Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden bir bölümü,
güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
Giriş
20. yüzyılın başı, devrimlere sahne olmuştu. Birinci emperyalist dünya savaşının yaşandığı dönemde ve sonrasında Avrupa’nın pek çok ülkesinde savaş karşıtı hareketler, halk ayaklanmalarına dönüştü. Bu ayaklanmalar, İrlanda’da, Almanya’da, Avusturya-Macaristan’da demokratik devrimlere yolaçtı. Türkiye’de de tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim gerçekleşti. 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi ise, ilk proleter devrim olarak yeni bir çağın, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın başlangıcı oldu.
21. yüzyılın başları da, halk ayaklanmalarıyla geçti. Ayaklanan kitleler, “devrim” istemini dile getirse de, bu bilinç ve örgütlülüğe sahip değildi. Bunlardan yoksunluk, ayaklanmaların devrimle taçlanmasını engelledi.
Fakat gerek emperyalist savaş, gerekse başta ekonomik olmak üzere yaşanan çok yönlü kriz, yeni ayaklanmaları tetiklediği gibi, ayaklanmaların içeriğini de değiştiriyor. Hem hızla siyasi bir niteliğe bürünüyor ve doğrudan hükümeti hedefliyor; hem de kapitalist sistemi sorguluyor, kitleler bir kez daha eşit ve özgür bir dünyada yaşamak istediklerini ortaya koyuyorlar.
Eylemlerin sadece içeriği değil, biçimi de değişiyor. Bir meydana toplanma, meydanları fethetmeden çıkıp, şehrin caddelerinden yönetim merkezlerine yürümek, bu merkezleri işgal etmek gibi kitlesel radikalliğe dönüşüyor. Ayrıca varolan partilere, sendika ve derneklere kitleler mesafeli duruyor, eylem sürecinde kendi örgütlülüklerini yaratmaya çalışıyorlar.
Emperyalist-kapitalist sistemin artan açmazları, kitlelerin en küçük talebini dahi karşılamaktan uzak hale gelmesi, yeni ayaklanmaları tetiklemekle kalmayacak; bu ayaklanmalarda DEVRİM istemini daha güçlü kılacak ve onun zeminini olgunlaştıracaktır. Ve bu ayaklanmalarda işçi sınıfı giderek daha belirgin biçimde kendini hissettirecektir.
Buradan hareketle, önümüzdeki onyıllarda dünyanın yeniden devrimlerle sarsılacağını söylebiliriz. İşçi sınıfının aktif katılımı, yer yer öncülüğü üstlenmesiyle, devrimlerin proleter niteliği de belirginleşecektir. Tüm dünyadaki komünist ve devrimciler, kendilerini bu yıllara hazırlamalı; sabırla, azimle kararlılıkla örgütlerini inşa etmeli ve büyütmelidir.
Elbette komünist ve devrimcilerin hazırlığı yeterli olmasa da halk ayaklanmaları ve devrimler olacaktır. Fakat çok daha sancılı geçecek ve kesintiye uğrayacaktır. Bunun bedelini de sadece o ülkelerin komünist ve devrimcileri, halkları değil; tüm dünya halkları ödeyecektir.
Marks’ın söylediği gibi “devrimler tarihin lokomotifidir.” Tarihi durdurmak mümkün olmadığına göre, devrimleri durdurmak da mümkün değildir. Bütün mesele, o lokomotife komünist ve devrimcilerin zamanında atlaması ve yön verebilmesidir.
DEVRİM GÜNCELDİR
Son 10 yılda kitle hareketinde yaşananlar; Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’daki halk isyanları, Amerika’da “Wall Street’i işgal et” eylemleri, Türkiye’de “Haziran ayaklanması” ve son olarak Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi, DEVRİMİN GÜNCEL ve SOMUT bir sorun olduğunu teorik bir doğru olmaktan çıkarıp pratik olarak da ortaya koydu.
Bu gelişmeler, ML literatürde “devrimci durum” olarak tarif edilen, “alttakilerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, yukarıdakilerin de eskisi gibi yönetemediği” bir ortama girildiğini gösteriyordu. Sadece objektif koşullar yönüyle değil, kitlelerin özlemi ve istemi yönüyle de yeni bir durum sözkonusuydu. Özellikle Kuzey Afrika’daki isyanlarda halk, “devrim” istemini net bir biçimde ortaya koymuştu.
Devrim cephesinden daha örgütlü olan gerici-faşist klikler, kitlelerin tepkisini kendi amaçları doğrultusunda kullandılar. Kimi yerde emperyalistler, hegemonya mücadelesine alet etmeyi başardı. Sonuçta düzen-içi bir çerçevede tutarak adım adım gerilettiler. Buna rağmen halk ayaklanmaları, 40 yıllık diktatörleri devirdi, hükümetleri değiştirdi, bazı hakların elde edilmesini sağladı. Ve elbette kitlelerin kendi deneyimleriyle eğitilmelerine büyük bir katkı sundu.
Daha önemlisi; ‘90’lı yıllardan 2000’lerin başına kadar kulakları sağır eden burjuva tezler, yerle bir oldu. “Doğu Bloku” olarak adlandırdıkları revizyonist ülkelerin çöküşünü, “sosyalizmin çöküşü” olarak gösteren ve bunu, emperyalist-kapitalist sistemin zaferi olarak alkışlayanların; hatta “tarihin sonu” gibi, idealistçe büyük laflar edenlerin söylemleri, tarihin çöplüğündeki yerlerini aldı.
Hayat, bu tezleri 10-15 yıl içinde ıskartaya çıkardı. Yüzyıl süreceği iddia edilen “yeni dünya düzeni”ni kimse ağzına almıyor artık. ABD’nin imparatorluğundaki “tek kutuplu dünya” çöktü, “çok kutuplu” hale geldi. Bu durumu, savaşı büyüterek aşma girişimi de ABD’ye pahalıya patladı. Attığı her adım, onu vuran bir bumeranga dönüştü. Ekonomik açıdan Çin, askeri açıdan ise Rusya, ABD’ye indirdikleri darbelerle, imparatorluğuna son vermekle kalmadılar; artık gerileyen bir emperyalist olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. ABD, eski gücünü, otoritesini, en önemlisi ideolojik-kültürel hegemonyasını kaybetti.
ABD ile birlikte çöken, sadece onun mutlak üstünlüğüne dizilen methiyeler değildir. Emperyalist-kapitalist sistemi mutlaklaştıran teoriler de büyük bir darbe aldı. Bu yönüyle emperyalizmin ideolojik hakimiyetinin sarsıldığını; devrim fikrinin yeniden yükseldiğini söyleyebiliriz.
DEVRİM, 2011 Arap isyanlarından bu yana en sık gündeme gelen kavramdır. Afrika ve Ortadoğu’dan Avrupa ve Amerika’ya kadar ayağa kalkan kitleler, “devrim” istemini güçlü biçimde dile getirdiler. Tunus’ta, Mısır’da halk, “diktatörlüğe karşı devrim” istemiyle sokağa çıktı; sonrasında “devrimimizi çaldılar” diye isyan ettiler. Alman işçi ve emekçiler, eylemlerinde “tarih boyunca devrimler olmuştur, şimdi de devrimler zamanı” pankartını taşıdılar. Fransa’da “Sarı Yelekliler” 1789 ve 1871 devrimlerine gönderme yaparak “bir yenisi daha neden olmasın” dediler. Suriye’deki iç savaş sürecinde Kürt halkının yoğunlukta yaşadığı Rojava’da iktidarı ele geçirmesi, devrim tartışmalarını daha da alevlendirdi. Bizde bile Haziran ayaklanması için “devrim kapımızı çaldı, ama açmaya boyumuz yetmedi” denildi.
Rojava Devrimi’ni dışında tutarsak (kaldı ki o da “tamamlanmamış bir devrim”dir) diğer halk ayaklanmaları devrimle sonuçlanmadı. Buna karşın burjuva aydınlar ve reformist partiler, bunlara “devrim” diyerek, devrimin gerçek niteliğini gözlerden saklamaya ve kitleleri aldatmaya devam ettiler. Bilindiği gibi burjuvazi, en küçük düzen-içi değişimi, hatta kitlelerin aleyhine yapılan yasaları dahi, “devrim” olarak lanse ederek, hem “devrim” kavramının içini boşaltıyor, hem de kitlelerin devrime duyduğu özlemi sömürüp yasalarını rahatça geçirmeye çalışıyor. Reformistlerin ve burjuva aydınların yaptıkları da bundan farklı değildir.
Elbette ayaklanan bölgeler başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde “devrimci durum”un varlığı tartışmasız bir gerçektir. Ancak her devrimci durumun, devrime yol açmayacağı da tarihsel olarak kanıtlanmıştır. Lenin, “devrimci durumu” yaratan nesnel koşulları sıraladıktan sonra şunları söylüyor: “Her devrimci durumda değil, ancak sayılan nesnel değişikliklerin yanı sıra bir öznel değişiklik olduğu zaman, yani devrimci sınıf, kriz dönemlerinde bile ‘düşürülmezse’ kendiliğinden düşmeyecek olan eski iktidarı ezmek amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği zaman bir devrim ortaya çıkar.” (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky – İnter Yayınları sf. 158)
Marks da, “ayaklanmanın bir sanat olduğu”nu, bu sanatın başlıca kuralının da, “korkunç cesur ve geri dönmeyecek derecede kararlı bir taarruz” olduğunu belirtir. Ayaklanma ile oynanmayacağını, bir kez başladıktan sonra, sonuna kadar götürülmesi gerektiğini söyler. Paris Komünü’nde Engels’le birlikte yaptıkları budur. “Koşulların olgunlaşmadığını” söyleyip oturmak, teoriye uyup uymadığını tartışmak, doktrinerlerin işidir; komünistlerin ve devrimcilerin değil!
Paris Komünü’nden 1905 Devrimi’ne kadar devrimleri irdeleyen Lenin; “gericilik, barikatlara, kalabalığa ve binalara kurşun yağdırmaktan öteye gidemez. Ama devrim, Moskova gönüllü çarpışma birimlerinden çok daha ileriye gidebilir” demiştir ve Ekim Devrimi’yle bunu pratik olarak da kanıtlamıştır.
Sonuç olarak her devrimci durum, devrime yol açmıyor. Zaferle taçlanabilmesi için devrimci komünist bir önderliğe ve bu önderliğin her yeni gelişmede doğru politika ve taktiklerine ihtiyaç duyuluyor. Bunu başaran parti ve önderler, devrimin partisi ve önderi olabiliyorlar. Diğerleri ise, yenilen devrimlerin bedelini halkla birlikte ödüyorlar. Hem de çok ağır biçimde…
ARTIK HİÇ BİR ŞEY
ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK!
Bu kalıp cümle, son yılların en çok sarfedilen cümlelerinden biri oldu. Kuşkusuz doğada ve toplumda her şey değişim halindedir ve kendisiyle birlikte etrafını da değiştirir, dönüştürür. Bu gerçeği inkar eden veya çarpıtan, her daim sömürücü sınıflar ve onların sözcüleri olmuştur. Ya her şeyi dondurmuşlar, ya da değişimi geriye doğru ele almışlardır. Örneğin 11 Eylül 2001’de ABD’deki ikiz kulelere yapılan saldırının ardından, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözünü; ABD’nin ortalığı kasıp kavuracağı, her tarafı yerle bir edeceği, üstünlüğünü perçinleyeceği anlamında sarfettiler. Oysa tersi oldu. Çünkü tarihin tekerleği ileriye doğrudur; yer yer gerilemeler, zikzaklar olsa da, hep ileriye gider.
Sonuçta 2001 yılından sonra -kastedilenin tam zıddı biçiminde- “hiçbir şey eskisi gibi” olmadı. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı başladı ve taşlar yerinden oynadı. Fakat asıl değişimi yaratan, bu savaşa karşı direnen halklar, işçi-emekçi hareketi oldu.
Kitleler, kriz ve savaşla birlikte artan yoksulluğa, buna karşı tepkilerin şiddetle bastırılmasına, ezilen ulus ve mezhepler üzerindeki baskılara isyan etti. Daha önemlisi, düzen-içi çözümlere değil, devrime yöneldi; diktatörlük değil, demokratik-halkçı bir yönetim istedi. Ve bu eylemlere ezilen-sömürülen tüm kesimler katıldı. Bunların içinde işçi sınıfı da vardı. Özellikle Mısır’da sonucu belirleyen; işçi sınıfının grevleri oldu.
Egemenleri asıl korkutan bu faktörlerdir. O güne dek arkasında durdukları diktatörleri çekilmeye zorlamaları da bu yüzdendir. Sonrasında gerici hükümetleri işbaşına getirmeleri ya da askeri darbelere başvurmaları, kitle hareketini bastırmak, devrim tehlikesini uzaklaştırmak içindir. Ancak bir yerde bastırdıkları hareket, başka bir yerde patlamakta, “domino etkisi”yle tüm dünyayı sarmaktadır.
Örneğin Mısır’daki halk ayaklanmasının simgesi Tahrir Meydanı, sonrasında dünyanın her hangi bir yerinde, kitlelerin “burası Tahrir” diyerek, direnişleriyle özdeşleştirmelerine neden olmuştur. Keza Amerika’da eylemlerin arttığı Orta-Batı eyaletleri, “Burası Orta-Batı değil, Ortadoğu” diyerek, egemenleri korkutmaktadır. Bizde de Mısır isyanından sonra gerçekleşen mitinglerde, en sık ve gür atılan slogan; “Erdoğan sonun Mübarek olsun!”du. Sonrasında Türkiye tarihinin en büyük halk hareketi olan Gezi Direnişi, bu ayaklanmalardan esinlendiği kadar, başka halk hareketlerine de örnek oldu. (Gezi Direnişi ve ardından gerçekleşen Haziran Ayaklanması’na yeniden döneceğiz.)
Kısacası son 10 yıl, isyan, ayaklanma, işgal, direniş ve grevlerle geçti. Her ne kadar burjuvazi, bu eylemlerin içini boşaltmaya ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya kalktıysa da, kitlelerin uyanışını ve tepkilerini daha radikal biçimlerle ortaya koyuşunu engelleyemedi, engelleyemiyor. Sadece geri bıraktırılmış bölgelerde değil, emperyalist metropollerde bile, sokağa çıkıyorlar, belli kurumları işgal ediyorlar, polisle çatışıyorlar…
Bunun son örneğini Fransa’da “Sarı Yelekliler”in eylemlerinde gördük. Vergi soygununa tepkiyle başlayan eylemler, başta Paris olmak üzere Fransa’nın her yanını sardı. Oradan Avrupa’nın diğer ülkelerine yayıldı. Başlangıçta eylemleri görmezden gelen Fransız hükümeti, Avrupa burjuvazisinin uyarısıyla bazı noktalarda geri adım atmak zorunda kaldı. Fakat bunlar Sarı Yeleklileri durdurmaya yetmedi. Hala eylemlerini sürdürüyorlar.
Talepleri ekonomik olduğu kadar, siyasi bir içerik de taşıyor. Örneğin, “asgari ücret” gibi “azami ücret”in de belirlenmesi ve bunun ortalama ücreti geçmemesi gibi son derece önemli bir talep var. Ki bu, sadece sosyalizmde yaşama geçirilmiş -aradaki fark en fazla iki kattı- bir durumdur. Kapitalizmde ise her daim onlarca kat fark olmuştur. Günümüzde bu oran yüzlerce katı bulmaktadır. Yani “servet uçurumu” devasa bir boyuta ulaşmıştır ve bu durum, işçi ve emekçinin gözünden kaçmamaktadır. “Küçükten küçük, büyükten büyük vergi alınması” talebi de bununla bağlantılıdır. Yanı sıra parlamentonun işlevsiz hale gelişine, kararnamelerle yönetilmeye, cumhurbaşkanının yoksulları hor gören üslubuna isyan edip, halkın yönetime daha fazla katılımını istemektedirler.
Bu yönleriyle Sarı Yelekliler, kapitalizme isyanın yeni adı oldu ve son on yıldaki halk ayaklanmalarının zirvesini oluşturdu. Kapitalizmin artık kitleler tarafından daha fazla sorgulandığını, böyle bir sistemde yaşamak istemediklerini ortaya koydu.
Günümüzde servet uçurumunun ulaştığı boyutlar, burjuva kurumları dahi ürkütüyor. Örneğin 1900’lerin başında, dönemin en zengini olan Rockfeller’in 1 milyar dolar servete ulaşması, büyük bir olayken, şimdi trilyon dolar sahipleri var. Sadece Çin’de 500 kişinin milyar dolar sahibi olduğu söyleniyor.
Marks’ın ifadesiyle “bir kutupta servet birikirken, diğer kutupta sefalet birikiyor.” Bir başka ifadeyle, milyonlarca insanın sefaleti üzerinden bu servetler oluşuyor. İşsizlik, özellikle de gençler arasında en üst seviyelere çıkmış durumda. Düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, artan vergiler, sadece geri-kapitalist ülkelerde değil, emperyalist ülkelerde de yaşanıyor. Geçmişin görece refah dönemi uzunca bir süredir son buldu. Üstelik emperyalist savaşla birlikte artan mülteci akını ile göçmenler “ucuz işgücü” olarak kullanılıyor. Ya da emperyalist tekeller, fabrikalarını ucuz işgücünün bulunduğu ülkelere taşıyorlar. Böylece bu ülkelerde hem işsizlik artıyor, hem de daha kötü koşullarda düşük ücretle çalışmak zorunda kalıyorlar.
Bu durumu egemenler “yabancı düşmanlığı”nı körükleyerek, işçi ve emekçileri birbirine düşürerek yönetmeye kalkıyor. Milliyetçiliği öne çıkartıp faşizme kitle tabanı yaratıyorlar. Bir çok Avrupa ülkesinde son yıllarda faşist partilerin hükümete girmesi ya da oylarını arttırması boşuna değil. Genel olarak dünyada faşizmin yükselişine tanık oluyoruz. Bunun kuşkusuz emperyalist savaşla ve çok yönlü yaşanan krizle doğrudan bağı var.
Ne “sosyal devlet” ne de “demokrasi”den eser kaldı! Bunlar, işçi ve emekçilerin mücadelesiyle ve burjuvazinin “sosyalizm korkusu”yla elde edilmiş haklardı. “Sosyalist blok” yıkılıp da, burjuvazi bu “korku”dan kurtulduğu anda, ilk dönemki “vahşi”liğine geri döndü. Dinci-gericiliği yeniden hortlattı ve yağma savaşları ile dünyayı kana boğdu. 90’lı yıllardan bu yana kazanılmış hakları adım adım gaspetti.
Son 30 yıl içinde kapitalizmin insanı ve doğayı katleden yüzü, tüm çıplaklığı ile gözler önündedir. Öyle ki, çevre sorunu bile (ekoloji) günümüzün ölüm-kalım sorunu oldu ve ona karşı mücadele kitlesel bir karakter kazandı. Kapitalist tekellerin atmosfere saldığı gazların etkisiyle buzullardaki erime, iklimleri değiştirdi, “doğa olayları”nın çok daha tahripkar sonuçlara yolaçmasına neden oldu. Engels’in “doğa intikamını alacaktır” sözü, her olayda kendini kanıtladı. Kapitalizmin sadece insanları değil, tüm canlıları yokettiği, dünyayı hızla batma noktasına götürdüğü artık çok açık görülmeye başlandı.
Onun içindir ki, kapitalizme karşı mücadele, insanlığın gerçek anlamda yaşam mücadelesidir. Son yıllardaki kitle hareketlerinin sistemi daha fazla sorgulaması, giderek radikalleşmesi ve “devrim” isteğinin artması bu yüzdendir. Ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, olmayacağı bir evreye girilmiştir. Bu hem egemenler, hem de işçi-emekçi cephesinden böyledir.
BU DAHA BAŞLANGIÇ!
Kuzey Afrika’dan ve Ortadoğu’ya Amerika’dan Avrupa’ya tüm dünyada esen isyan rüzgarının, Türkiye’yi etkilememesi düşünülemezdi. Nitekim 2013 Haziranı, ülke tarihinin en büyük halk ayaklanmasına sahne oldu. Milyonlarca kişi sokağa çıktı, polisle çatıştı. Taksim Meydanı ise, direnişin sembolü oldu; günlerce polisten arındırılmış bir “özgürlük alanı” haline geldi.
Böylesi büyük bir direniş, tabi ki sadece dünyadaki gelişmelerin etkisiyle gerçekleşemezdi. Ülkede artan sömürü ve baskıya, hak gasplarına karşı biriken öfkenin patlamasıydı aslolarak.
AKP hükümetiyle birlikte artan saldırılara karşı o güne dek birçok eylem yapılmıştı. Sadece işçiler değil, memurlar, doktorlar, mühendisler, avukatlar, yani toplumsal statüleri görece daha iyi olan kesimler bile, sokağa çıkmıştı. Keza liseli ve üniversiteli öğrenciler, uzun yıllar süren suskunluklarını kırmış, boykot yapmışlardı. Ayrıca Kürt halkı, reformist önderliğin zikzaklarına rağmen tepkilerini eylemli biçimde yükseltmeye başlamıştı.
Kısacası toplumun tüm kesimleri ayaktaydı. Buna karşın AKP hükümeti bunlara kulaklarını tıkıyor, kitlelerin yaşam biçimlerine kadar her alanda saldırılarını arttırıyordu. Taksim’deki Gezi Parkı’nın yıkılarak AVM yapılması girişimi ve buna karşı direnenlere yapılan saldırı, bardağı taşıran son damla oldu. Gerçekten de mesele bir ağaç değil, yıllar boyunca süren saldırılara, onur kırıcı davranışlara, “ben ne dersem o olur” pervasızlığına bir isyandı.
Bunun bir sonucu olarak direnişin temel sloganı, “hükümet istifa” oldu. Elbette hükümet değişikliği, yaşanan sorunları çözmeyecekti. Ama bir halk hareketi ile devrilmesi, halkın kendi gücüne güvenmesi bakımından geleceğe önemli bir miras bırakacaktı. Direnişin en önemli talebi karşılanmış ve zaferle sonuçlanmış olacaktı. Ne var ki, başta Kürt hareketi olmak üzere reformist kesimler, kitlelerin bu talebini bastırmaya çalıştılar; dahası, direnişi bir an evvel bitirmek için büyük bir çaba sarfettiler. Kitlelerin direnişlerine sahip çıkması ve talepler karşılanmadan bitirmeme kararlılığı, eylemin 15 gün boyunca sürmesini sağladı.
Sonuçta direniş, polisin saldırılarıyla bitirildi. Fakat her aşamada direnmeye devam edildiği için aylarca sürdü. Kimi zaman alçalan, kimi zaman yükselen, ama hiç kesilmeyen bir eylemlilik süreci yaşandı. Dolayısıyla bir yenilgi ruh hali oluşmadı. Direnişte şehit düşenlerin mahkemeleri, ayrı bir direniş odağı oldu. Direniş günlerinde ağır yaralanıp aylar sonra yaşamını yitiren Berkin Elvan’ın cenazesi, İstanbul’da milyonlarca kişi tarafından kaldırıldı. Liselerde okul boykotları dahil, yurdun dört bir yanında eylemlerle uğurlandı. Ayrıca o dönemde gerçekleşen madenci katliamlarına (Soma ve Ermenek) yaygın ve kitlesel protestolar yapıldı.
AKP hükümeti devrilmedi, fakat büyük bir güç ve prestij kaybına uğradı. O günden sonra kitle desteği sürekli eridi. Direnişin AKP’ye vurduğu ağır darbenin yarattığı zemin, Gülen Cemaati tarafından yolsuzluk dosyalarının ortaya dökülmesi için bir fırsat oluşturdu. Dolayısıyla klik çekişmelerinin derinleşmesinde de önemli bir rol oynadı.
Haziran ayaklanmasının talepleri karşılanmamış görünse de, bu yanıltıcıdır. Direnişin başlangıç nedeni olan Gezi Parkı’na AVM ve Topçu Kışlası yapma planı gerçekleşmedi örneğin. Zaman zaman yeniden dile getirilse de böyle bir adımı atamadılar. Ama asıl kazanım, kitlelerin bilincinde yarattığı sıçramadır. Zaten böylesi büyük direnişler, somut kazanımlara sıkıştırılamaz. En başta halkın kendine güveni arttı, haksızlığa başkaldırı yaygın ve kitlesel bir hal aldı. Küçük-burjuva aydın kesimlerin sıkça yineledikleri “bu halk adam olmaz” teranesi yerle bir oldu. Sonrasında yeniden karamsarlık havası yaysalar da, eskisi gibi etkili olamadı, zaten yeni direnişlerle bu hava kısa sürede dağıldı.
Bu yönleriyle Haziran ayaklanması bir “milat” özelliği taşıyor. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen AKP’nin “Gezi korkusu”nun hiç bitmemesi de bunun göstergesi. Onu kriminalize etme ve yargıya taşıma çabası hiç bitmedi. Fakat Gezi, halkın gözünde meşru bir direnişti ve hiçbir saldırı, karalama kampanyası bunu değiştirmeyi başaramadı.
Bütün bu olumluluklarına rağmen Haziran ayaklanmasının eksiklikleri de yok değildi. Onu zayıf düşüren en önemli yönlerden biri, işçi sınıfının yeralmamış olmasıydı. Elbette direnişin içinde işçiler de vardı. Fakat üretim alanlarından eylemleriyle, grevleriyle, yani sınıf olarak direnişe katılamamışlardı. Bunda en önemli faktör, çoğunluğunun örgütsüz oluşu, varolan sendikaların ise büyük oranda işbirlikçi olmasıydı. Ayaklanmaya destek veren tek işçi konfederasyonu DİSK’in “genel grev” kararı da son derece göstermelikti.
Fakat Haziran ayaklanması, işçi sınıfının varolan sendikaları aşan eylemlere başvurmasında önemli bir itilim sağladı. Ayaklanma sonrası fiili grevler, direnişler ve işgaller dönemi başladı. Bunların içinde Kazova ve Greif işçilerinin aylarca süren fabrika işgalleri en öne çıkanı oldu. Keza Yatağan işçilerinin militan eylemleri, önlerine kurulan barikatları aşarak, polisle çatışarak Ankara’ya yürümeleri, özelleştirme karşıtı etkili eylemlerden biriydi.
Ama asıl fırtına, Haziran ayaklanmasından iki yıl sonra Metal’de koptu. Tarihe “metal fırtınası” olarak da geçen metal işkolundaki işçilerin eylemi, sadece patronları değil, faşist Türk Metal sendikasını da titretti. Zaten direnişin kıvılcımını çakan da, bu sendikadan istifa etmek isteyen işçilerin Türk-Metal çeteleri tarafından dövülmesi olmuştu. Bu, işçilerin onur mücadelesiydi aynı zamanda. Patronlarla sendika kolkola girerek işçileri azgın şekilde sömürüyor, üstelik hakaret ve dayak dahil her tür onur kırıcı davranışla karşı karşıya kalıyorlardı. Hem sendikaya hem de patronlara iyi bir ders verebilmek için, işçiler fabrika işgali ve fiili grevle, sendikadan toplu istifayı birarada gerçekleştirdiler.
Bursa’daki otomotiv fabrikalarında başlayıp İstanbul ve diğer şehirlere yayılan “metal fırtınası” AKP hükümetini de telaşlandırdı. Çünkü işçiler herhangi bir polis saldırısı olduğunda, doğrudan hükümeti hedef alacaklarını duyurmuştu. Direnişin diğer işkollarını da harekete geçirmesinden korktukları için, hem metal patronlarına hem de sendikaya baskı yapıp eylemin bitmesini istediler. Onlar da işçilerin taleplerinin önemli bir kısmını kabul ederek geri adım atmak zorunda kaldı.
Yaklaşık bir ay süren “metal fırtınası” grev yasağı dahil birçok yasağı fiilen delmesi ve kazanmanın yolunun meşru eylem hattından geçtiğini göstermesiyle, sınıfın mücadele tarihine altın harflerle kazınan bir sayfa oldu. Ona “Metal’in Gezi’si” denmesi boşuna değildir. Haziran Ayaklanması’nın sınıfsal devamı olduğunu söylemek, yanlış olmaz.
Haziran Ayaklanması’nın dağılmasının ardından gerçekleşen ilk eylemde, “Bu daha başlangıç! Mücadeleye devam” sloganı atılmıştı. Bu slogan, kitlelerin mücadele isteğinin ve azminin bitmediğini, egemenleri sarsmaya devam edeceğini duyuruyordu. Sonraki yıllar, bunun kanıtı oldu.
Ama daha önemlisi; bu slogan, sadece Türkiye’deki halk hareketleri açısından değil, dünyadaki ayaklanmalar için de önemli bir saptamaydı. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Amerika’dan Avrupa’ya gerçekleşen tüm isyanlar; esasında bir “başlangıç”tı. Çünkü bunlarda DEVRİM fikri yeniden filizlenmekle birlikte, henüz sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefinden yoksundu. Kapitalist sistem sorgulanıyor, böyle bir sistemde yaşanmak istenmiyor, fakat nasıl bir sistem istedikleri belirsizliğini koruyordu. Elbette bunun için “bilinçsiz sürecin bilinçli unsurları”na, yani komünist kadroların önderliğine ihtiyaç vardı. Ve ne yazık ki, eksik olan da buydu.
En önemli eksiklik:
ÖNDERLİK BOŞLUĞU
Gerek dünyada gerekse ülkemizde yaşanan halk hareketlerinde en önemli eksikliğin önderlikte düğümlendiği somut olarak ortadadır. Çoğu yerde ayaklanmalar kendiliğinden patlak vermiştir. Öncesinde çağrı yapan veya patlak verdikten sonra ona önderlik eden bir parti veya örgüt yoktur. Ayaklanma başladıktan sonra pek çok örgüt içinde yeraldı tabii, kimisi yönlendirmeye de çalıştı. Fakat hakimiyeti sağlayamadılar, en fazla belli bir ağırlık oluşturabildiler.
Ayaklanma sonrasında ondan yararlanan parti veya akımların olması, bu durumu değiştirmiyor. Bunu en açık haliyle Kuzey Afrika’da gördük. “Müslüman Kardeşler” eskiye dayanan örgütlü gücü ve dönemin “ılımlı İslam” projesine uygunluğu ile öne çıkmayı başardı. Oysa “Müslüman Kardeşler” ayaklanma başladığında içinde yeralmaktan bile uzak durmuştu. Ayaklanmanın başarıya ulaşacağı kesinleştikten sonra, o da kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için son anda katılmıştı. Buna karşın ayaklanma sonrası hem Tunus’ta hem de Mısır’da iktidara geldiler.
Halk “devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden ayaklanınca, Tunus’ta (ki orada “koalisyon” içinde yeralmışlardı) geri çekilmek zorunda kaldılar. Mısır’da ise tek başına hükümeti kurdular ve halk hareketini zorla bastırarak, kendi şeriat düzenlerini getirmeye çalıştılar. Bu gelişmelerde AKP hükümetinin, özel olarak da Erdoğan’ın önemli bir rol oynadığını biliyoruz.
“Müslüman Kardeşler” 1920’lerde Mısır’da kurulmuş ve Mısır’ın siyasi tarihinde etkin olmuş, radikal İslamcı bir örgüttü. Onu “ılımlı” gösterip ABD’nin desteğini almasında ve attığı pek çok adımın arkasında AKP vardır. Aynı şekilde Mursi’nin başında yeraldığı hükümetin bir yıl içinde tepetaklak olmasından da sorumludur. Çünkü yeni bir anayasa hazırlayıp baskıcı bir rejim kurmalarını, halk hareketini şiddetle bastırmalarını, çekilmeyi kabul etmeyip sonuna dek direnmelerini salık veren AKP’dir. Bütün bunlar Mursi Hükümeti’nin sonunu getirmiştir. Hükümete karşı yükselen tepkiyi arkasına alan ordu darbe yapmış, Mursi dahil yönetici kadrolarını tutuklamıştır.
Mısır-Türkiye ilişkilerinin o günden bu yana düzelmemesi, bu yüzdendir. Sonrasında Türkiye, Mısır’dan kaçan “Müslüman Kardeşler”e ev sahipliği yaptı. Suriye’de de “Müslüman Kardeşleri” iktidara taşımak için Esat’a baskı yaptığı, Esat’ın bunu kabul etmemesi üzerine savaşı başlattığı bilinmektedir. Sonuçta Erdoğan’ın “Müslüman Kardeşler”in hamiliğini üstlenmesi, bölgede yaşanan pek çok gelişmede önemli bir etken olmuştur. Elbette bunlar ABD’den bağımsız değildir. Fakat ABD’nin “at değiştirdiği” durumda bile, aynı çizgide ısrarı, ABD ile ilişkilerin bozulmasında da önemli bir faktördür.
Arap isyanları Mısır’da bu şekilde sonuçlanırken, ABD’nin başını çektiği emperyalistler, Libya ve Yemen’de iç savaşı kışkırtıp o ülkeleri parçaladılar. Yani “önderlik boşluğu” çok yerde dinci-gericilik ve emperyalistler tarafından kullanılmış oldu.
“Önderlik boşluğu”ndan kastımız; asıl olarak komünist ve devrimci önderliğin olmayışınadır. Ama son 10 yılda gelişen halk ayaklanmalarında hiçbir akımın önderliği sözkonusu değildir. Mısır gibi dinci hareketin en güçlü olduğu yerde bile, ayaklanmaya önderlik etmemişlerdir. Zaten gerici-faşist akımların bu türden ayaklanmalara önderlik etme şansı da yoktur. Çünkü bu ayaklanmalar krizin ve savaşın yarattığı sonuçlara tepkiyle başlamış ve doğallığında anti-kapitalist, anti-emperyalist bir niteliğe bürünmüştür. Dolayısıyla “sol” tandanslı akımların önderlik edeceği bir bileşim ve içeriğe sahiptir. Komünist ve devrimci yapılar olmayınca -ya da güçsüz olunca- reformist partilere alan açılmakta, fakat onlar da kitlelerin taleplerine yanıt verememektedir. Bu yüzden düzen-içi iyileştirmeler yönüyle dahi güdük kalmaktadır.
İçinde bulunduğumuz durum, reformlar için bile devrimci tarzda mücadeleyi gerektiriyor. Çünkü reformist partilerin reform yapma olanağı yoktur. Onlar bu ayaklanmaları barışçıl şekilde bitirmek için çalışırlar. Egemenler de onları bu şekilde değerlendirir. Bunu başaramadıklarında, zor yoluyla bastırmaya çalışırlar. Çoğu yerde katliamla bastırılmıştır zaten. Yani doğru bir önderlikten yoksunluk, kitlelere her zaman daha büyük acılar çektirmiş, daha ağır bedeller ödetmiştir.
Bütün bunları Gezi Direnişi sırasında somut olarak yaşadık. İçinde bizzat yer aldığımız bir halk ayaklanması olduğu için çıkardığımız dersler çok daha ayrıntılı ve somut oldu. Bu boşluğu dolduramamış olmanın acısını hücrelerimize hissettiğimiz, sorumluluğunu taşıdığımız çok önemli bir süreçti aynı zamanda.
Kuzey Afrika’daki ayaklanmaların ardından yaptığımız değerlendirmelerde, o günlere hazırlanmak gerektiğini söylemiş, böyle bir yönelimin içine girmiştik. İllegal yayın organımız İhtilalci Komünist’in Mayıs-Haziran 2011 tarihli sayısının başyazısında (“Halk ayaklanmaları yaygınlaşırken BİLİNÇ ve ÖRGÜTLENME DÜZEYİNİ YÜKSELTELİM!” başlıklı yazı) bu açıkça ifade ediliyor:
“Devrimci durum olarak tarif edilen nesnellik, Türkiye için de geçerlidir. Önümüzdeki aylarda bu durumun daha fazla olgunlaşması kaçınılmaz görünmektedir. Ancak son Arap isyanlarının da gösterdiği gibi, “devrimci durum” hatta halk isyanları, kendiliğinden devrime götürmez… İçinde bulunduğumuz durum itibarıyla, Türkiye’de yakın bir zamanda meydana gelecek bir ayaklanma, isyan vb. Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının yaşadığı sorunlarla bizleri karşı karşıya bırakacaktır. Çünkü öznel faktör, devrimci komünist önderlik boşluğu, büyük bir handikap olarak durmaktadır. Bunu telafi edecek yol ve yöntemleri bulmak ve bugünden yol almak zorundayız. Aksi halde ortaya çıkacak son derece elverişli koşulları değerlendiremeyen komünist ve devrimciler olarak kalırız. Bunun vebali, sorumluluğu çok ağırdır.” (İhtilalci Komünist, Mayıs-Haziran 2011)
Sonrasında bu nokta üzerinde ısrarla duruyoruz. “Devrim Yıllarına Hazırlanalım!” başlıklı yazımızda; “2012, krizin artan şiddeti, savaşın açık biçimde ve dünya ölçeğinde yaşanma tehlikesi kadar, yeni ayaklanmalar ve devrimlerin de yılı olabilir. 2011, bunun işaretlerini vermiştir… Dünyada ve ülkedeki gelişmeler, dönüp dolaşıp devrimci, komünist bir öncüye duyulan ihtiyacın yakıcılığını ortaya koyuyor. Bu durumda asıl olarak dönüp kendimize bakmamız ve kendimizi tahkim etmemiz gerektiği açıktır” diyerek bize düşen görevleri sıralıyoruz. (İK, Kasım-Aralık 2011)
2013 yılında gerçekleşen 1 Mayıs’ın ardından ise, ayaklanma günlerinin çok yakın olduğunu hissettik ve bunları gerek legal, gerekse illegal yayınlarımızda ifade ettik. Devletin tüm önlemlerine rağmen onbinlerin yollara dökülmesi ve polisin vahşi saldırılarına rağmen dağılmayıp tekrar tekrar saldırıya geçmesi, yeni bir döneme işaret ediyordu. Bir sonraki kitle hareketi bundan çok daha güçlü olacaktı. Nitekim bir ay sonra Haziran Ayaklanması başladı.
Elbette doğru tespitler tek başına yeterli değildir. Hatta bu yöndeki çabalar da kafi gelmeyebilir. Ama sorunu bu şekilde önceden ortaya koymak, örgütü ve kadroları en başta kafaca hazırlıklı hale getirir. Doğru siyasal öngörüler ve bu doğrultuda hazırlıklar, gelmekte olanı görmek ve o durumda ne yapacağını bilmek bakımından avantaj sağlar.
Gezi direnişi başladığında bizi diğer devrimci hareketlerden farklı kılan buydu. Onun için başladığı andan itibaren içinde yeraldık ve her aşamasında müdahil olmaya çalıştık. Zaten Taksim Meydanı’nın betonlaştırılması projesine karşı duyarlılığımız vardı. Bu betonlaştırma projesinin bir amacı da, üç yıldır yasal olarak Taksim Meydanı’nda yapılmakta olan 1 Mayıs kutlamasını engellemekti çünkü. Taksim’i ve 1 Mayıs’ı savunma bilinciyle “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nun bileşeni olarak, Aralık 2012’den itibaren bu yönde çalışmalara ve eylemlere başladık. DİSK, KESK, TMMOB dahil birçok kurumla görüştük ve ortak çalışma yürütme önerisini götürdük. Taksim Dayanışması da betonlaştırma projesiyle ilgili paralel bir çalışma yürütüyordu, ancak bu çalışmalar ortaklaştırılamadı.
Gezi Parkı’na ilk çadırlar kurulduğunda yoldaşlarımız oradaydı. Polisin saldırmasıyla birlikte tüm güçlerimizle direnişte yerimizi aldık. 31 Mayıs günü saatlerce süren çatışmalarda ve Taksim Meydanı’nın özgürleştirildiği o tarihi anda, giren ilk grubun içindeydik. O sırada ve sonrasında birçok yoldaşımız yaralandı, gözaltına alındı, ama yılmadan yeniden kavga alanlarına döndüler.
Direnişin başladığı andan itibaren Taksim Dayanışma’nın içinde yeraldık, reformistlerin direnişi bir an evvel bitirme çabalarının karşısında durduk. Onun militan bir tarzda sürmesi ve kazanımla sonuçlanması için çaba harcadık, önerilerde bulunduk. “Güvenlik” başta olmak üzere birçok birimde aktif olarak çalıştık. Direnişin her önemli aşamasında çıkan bildirilerimiz, hem varolan durumu yorumlaması hem de geleceğe dair öngörüleri ile direnişteki yoldaşlarımıza ışık tuttu. Ve bunların doğruluğu an be an kanıtlandı.
Sadece direnişin kalbi Taksim’de değil, bulunduğumuz tüm illerde ve yurtdışında da direnişi büyüten ve onu daha ileriye taşıyan bir çabanın içinde olduk.
Diğer yandan devrimcilerin birliğini sağlamaya, reformizme karşı ortak tavır almaya ve direnişte devrimci etkiyi arttırmaya çalıştık. Bu yöndeki çabamız ne yazık ki karşılık bulmadı. “Toplantı enflasyonu olur” ya da “Dayanışma’da görüşlerimizi ifade ediyoruz” gibi gerekçelerle reddedildi. Oysa o toplantılara ortak kararlarla gitmek, devrimcilerin gücünü arttıracaktı. Ayrıca direnişin gidişatında daha etkin bir rol oynanmasını sağlayacaktı. Bunun zemini baştan kesildi.
Zaten devrimci hareketler direnişe hazırlıksız yakalanmıştı. Bir çoğu direniş başladıktan sonra bile içine giremedi. ABD’nin “renkli devrimleri”ne benzetip bilinçli bir mesafe koyanlar oldu. Gecikmeli olarak girdiklerinde de hareketin boyutunu kestirmekten uzaktılar. “Direniş bitse de işimize dönsek” diyenler vardı. Sanki bir devrimcinin bundan daha büyük bir işi olabilirmiş gibi! En başta siyaseten önemini kavramamışlardı; nasıl bir tarihsel olayın içinde olduklarının ve kendilerine düşen rolün farkında değildiler.
Elbette 1 Mayıslar başta olmak üzere o güne dek gerçekleşen eylem ve direnişlerde devrimcilerin rolü büyüktü. Ayrıca devrimci hareketin yarattığı değerler, direnişte yansımasını bulmuştu (barikat kurma, güvenliği sağlama, komün kurma vb.) Gezi Parkı’na polisin saldırısından sonra başlayan eylemlere de katılan birçok devrimci vardı ve en önde çatıştılar. Direnişin ilk aşamasında bunların çok önemli bir rolü oldu. Fakat bütün bunlar, harekete önderlik edildiği anlamına gelmiyordu. Daha kötüsü, böyle bir düşünce ve yönelim yoktu.
Devrimci hareketlerin varolan gücüyle düşündüğümüzde, böylesi büyük bir halk ayaklanmasına önderlik edebilmenin zaten imkansız olduğu sonucuna varılabilir. Niceliksel güçsüzlük birçok noktada boşluklar yaratabilir. Yani istesek de güç yetiremediğimiz, bizi aşan durumlar olabilir. Fakat burada asıl sorun, ideolojik-siyasal bakıştaki geriliktir. İktidar perspektifinden yoksunluk, iddiasızlık, misyon kaybıdır. Kendiliğindenliğe kapılma, sürüklenme halidir. Ve toplamında kitlelerin gerisinde kalmadır.
Devrimci hareketler ne yazık ki, direniş sonrasında da kendilerine dair bir değerlendirme yapmadılar. Buradan sonuçlar çıkarıp geleceğe ders bırakmadılar. Türkiye tarihinin bu en büyük ayaklanmasında böylesine atıl, etkisiz kalmış olmanın nedenleri çözümlenip, bunları gidermenin yolları tartışılmadı.
Bunlar yapılmadan bir sonraki ayaklanmada farklı bir rol oynamak mümkün değildir. Elbette kitleler kendi deneyimleri ile öğrenecek ve kendi örgütlerini, önderlerini mücadele içinde yaratacaktır. Mısır’da “halk komiteleri”nin Gezi Direnişi’nde “forumlar”ın öne çıkması gibi… Gezi’de reformizmin direnişi bitirme çabasına rağmen bunu başaramamasında “forumlar”da alınan kararlar belirleyici olmuştur. Fakat bu durum, direnişin yenilmesini ortadan kaldırmadı.
Halk ayaklanmalarında bu tür kitle örgütleri doğar. Rusya’da sovyetler, Fransa’da komünün doğması gibi. Ancak bu örgütlerin içinde komünist ve devrimciler etkin bir güç olamaz ve doğru bir önderlik yapamazlarsa, kitleler ne kadar kararlı olsa da, direniş yenilmeye mahkumdur. Ya da kısmi başarılarla yetinmek zorunda kalır.
Dünyanın dört bir yanında halk ayaklanmalarının başladığı, kriz ve savaş koşullarında bunun katlanarak devam edeceği gözönüne alınırsa, bu hareketlerin en büyük eksikliği olan komünist ve devrimci “önderlik boşluğu” doldurulmak zorundadır. Ve illa ki doldurulacaktır.
FAŞİZM ve REFORMİZMİN ÇARESİZLİĞİ
Marks, “Fransa’da sınıf savaşları” adlı eserinde; “devrim, kuvvetli ve birleşik bir karşı-devrimi yaratarak ilerler” der. “Yani devrim, düşmanı gitgide daha aşırı savunma tedbirlerine başvurmaya zorlar ve böylece daha güçlü saldırı vasıtaları bulur.”
Ayaklanmalar sonrasında egemenlerinin yaptığı da bu olmuştur. Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada faşizmin yükselişi, Türkiye’de AKP’nin gerici-faşist uygulamaları bununla bağlantılıdır. Son yıllarda krizin sürekli ve şiddetli bir hal alması, emperyalist savaşın daha geniş bir coğrafyaya yayılması ve bu duruma karşı artan kitle eylemleri, egemenleri son çare olarak faşizme yöneltmektedir. Sosyalist sistemin baskısından kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık ile, bu yola daha sık başvurabilmektedir.
Bugün “burjuva demokrasisi”nin en temel organları işlemez haldedir. Parlamento ve seçimler, giderek daha göstermelik hale gelmiştir. Keza siyasi partiler, sendikalar, burjuva anlamda dahi muhalefet yapamaz durumdadır.
Bu durum egemenler açısından “yönetme krizi”ni doğurmakta, kitleleri ikna etmeyi, rıza üretmeyi başaramayan, dolayısıyla kitle temeli zayıflayan iktidarlar haline getirmektedir. Devleti sadece zor kullanarak ayakta tutmak mümkün değildir. Ama bu koşullarda kitleyi arkalarına alabilmeleri de mümkün değildir. Bu da egemenlerin en büyük paradoksudur.
Öte yandan burjuvazinin her sıkıştığında başvurduğu reformist parti ve kurumlar da bugün çare olamamaktadır. Esasında reformizm, devrimci-komünist hareketin güçlendiği dönemlerde ortaya sürülen bir akım olmuştur. En güçlü oldukları dönemlerin, sosyalizmin kapitalizme karşı zafer kazandığı dönemler olması tesadüf değildir. Sosyalizmin gerilediği dönemlerde ise burjuvazinin reformizme ihtiyacı kalmaz ya da azalır. Nitekim öyle de olmuştur.
Son yıllarda artan kitle hareketleri reformistlere ihtiyacı yeniden arttırdı. Ne var ki, kitlelerin kapitalizmin sınırlarını aşan talepleri ve radikalleşen eylemleri karşısında, reformizmin yapabileceği bir şey kalmadı. Fransa’da Sarı Yelekliler, bunun en somut göstergesi oldu. Öyle ki, ‘70’li yıllarda “Avrupa Komünizmi” adı altında revizyonist-reformist akımların altın çağını yaşadığı Avrupa’da bugün işlevsiz bir haldeler. Çünkü kitleye güven vermiyorlar. Bugüne dek birçok eylem ve direnişin bu kurumlar aracılığı ile kırılmış olması, kitlelerin onlardan uzaklaşmasını getiriyor. Reformist partiler, işbirlikçi sendikalar, bir dönem şişirilen STK’lar, bırakalım çekim merkezi olmayı, geniş kitleler tarafından lanetlenen kurumlardır artık.
Özcesi, reformist partilerin, bürokratlaşmış sendikacıların saltanatları yıkılmaya başlamıştır. Bu kurumlardan “sıtkı sıyrılmış” kitleler, sorunlarına gerçekten sahip çıkacak devrimci ve militan bir öncü ve örgütün arayışı içindedir. Kitle hareketi karşısında faşizm ve reformizm çaresizdir.
Kitlelerin reformist kurumlardan uzaklaşmasını “örgütsüzlük” addedip mahkum etmek, ya da her tür örgüt biçimini reddedip (başta parti örgütlenmesini) orjinalite arayışına girmek, doğru bir yaklaşım değildir. Kitleler örgütlülüğü değil, varolan sendika ve partileri reddetmektedir. Tepkileri genel olarak örgütlere, örgütlenmeye değil, reformist-uzlaşmacı örgütleredir. Nitekim direniş içinde kendi örgütlerini yaratmaktadırlar. Başka türlü kazanma şanslarının olmadığını kendi deneyimleriyle öğrenmişlerdir.
Örgüt biçimleri değişebilir. Önemli olan onun özüdür. Lenin’in de belirttiği gibi, komünistler örgüt biçimlerini masa başında belirlemeye kalkmaz. Mücadele içinde ortaya çıkan örgüt biçimlerine bilinçli bir ifade vermeye çalışır ve onu devrimin kaldıracı haline getirmeyi hedefler. Onları diğer “sol”, “sosyalist” kesimlerden ayıran temel farklardan biri budur.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kitlelerin gerçek anlamda devrimci, komünist öncülere ve onların önderliğindeki örgütlere ihtiyacı vardır. Önümüzdeki dönemde işçi sınıfının eylemlerinin artacağı kesindir. İşçiler, sarı sendikaları aşan fiili eylemlerle sonuç alabileceklerini bilmektedir. Somalı madencilerin, işbirlikçi sendikayı basmaları ve istifaya zorlamaları, Metal işçilerinin Türk Metal’i dize getiren fırtınayı estirmeleri, yeni döneme ışık tutmaktadır.
Sonuçta işçi direnişlerinden halk ayaklanmalarına, yaşanan “önderlik boşluğu” doldurulmayı beklemektedir. Buna yanıt olabilmek, en önce komünistlerin görevidir. Bu toplantıda alınan kararlar, ona hizmet ettiği oranda anlamlı olacaktır. Kıstasımız da bu olmalıdır.
Son sözü Lenin’e bırakalım. Bolşeviklere düşen görevleri hatırlayalım ve gereğini yerine getirelim!
“Bu durum uzun süre devam edecek mi? Daha ne kadar ağırlaşacak? Bir devrime yol açacak mı? Bunu bilmiyoruz, kimse de bilemez. Bunun yanıtı ancak ileri sınıf proletarya tarafından, devrimci duygunun gelişmesi ve devrimci eyleme geçiş sırasında edinilen deneyim ile verebilir. Bu bakımdan ‘hayaller’ ya da bu hayallerin reddedilmesi üzerine bir şey söylenemez. Çünkü hiçbir sosyalist şimdiye kadar (bundan sonrakinin değil de) bu savaşın, (yarınkinin değil de) bugünkü devrimci durumun bir devrime yol açacağını güvence altına alamamıştır. …Bütün sosyalistlerin tartışma götürmez temel görevi, bir devrimci durumun bulunduğunu yığınlara anlatmak, proletaryanın devrimci bilincini ve azmini uyandırmak, onun devrimci eyleme geçmesine yardımcı olmak ve bu amaçla devrimci duruma elverişli örgütler kurmaktır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, sf: 105)
* * *
Sonuç olarak; 2000’li yıllara burjuva medyanın “milenyum” çığlıkları altında girilmiş, kitlelere yepyeni bir dünya müjdelenmişti. Estirilen bu iyimser hava, bir yıl sonra ABD’nin ikiz kulelerinin vurulması, ardından başlayan emperyalist savaşla, kısa sürede dağıldı. Şimdi yaklaşık 20 yıllık sürede, emperyalist-kapitalist sistemin insanlığa savaş ve ağır sömürü dışında hiçbir şey vermediği görüldü. Dahası, dünyayı yokolmakla karşı karşıya bıraktıkları, yeryüzündeki toprakları paylaşma kavgasından uzayı paylaşma kavgasına sıçradıkları, yeni gezegenleri sömürgeleştirme sevdasına düştükleri ortaya çıktı.
Bu koşullarda en küçük bir hak mücadelesi bile, örneğin herhangi bir çevre sorunu, kapitalist sisteme yönelmeden çözülemiyor. Onun için günümüzdeki eylemler hızla siyasallaşıyor, sistemi sorguluyor, hükümetleri sarsıyor, deviriyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü İLO’nun Ocak 2019’da yayınladığı rapor nasıl bir dünyada yaşadığımızı çok çarpıcı şekilde resmediyor:
Dünyada 190 milyon kişi “açık işsiz” durumunda. Bunların içinde genç işsizlerin sayısı 64 milyon civarında. Çalışanların yarısından fazlası, sigorta ve sosyal haklardan yoksun. 200 milyon işçi, günde 2 doların altında çalışıyor. Çalışanların üçte birinden fazlası, haftada 48 saatten fazla çalışıyor. Ve yılda 2,78 milyon işçi, işçi cinayetlerinde yaşamını yitiriyor.
Bu tablo, ILO’yu bile dehşete düşürmüş durumda. İşsizlikle birlikte büyüyen yoksulluğa dikkat çekerek, kapitalistlere bir kez daha “sosyal patlama” uyarısı yapıyor.
Hatırlanacaktır; 2000’li yıllara girerken burjuva düşünce kuruluşları, “21. Yüzyıl ayaklanma yüzyılı olacak” demişlerdi. Bu kehanet, yüzyılın başlarında gerçek oldu. Fakat onlar kehanetlerini bu noktada bıraktılar. Ayaklanan kitlelerin devrime yöneleceğini ya bilerek sakladılar, ya da kitlelerin örgütsüzlüğüne güvendiler. Ama devrim istemi, kitlelerin kendiliğinden patlayan ayaklanmalarında ortaya çıkabildi. Ve bu ayaklanma sırasında kendi örgütlerini yaratabildiler.
Elbette bunun sosyalizme doğru ilerlemesi için, -herhangi bir önderlik değil- ML bir önderlik gerekiyor. Burjuvazi de böyle bir önderliğin ortaya çıkmaması için her tür yolu kullanıyor.
Bize düşen, bu engelleri aşarak, kitlelerin arayışına yanıt olmaktır. Halk ayaklanmalarının devrime ve kesintisiz biçimde sosyalizme ulaşması buna bağlıdır.