini bastırmak ve ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarını korumak varsa, ekonomik olarak da IMF’nin dayattığı 24 Ocak Kararları’nı yaşama geçirebilmek, yani emperyalist ve işbirlikçi tekellerin azami karlarını yükseltmek vardı.

Dönemin TİSK (Türkiye İşverenler Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Halit Narin, 12 Eylül’ün hemen ardından “bugüne dek işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyecekti. Uygulamaları da bu doğrultuda oldu. Ücretler, maaşlar, taban fiyatları düşürüldü, orta ve küçük işletmeler iflas etti. “12 Eylül olmasa, bu ekonomik programın neticesini alamazdık” demişti, cuntanın başbakan yardımcısı Turgut Özal…

12 Eylül sonrasında işçi sınıfı derin bir yoksulluk ve sefaletin içine itildi, tüm sendikal ve siyasal hakları gaspedildi. Faşist “tek sendika” uygulamasına geçildi. Sendika ağalarıyla kol-kola, işçi haklarına azgınca saldırdılar. Kıdem tazminatına taban sınırı kondu ve istifa halinde kıdem tazminatı ödenmemesi getirildi.

Grev yapmanın yasak olduğu iş kollarına yenileri eklendi. Grevlerle ilgili öyle maddeler eklendi ki, grev kırıcılığı adeta yasal hale geldi. Hak grevi yasaklandı. Buna karşın lokavt, anayasal bir hak haline getirildi. Toplu sözleşme kaldırıldı. YHK(Yüksek Hakem Kurulu) adında işçi-işveren-devlet temsilcilerinden oluşan bir kurul oluşturuldu ve TİS’ler bu kuruma havale edildi. Gerçek işçi ücretlerinde büyük bir düşüş yaşanırken, büyük tekellerin karları yüzde 300-400’e çıktı.

İzlenen ekonomi politikanın diğer bir sonucu da, işsizler ordusunun büyümesi oldu. 12 Eylül sonrasında başta önder işçiler olmak üzere, yüzbinlerce işçi sokağa atıldı. Anti-faşist memurlar da işyerlerinden atıldılar, sürgüne gönderildiler. Keza faşist 12 Eylül anayasası ile memurların sendikalaşma hakkı ve siyasi faaliyetlerde bulunmaları yasaklandı. Düşük taban fiyatları, girdilere ve diğer tüketim mallarına yapılan zamlar ve vergi yasası ile milyonlarca yoksul köylü, küçük-üretici tarlasını ipotek ettirmek, malını tüccara kaptırmak zorunda kaldı. Bu şekilde büyük toprak sahiplerinin egemenliklerini güçlendirdi, emperyalist ve işbirlikçi tarım tekellerinin önünü düzledi.

 

12 Eylül dönemine son verelim!

Saraylar saltanatlar çöker

Kan susar bir gün

Zulüm biter

Menekşeler de açılır üzerimizde

Leylaklar da güler

Bugünlerden geriye

Bir yarına gidenler kalır

Bir de yarınlar adına direnenler

Adnan Yücel

İşçi ve emekçilere dönük saldırı furyası, ilk önce öncülerinin ezilmesiyle başladı. Komünist ve devrimcilere yönelik büyük bir vahşet gerçekleşti. İşkenceler, gözaltında kayıplar, idamlar, sokak ortasında katletmeler, olağan hale geldi. Yaklaşık 1 milyon kişi gözaltına alındı, yüzbinlercesi tutuklandı. Ortaçağ zindanları ve engizisyon mahkemelerini aratmayacak uygulamalar devreye sokuldu.

İşçi ve emekçiler üzerinde yoğun sömürü ve emperyalizme tam bir bağımlılık ilişkisi, işte bu vahşet ve zorbalık üzerinden gerçekleşebildi. Aradan geçen onyıllara rağmen, egemenlerin 12 Eylül’ün yasalarını korumaları bunun içindir. Keza sahte 12 Eylül yargılamasının aklamaya dönüşmesi, ardından mahkemenin davayı düşürmesi ve cunta şeflerinin maddi-manevi hiçbir şeylerine dokunulmaması, bu zihniyetin devam etmesindendir.

Fakat ne yaparlarsa yapsınlar 12 Eylül halkın gözünde mahkum edilmiş, lanetlenmiştir. Cunta şeflerinin ölüsünü bile devlet töreni ile kaldırmakta zorlanmışlardır. En son Kenan Evren’in cenazesine halkın tepkisinden çekinen siyasi liderler katılamamıştır.

12 Eylül’ün bir ürünü olan AKP dönemi sona eriyor. AKP ile birlikte 12 Eylül’ün de sona ermesi için mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Bilindiği gibi ABD’nin “yeşil kuşak” adını verdiği “ılımlı İslam” projesi 12 Eylül’le birlikte başlamıştı. Fettullah Gülen, o dönemde sayıları katlanarak artan İmam Hatip Okulları’nı hatırlatarak, Evren için “cennetlik adam” demişti.

Siyasal İslam’la 12 Eylül faşist cuntası arasında böylesi bir yakınlık, içiçelik vardır. Sonlarının da bir olması için, kitlelerin ayağa kalkması, hak ve özgürlükleri için dövüşmesi gerekmektedir. Faşizm halk hareketiyle devrilmedikçe ne faşist liderler gerçek anlamda yargılanabilir, ne de temel hak ve özgürlükler elde edilebilir. Bunlar tecrübeyle sabittir artık.

12 Eylül’ün de, AKP ve siyasi İslam’ın da sonunu halk getirecektir. Onlardan tümden kurtulmanın yolu sandıktan değil, mücadeleden geçmektedir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …