İstanbul’da 24 ve 26 Eylül günlerinde üstüste iki deprem yaşandı. Silivri açıklarındaki Kumburgaz Çukuru’nda meydana gelen depremlerin ilki 4.7, 26 Eylül günü yaşanan ikinci deprem ise Kandilli Rasathanesi’nin açıklamasına göre 6, AFAD’ın açıklamasına göre 5.8 büyüklüğünde gerçekleşti. Depremlerde can kaybı olmadı, 400’den fazla bina ise hasar gördüğü tespit edilerek mühürlendi.
İki gün arayla peşpeşe gelen iki deprem, bir yıkıma neden olmadı. Ancak 17 Ağustos 1999 tarihinde yaşanan büyük yıkımı ve ölümleri hatırlattığı ve benzer sonuçlara yolaçacağı bilinen “Büyük İstanbul depremi”ni hazırladığı için, kitlelerde tedirginlik yarattı. Ama asıl tedirginlik veren durum, devletin deprem karşısındaki umursamazlığıydı. Bu durum, daha fazla tepki topladı ve depremden daha korkutucu olan gerçeklerle yüzleşmeyi getirdi.
Kitlelerle alay edercesine…
17 Ağustos depreminden bugüne, büyük bir İstanbul depreminin yaşanacağı bilimsel olarak kabul edilmiş durumda. Onun için ne zaman deprem konusu gündeme gelse, “hazırlıklı olmak” üzerine konuşuluyor; insanlar uyarılıyor. Ama asıl hazırlık yapması gereken devlet, tek bir adım bile atmıyor.
“Hazırlık” kapsamında yaptıkları ilk şey, deprem verileri ile oynayabilecek bir kurum oluşturmak olmuş! 17 Ağustos öncesinde depremle ilgili tek yetkili kurum, Kandilli Rasathanesi iken; 17 Ağustos sonrasında AFAD kuruldu. Ve tıpkı TÜİK’in işsizlik-yoksulluk rakamlarını sürekli küçültmesi gibi, AFAD’ın da verdiği rakamlar Kandilli Rasathanesi’nin rakamlarından düşük oluyor. Yani devletin ilk refleksi, depreme hazırlık değil; depremi yok saymak, felaketi olduğundan daha küçük-etkisiz göstermeye çalışmak!
Son depremin ardından yapılan açıklamalar, bu tutumu pekiştiriyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, kendisine soru soran muhabirlere “siz kendi evinizi-ailenizi depreme hazırladınız mı” diye soruyor. Önce ona sormak lazım; yönetmekte olduğu devlet depreme hazır mı?
Deprem, yaşamın bütününü darbeleyecek olan büyük bir felakettir. Elbette “o an”da, sarsıntı sürerken kişinin kendisini korumayı bilmesi önemli. Ancak, deprem yaşanmadan önce ve yaşandıktan sonra felaketin etkisini azaltacak, yeniden toparlanmayı sağlayacak önlemler, kişilerin değil, devletin görevidir. Ve bu görevi yok sayan AKP yönetimi, depremi sadece “an”a indirgeyerek kendi sorumluluğunu gözlerden gizlemekte; bunu hatırlatmaya çalışanlarla ise ya alay etmekte ya da cezalandırmaktadır.
AKP hükümeti depreme hazırlık yapmıyor
Böylesine düşük düzeyde bir deprem sonrasında bile yaşanan tablo, büyük depremin gerçek bir felakete dönüşeceğinin habercisiydi. En başta, depremin hemen ardından trafiğin tıkanması ve iletişim araçlarının çalışmaması, büyük bir sorundu. Çocuklarına ulaşmaya çalışan aileler, birbirinden haber almaya çalışan insanlar, büyük bir çaresizlik yaşadılar. Bu tablo, deprem sonrasına ilişkin koordinasyon planının olmadığını gösteriyordu.
İkinci önemli sorun, deprem toplanma alanları konusundadır. Erdoğan, depremden hemen sonra yaptığı açıklamada, şu anda İstanbul’da “onbinlerce” toplanma alanı olduğunu söyledi. Oysa bırakalım onbinlerce toplanma alanını, onbinlerce park bile yoktu.
“Toplanma alanı” denilen şey, deprem sonrasında çadır kentlerin kurulacağı, su tesisatının ve tuvaletlerin kurulabileceği, ilk yardımların yapılabileceği, deprem sonrası riskin ortadan kalkıncaya kadar bir yaşam alanı oluşturulması gereken alanlardır.
17 Ağustos depreminin ardından İstanbul’da 496 afet toplanma alanı belirlendi. Deprem sonrasında insanların biraraya geleceği, yüksek binalardan uzak, çadır kurmaya ve belli bir süre kalmaya müsait alanlar tespit edildi. Bu alanlara kurulan konteynerlere gıda, ilk yardımda kullanılacak sağlık malzemeleri ve kurtarma çalışmaları için inşaat malzemeleri stoklandı. Zaman içinde önce bu stoklar yavaş yavaş ortadan kayboldu. Sonrasında ise ranta açıldı. Belirlenen 496 afet alanının 419’unda AVM’ler, oteller, siteler yükseldi. Geriye kalan 77 afet toplanma alanı ise, artık bir afet halinde toplanmaya uygun olma vasfını yitirmiş durumda. Mesela bu 77 rakamının içinde, Maltepe ve Yenikapı sahilleri de sayılmaktadır. Ki buralar, deniz kenarında, tsunami tehlikesi altında, üstelik dolgu alan olan bölgelerdir. Dolayısıyla “afet toplanma alanı” olamaz.
Üçüncü sorun, deprem sonrasında çıkartılan verginin nereye kullanıldığı oldu. 17 Ağustos sonrasında yaşanan yıkım ve tahribatı gidermek için, halktan para toplanmaya girişilmişti. Zaten ekonomik olarak iyice çökmüş olan işçi ve emekçilerden bir de “Özel İletişim Vergisi” alınmaya başlandı. Verginin GSM altyapısını güçlendirmek ve depreme hazırlık yapmak için kullanılacağı ileri sürülmüştü. 1999 yılında çıkartılan verginin 1 yıllık olacağı ve elde edilen gelirin yeni depremlere hazırlık için kullanılacağı söylenerek tepkiler yatıştırıldı. Fakat bir yıllık olacağı ileri sürülen vergi, AKP döneminde kalıcı hale getirildi.
Bu vergi ile ne kadar para toplandığı tam olarak bilinemiyor. 20 yılda, 36 milyar dolardan fazla para toplandığı tahmin ediliyor. Sözkonusu para, depreme hazırlık için kullanılacağı vaadiyle doğrudan halkın cebinden alındığı halde, 2011 yılında dönemin maliye bakanı Mehmet Şimşek, paranın “duble yollara” harcandığını itiraf etmişti. Yani ne GSM altyapısına, ne de deprem hazırlıklarına harcanmamıştı!
Oysa toplanan paralar ile İstanbul’daki konutların yarısı yenilenebilirdi. Bu, hasarlı ya da genel olarak sağlıksız binaların tamamının yenilenmesi anlamına geliyordu. Eğer binalar depreme dayanıklı olsaydı, bugün “deprem korkusu” bu denli yaşanmaz, insanlar kendilerini daha güvende hissederdi.
AKP hükümetinin yaptığı ise, “deprem korkusu”nu kullanarak, “kentsel dönüşüm” adı altında yandaş inşaat şirketlerine peşkeş çekmek oldu. Emekçi kesimlerin yaşadığı yerler, küçük meblağlarla satın alınarak şirketlere devasa karlar sağlayan sitelere, rezidanslara dönüştü. Yerinde dönüşüm yapılmadığı için, bu bölgelerde oturan emekçiler, başka yerelere taşınmak zorunda kaldı. Hem onlarca yıl yaşadıkları mahallelerinden ve komşularından oldular; hem de sağlıksız, çürük evlerde yaşamaya mahkum edildiler.
AKP’nin “depreme hazırlık” kapsamında yaptığı tek şey ise, milyonlarca kefen hazırlamak oldu. Bir deprem durumunda halkın toplanabileceği alanlar yok edildi ama, ölüler için kefenler diktirilip depolandı. Bir de çok sayıda imam yetiştirdiler, ölenleri duasız göndermemek için… Bunlar “kara mizah” görünüyor ama gerçek… Devlet, deprem dahil her türlü doğa olayında halkın yaşamasına değil, ölmesine hazırlık yapıyor!
Deprem değil kar hırsı öldürüyor
Japonya gibi sürekli depremlerle yaşayan bir ülkede, yıkım ve ölümler ya yaşanmıyor; ya da çok az görülüyor. Çünkü binalar depreme dayanıklı olarak inşa ediliyor, insanlar deprem sırasında ne yapacaklarını, nereye sığınacakları, sonrasında hangi aşamalarla karşılaşacaklarını iyi biliyorlar. 8 şiddetinde bir depremde bile, yıkım ve yaralanma çok sınırlı oluyor. Bu da deprem öncesinde doğru tedbirler alındığında, yıkım ve ölümlerin olabildiğince azalacağını gösteriyor.
Bizim ülkemizde ise, 6 şiddetinde bir deprem bile büyük bir kargaşaya ve tedirginliğe yol açıyor. 20 yıl önce İstanbul-İzmit-Adapazarı depremi yaşandığında, çok sözler söylendi, çok vaatler yapıldı. Ama 20 yıl boyunca, 17 Ağustos günleri acıklı müzikler çalmak ve duygu sömürüsü eşliğinde timsah gözyaşları dökmek dışında bir adım atılmadı. Hatta 20 yıl öncesinden daha geriye gittiğimizi, son depremde net biçimde gördük.
Şimdi yaptıkları tek şey, halkı suçlamak! Parası olmadığı için güvenli konutlara taşınamayan, depreme dayanıksız olduğunu bildiği evinde mecburen yaşamını sürdürmeye devam eden insanlar, açıkça gelmekte olan ölümlerinden sorumlu tutuluyor!
Oysa deprem, öncelikle devletin önlem alması gereken bir sorun, devletin çözüm üretmesi gereken bir durumdur.
Halk çaresizlik içinde, güvensiz evlerinde depremi-yıkımı-ölümü beklemekle karşı karşıya bırakılmıştır. Buna da “allahın takdiri” denmekte, halkın boyun eğmesi istenmektedir. Oysa bu bir kader değildir! Çünkü ölüme yolaçan unsur, deprem değil; toplanma alanlarına AVM yapan, deprem vergisini betona harcayan, gereken önlemleri almayan, insana değer vermeyen, sadece ve sadece rant için karar alan devlet yönetimidir.
Genel olarak kapitalizmin kar hırsı, özel olarak da AKP döneminin vahşi sömürüsü, depremi korkunç hale getiren asıl faktördür.Bu nedenle depreme karşı işçi ve emekçilerin alması gereken ilk önlem, “deprem çantası hazırlamak-mobilyaları sabitlemek” değil; devletten-hükümetten bunun hesabını sormak, harekete geçmeye zorlamaktır.
Çapa Tıp Fakültesi öğrencilerinin eylemi bu yönüyle önemlidir. Hasarlı binalarda ders görmeyi reddeden öğrenciler, binanın önünde oturma eylemi başlattılar. Bu bir örnektir.
Kitlelerin korkusu öfkeye dönüşmeli, hesap sorulmalı ve çözüm üretilmesi için harekete geçilmelidir.