Ekim Şehitleri Yaşıyor! DÖVÜŞENLER ÖLENLERİN TUTMAZ YASINI!

“Yolun düşerse kıyıya bir gün

Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan

Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla!

Selamla, yüreğin sevgi dolu…

Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar

                eşit olmayan bir savaşta

Ve dipsizlğinde enginin yitip gitmeden

            sana limanı gösterdiler uzakta…”

29 Eylül 1980’de faşist cuntaya sıktığı “ilk kurşun”la ölümsüzleşen Osman Yaşar Yoldaşcan; 25 Ekim 1981’de işkencede katledilen Ataman İnce; 23 Ekim 1992’de bir kamulaştırma sonrası çıkan çatışmada şehit düşen Şaban Budak, aynı eylemde yakalanan ve teşhir masasını tekmesiyle yıkan, bu yüzden de faşist cellatların kudurmuşcasına saldırısına uğrayan Remzi Basalak; bu yoldaşların katledilişinden bir hafta sonra 30 Ekim 1992’de trafik kazasında yitirdiğimiz Sezai Ekinci; ve bir yıl sonra 14 Ekim 1993’te yine bir kamulaştırma eyleminde vurulan “yeni çağın çocuğu” Nilgün Gök… Onlar, Ekim ayında şehit düşen ve o yüzden de “Ekim şehitleri” olarak anılan ihtilalci komünistlerdir…

Ekim ayı, tüm dünyayı yerinden sarsan 1917 devriminin, tarihe “Ekim devrimi” olarak geçen ilk proleter devrimin gerçekleştiği aydır. Aynı zamanda binlerce devrim ve sosyalizm şehidinin toprağa düştüğü ay… İhtilalci komünistler de en fazla şehidi bu ayda verdiler. Onun içindir ki, “Ekim şehitleri”ni tüm devrim ve sosyalizm şehitlerini anma ayı ilan ettiler. Ekim ayında yitirdikleri yoldaşları şahsında, tüm devrim şehitlerini her yıl bu ayda bir kez daha yad ediyorlar.

* * *

Büyük şair Nazım Hikmet, TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişi üzerine yazdığı şiirde, “yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz/ alnı kızılyıldızlı baş secdeye varmaz” diyor. Ve son noktayı koyuyor:  Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını!

Devrim ve sosyalizm şehitlerine nasıl yaklaşmak gerektiğini anlatan en güzel dizelerdir bunlar. Biz de şehitlerimizi bu duygu ve düşüncelerle anıyoruz. Onları anmak ve yaşatmanın, uğruna ölüme gittikleri davalarını sahiplenmek ve ileriye taşımak olduğunun bilinciyle…

Şehitlerimiz, düşmanın üzerine büyük bir feda ruhuyla, sakınmasız ve başları dik yürüdülerse, geleceğe ve geleceği örecek olan örgütlerine, yoldaşlarına duydukları güvendendir. Kavranması gereken budur, bu iç içe geçiştir…

Tarihimizde edindiğimiz savaşçı karakterimizi, şehitlerimiz şahsında yarattığımız değer ve normlarımızı korumak ve geliştirmektir görevimiz… İşte bu yüzden onları her yönüyle tanımamız, temel niteliklerini bilmemiz ve bunları kendi şahsımızda yeniden üretmemiz gerekir. “Yeni insana”, “sosyalist insana” ulaşmak için kendimizle yarışmak, hep ileriye yürümektir aslolan…

Bir alanda bir eksikliği gidermişsek, aşmamız gereken bir eşiği aşmışsak, bütün potansiyelimizi kolektif üretime katmak için zorluyorsak, şehitlerimizin savaş çağrısına cevap veriyor, onlarla buluşuyoruz demektir. İşçi ve emekçilerin yakıcılaşan önderlik sorununu yüreğimizin derinliklerinde hissediyor, onların sorunlarını içten öğreniyor, grev ve direnişlerine koşuyorsak, şehitlerimizle buluşuyoruz demektir. Hiçbir sorumluluktan kaçmıyor, eksikliklerimizin üzerine gidiyor, yaşanan her boşluğu doldurmaya çalışıyorsak, şehitlerimizle buluşuyoruz demektir…

Onları iyi tanımalı, yaşamlarını yaşamlarımız yapmalıyız. Kendilerini tereddütsüzce feda ettikleri o görkemli güne ancak böyle kavuşacağız! Onlara o büyük günü ancak bu şekilde armağan edeceğiz…

O zaman öldüklerini sananlar görecekler ki, arkalarında bıraktıkları dünyayı saracak kızıl isyanımızın alevlerinde, onlar milyonlar olarak yeniden dirilecekler…

* * *

Tıpkı şehitlerimiz gibi gözümüzü kırpmadan yangınlara bakıyoruz. Ve baktıkça, gözlerimizden süzülen yaşlar donuyor. Hıncımız ve öfkemiz daha da kabarıyor…

Çünkü biliyoruz ki, “dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını!” Yas tutmuyoruz, hayır! Onları büyük bir özlemle, coşkuyla ve gururla anıyoruz…

Her eksikliğimizde, her zorlanışımızda “sessiz sitemlerini” duyuyor, denetleyen gözlerini üzerimizde hissediyoruz. Her ileri adımımızda, her başarımızda ise, onlarla kucaklaşmanın, bütünleşmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Onları herhangi bir ölüden farklı kılan, her zaman yaşayan bir varlık haline dönüştüren de bu değil mi zaten?..

Onlar, büyük insanlığın savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya kurma kavgasında her daim yaşayacaklar! Başları dik mağrur ve onurlu… Mücadeleye atılan her yeni kuşağa gurur verecek ve yol gösterecekler…

İçimizden en değerli yoldaşlarımızı almış olsalar da, bu sömürücü sistemin yokoluşunu durduramayacaklar. Her toplumsal hareket yeni önderlerini yaratacak ve ergeç bu köhne düzenin sonu gelecek… Tıpkı Nazım Hikmet’in şiirindeki son dizeler gibi…

“Eski cihan yeni cihan önünde eğil! / Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil, / Her ne yapsan varacağız emelimize / Her ne yapsan varacağız biz emelimize!..”

* * *

Her biri namluya sürülmüş kurşun, yayından fırlayan oktur… Komutan, eylem adamı, teorisyen, örgütçüdür… Toprağa gömülen köklerimiz, ileriye yürüyüşümüzün itici gücüdür…

* * *

Osman Yaşar Yoldaşcan: İhtilalci komünist hareketin kurucusu, önderiydi. 12 Eylül faşist cuntasını “gelecekleri varsa, görecekleri de var” diye karşıladı. Ve tüm örgütü “hücum ruhu” ile donattı. Karanlığa sıkılan “ilk kurşun”, güneşe yollanan “ilk selam” oldu… İhtilalci komünistlerin 12 Eylül gibi zorlu bir sınavdan başı dik çıkmasında ve bu direnişçi mayanın tutmasında baş mimardır Yoldaşcan… O, “devrimimizin generali” olacak bir önder, bir komutandı.

Sezai Ekinci: İhtilalci komünist hareketin kuruluşunda, ideolojik-teorik gelişiminde, askeri olarak yetkinleşmesinde, büyük emeği ve katkıları vardı. Her yönden kendini sürekli geliştiren, yenileyendi. ’80 sonrası atılımda da büyük bir rolü oldu. Aynı zamanda 100 günü aşkın işkencelerde direnişin, Mamak zindanında yenilgiden zafere yürüyüşün simgesiydi. Ne yazık ki, trafik kazasında kaybettik onu.

Ataman İnce: 14 yaşında devrim davasına adanmış yüreği, ’71 devrimcileriyle buluşmuş, Denizlerle aynı koğuşu paylaşmıştı. 12 Eylül yıllarında İstanbul İl Komitesi üyesi olarak, yenilgi ruh halini kırmak için yoğun çaba sarfetti. Bu çaba içindeyken düştü polislerin eline. Ama ağzından “ben komünistim” dışında birşey duyamadılar. O, mücadelenin her cephesinde baş eğmez bir savaşçıydı. En ağır işkenceler altında yine başeğmez bir savaşçı olarak ölümsüzleşti.

Remzi Basalak: Adana’da yakalanıp “teşhir masası”nın önüne getirildiğinde, bastı tekmeyi masaya. O gece işkenceyle öldürdüler onu. Ama Remzi’nin teşhir masasına inen tekmesinin izi, masanın üzerinde kaldı hep. Bir daha hiçbir yoldaşı ve direnen devrimci, o masanın arkasına geçmedi. 17 yaşında atıldı mücadeleye; baskı komitesinden askeri komiteye, hemen her alanda görev aldı. Son görevini de layıkıyla yerine getirerek ölümsüzleşti…

Şaban Budak: İhtilalcilerle tanıştığında İTÜ’de okuyor ve bir matbaada çalışıyordu. Önce teknik bilgisiyle destek verdi, sonrasında bir daha kopmamacasına bütünleşti. Eylemci kişiliğiyle öne çıktı ve Adana’ya gönderildi. Sonra Adana İl Komitesi üyeliğine getirildi. Ve kendinden önce şehit düşen ihtilalci komünistler gibi, son mermisine kadar çatışarak, sloganlar atarak ölümsüzleşti…

Nilgün Gök: ‘90 kuşağının içinde öne fırlayan bir “Genç Komünar”dı o. Kısa mücadele yaşantısına yılları sığdırma arzusuyla koşarak ilerlemenin en canlı abidesi oldu. İTÜ Elektrik Mühendisliği öğrencisi iken ilk tutsaklığını yaşadı. İhtilalci komünistlerle burada tanıştı. Okuyup araştıran ve militan yapısıyla hızla gelişti. “Yoldaşcan Müfrezesi”nin üyesi oldu, birçok eyleminde yer aldı. Bu eylemlerden birinde arkasından sıkılan bir kurşunla yaralandı, hastaneye varamadan şehit düştü…

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …