9 Ekim günü, Erdoğan hükümetinin Kuzeydoğu Suriye’ye (Rojava) başlattığı işgal sürüyor. Her gün televizyon ekranlarından “zafer haberleri” üzerimize yağıyor; elbette “şehit haberleri” ile birlikte… “Zafer” haberlerinin bini bir para, sürekli olarak yeni köylerin, şehir merkezlerinin fethedildiği anlatılıyor büyük büyük söylemlerle… Hani “işgalci değiliz” diyerek kendilerini aklamaya çalışıyorlar ya; TSK, Suriye topraklarına “fetih duaları” okutarak sokmuş askerleri… Onun için her saat yeni bir “fetih” haberi vermeleri, yoksa da üretmeleri gerekiyor.
Bolca hamaset fışkırıyor savaş haberlerinden. Savaş çığırtkanlığı serbest, savaş karşıtlığı yasak! Savaşa karşı açıklama yapanlar peşpeşe gözaltına alınıyor. Savaşa karşı olmak, “vatan hainliği” ilan edilmiş durumda. Ama “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala!”
Bu arada Urfa’da, Mardin’de sınır bölgelerine roketler yağıyor. Suriye topraklarından gelen, ancak kimin attığı belirsiz roketler, sivillerin bulunduğu yerlerde patlıyor; savaştan kaçma olanağı olmayan, gidecek yeri bulunmayan yoksul çocukları, kadınları öldürerek…
ABD ikili oynuyor
Türkiye’nin Suriye’yi işgali, ABD emperyalizminin izniyle, daha doğrusu izin vermek zorunda kalmasıyla başlamıştı. Ancak ilk andan itibaren ABD burjuvazisinin kendi iç çelişkilerini, klikler arasındaki çatışmaları açıkça gördük.
ABD burjuvazisinin bir kısmı, Türkiye’yi kaybetmeyi en büyük sorun olarak gördü ve Türkiye’nin dayatmasını kabul ederek Kuzeydoğu Suriye’yi işgal etmesine izin verdi. Son dönemde Astana-Soçi sürecinde Rusya ile bağlarını güçlendiren, S-400 anlaşması ile NATO’ya tehdit olacak bir adım atan Türkiye’yi geri kazanmak için verilen bir tavizdi bu. Dahası, Türkiye’nin bu harekatını, Suriye’de tıkanmış olan savaşta yeni bir soluğa çevirmeye karar verdiler. YPG-SGD ile yapabileceklerinin sınırlarına varmışlardı. YPG’den daha fazlasını yapma gücüne sahip olan Türkiye ile, Suriye topraklarındaki savaşı yeni bir aşamaya sıçratma olanağını değerlendirmek istediler. ABD’li yetkililerin “artık IŞİD’e karşı mücadelenin liderliğini Türkiye yapacak” açıklaması bunu ifade ediyor. Bugüne kadar “IŞİD’e karşı mücadelenin lideri” olarak YPG’yi konumlandırmışlardı. Bu açıklama, ABD’nin “at değiştirmekte” olduğunu, en hafifinden “iki atı birden” kullanmak istediğini göstermektedir.
Elbette bu politika, ABD’nin YPG’yi terkettiği anlamına gelmiyor. Ancak YPG’nin önemli bir mevziyi kaybetmesine sebep olduğu da ortada. Kürt nüfusun yoğun olduğu Afrin, daha önceden Türkiye’ye teslim edilmişti. Bugün yine Kürt ağırlıklı Serekaniye, Haseke, Kobane kentleri Türkiye’nin tehdidi altında.
ABD burjuvazisinin diğer kanadı ise, Türkiye’nin son üç yıldaki gel-gitlerini daha fazla önemsiyor, AKP yönetimindeki Türkiye’yi “güvenilmez” buluyor. Bu nedenle, “cepteki kuşu, daldaki kuşa tercih ediyor.” YPG ile hazır kurulmuş olan ittifakı, YPG’nin kendi kaderini ABD’ye bağlamış olmasını önemsiyor. Ve Suriye’de atılacak olan ABD adımlarının YPG üzerinden sürdürülmesini istiyor.
Diğer taraftan, iki kesim arasındaki söylem farkı, “iyi polis-kötü polis” taktiğini de akıllara getiriyor. İşgal başladığı anda büyük tepki gösteren YPG’nin Rusya’ya koşmaması, asıl olarak ABD içinde farklı kanatların kendilerini destekleyen açıklamalarıdır. YPG çağrı yaptığı anda Rusya’nın Türkiye’yi geri püskürtmek (aynı zamanda ABD’yi kovmak) üzere bölgeye geleceğini bilen ABD, farklı yetkililere farklı açıklamalar yaptırarak, hem YPG’yi hem Türkiye’yi “idare etme” tutumunu sürdürmeyi başarmaktadır.
Bugün bize “Trump’ın hezeyanları” olarak gösterilen, “zaten Trump azil sürecinde” diye hafifsetilmeye çalışılan tablonun nedeni budur. ABD, Ortadoğu savaşına milyarlarca dolar, onbinlerce asker ve tam 16 yıl harcamışken, ne Irak’ta, ne Suriye’de, ne de İran’da istediği noktada değildir. Sonuçta Türkiye’nin Suriye topraklarını yeni bir noktadan işgale başlaması, savaşa yeni bir aşama, ABD’ye yeni bir soluk getirebilir. ABD burjuvazisinin içindeki klik savaşları, Türkiye ile YPG’ye karşı tutum konusunda söylemde bir farklılık yaratmaktadır elbette. Ancak halen Türkiye’nin işgalini engelleyici bir adım atmamışlardır. Dahası, ABD bölgeyi terketti mi, etmedi mi tartışmaları sürerken, 13 Ekim günü Pentagon, Suriye’nin kuzeyinden çekileceği yönünde resmi bir açıklama da yapmıştır. Yani YPG’ye silah vererek desteğini göstermiş, ancak Türkiye karşısında da yalnız bırakmışlardır.
Bu tutum, yeni durumun sonuçlarını bekleme konusunda, ABD burjuvazisinin farklı kliklerinin şimdilik hemfikir olduklarının ifadesidir.
Rusya’nın hakem rolüne soyunması
Rusya’nın Türkiye’nin işgali karşısındaki tutumu biraz daha karmaşıktır. Türkiye’nin Cerablus ve Afrin işgallerinde, sadece ABD’nin değil, Rusya’nın da önden payı ve onayı vardı. Ancak bu defa işgal Rusya’nın onayı ile başlamadı. Tersten, Türkiye’nin Rusya’dan uzaklaşması, ABD ile bağlarını artırma isteği ve çabasının ürünüydü bu harekat. Bu nedenle sürecin başlangıcı Rusya’nın dışında gelişti.
Rusya’nın ilk tepkisi de, işgal ile ağır bir darbe almakta olan YPG’yi kazanma çabası oldu. İlk günler, YPG ile Rusya ve Suriye arasında görüşmeler ve karşılıklı olumlu açıklamalar yapıldı. Hatta Suriye açık çağrı ile YPG’ye destek verdi, “Suriye’nin sınır güvenliğini” korumaya hazır olduğunu duyurdu.
Ancak çok hızlı bir biçimde YPG, ABD ile olan işbirliğine geri döndü. Son yıllarda adeta “kaderini” ABD’ye bağlamış olan YPG için, çark etmek, politika değişikliğine gitmek çok kolay değil. Savaş bittikten sonra Suriye hükümetinin Kürt bölgesine ilişkin tutumunun ne olacağı konusunda belirsizlik sürüyor. Diğer yandan bugüne kadar eğitimden silah ve teçhizata kadar her tür ABD yardımını almış, topraklarında onlarca ABD üssü kurulmasına izin vermiş olan YPG’nin, ABD’den uzaklaşmanın faturası da ağır olacaktır.
Rusya ilk bir-iki gün ortada bir tutum izlemişti. Türkiye’nin işgaline karşı çıkan bir açıklama yapmıştı. Ancak bu İran’ın yaptığı kadar net bir savaş karşıtlığı değildi. Keza Türkiye’nin işgalini kınama amaçlı BM’ye gelen raporları veto etmişti. Durumu gözleyerek ikili oynuyordu. YPG’ye karşı Türkiye-Suriye uzlaşmasına arabuluculuk yapmak ve Türkiye’ye karşı Suriye-YPG uzlaşmasını sağlamak sarkacında dolanmıştı. YPG’yi kazandığı koşulda, Suriye topraklarından ABD’yi kovmak için çok önemli bir zemin yakalayacak. YPG’nin safı ABD’den yana netleştiğinde ise, bu defa hem İdlib’deki cihatçıların çıkartılması konusunda Türkiye’nin üzerinde baskı kuracak, hem de kendisi ile işbirliği yapmayan YPG’yi cezalandırmış olacak.
YPG’nin ABD ile işbirliği konusunda tutumu netleştiğinde, Rusya bunu Suriye-Türkiye ilişkilerini düzenlemede bir fırsata çevirmeye yöneldi.
Suriye’nin YPG’ye dönük söylemleri de savaşın seyri içinde değişti; işgalin başında “Vatan evlatları” diye seslenirken, birkaç gün içinde “Amerikan uşağı”na dönüştü. Son olarak YPG’nin Suriye ordusunun Menbiç’e girmesine izin verdiği haberleri basında yer almaya başladı.
YPG’nin tutumu önemli
YPG açısından ABD ile işbirliğinin sonuçlarını göğüslemek çok kolay olmuyor. ABD, Afrin’i Türkiye’ye terkettiğinde, YPG başlangıçta direnmiş, ancak şehir merkezini direnişsiz teslim etmişti. Kürt hareketi açısından büyük bir hezimet olmuştu bu. Ve Kürt halkında büyük bir tepkiye yol açmıştı.
Bugünkü tablo çok daha vahim bir durumu işaret ediyor. Türkiye “30-35 km içeriye girme” hedefini gerçekleştirirse “Kürdistan’ın üç parçası” birbirinden kopartılmış, araya bir “Arap koridoru” çekilmiş olacak. Çünkü Türkiye’nin “35 km”lik hedefi, sadece Türkiye ile Suriye arasındaki bağı değil, yanısıra Suriye ile Irak arasındaki en önemli geçiş güzergahını da ortadan kaldırıyor; Şengal ile Rojava’yı kopartıyor.
Yani TC’nin işgal planı başarıya ulaşırsa, Kürt hareketinin tarihindeki en önemli stratejik kayıplarından biri yaşanmış olacak.
Bir diğer sorun ise şu: Kürt nüfusun yoğun olduğu kentleri kaybettiği koşulda (Afrin’in ardından Serekaniye ve Kobane tehdit altında), “Kürdistan sınırları” Arap nüfusun yoğun olduğu bölgelere mi kaydırılacak? Bu, Kürt hareketi açısından ciddi ve doğrudan bir “meşruiyet” sorunu oluşturmayacak mı?
Basına yansıyan haberlerde, işgalin başladığı gün YPG ile ABD arasında bir görüşme yapıldığı, bu görüşmede YPG temsilcisinin “Rusya’yı çağırmamak için kendimizi zor tutuyoruz” dediği; ancak ABD’lilerin YPG’yi ikna ettiği anlatılıyor. YPG’nin ABD’ye ne kadar güvendiğini ve ihanet karşısında ne kadar çaresiz kaldığını anlatan çarpıcı bir tablodur bu.
Bu koşullarda, YPG’nin direnmekten başka çaresi yoktur. İlk andan itibaren belli bir direniş gösterdikleri de görülüyor. Bölgeden gelen haberlerde, TSK’nın ve ÖSO’nun ele geçirdiği köylerde YPG’nin gerilla savaşı başlattığı, bu nedenle bir çok köyden TSK ve ÖSO’nun geri çekilmek zorunda kaldığı; böylece aynı köylerin kısa sürelerle birkaç defa el değiştirdiği anlatılıyor.
Ancak bu direnişin ne kadar kararlı olduğunu belirlemek zor. ABD, Türkiye ile belli sınırlara kadar anlaştı; hatta Trump, “Türkiye bu sınırları aşarsa ekonomisini mahvederim” dedi. Peki YPG de bu sınırları kabul etti mi? Eğer ABD’nin anlaşmasına uyacaksa, bugünkü direnişi biraz Kürt halkını yatıştırmak; biraz Türkiye’ye “papuçun pahalı” olduğunu, çok kolay zaferler kazanamayacaklarını göstermek; biraz da ABD’ye olan kızgınlığını ifade etmek için midir? O durumda, tüm gücünü kullanmıyor, “dostlar alışverişte görsün” direnişi gerçekleştiriyor demektir.
Ancak TSK ve ÖSO karşısında YPG gerçekten tüm gücüyle direniyorsa, bu defa ABD’nin anlaşmasını sabote ediyor demektir ki, o koşulda ABD ile ilişkilerinde sorunlu bir dönem başlayacaktır.
13 Ekim günü, son derece önemli gelişmeler peşpeşe geldi. Erdoğan, stratejik Kürt kentlerini (Serekaniye, Kobane ve Haseke) hedeflediğini, harekatın ondan sonra biteceğini açıkladı. Cerablus’ta “doğuya doğru” hareket halindeki askeri konvoyların, Fırat’ın üzerine kurmak için “seyyar köprü” taşıdıkları gözlendi. Yani Cerablus üzerinden Kobane’ye dönük harekatın hazırlıkları başlamıştı. Diğer taraftan Erdoğan’ın açıklamasında, Cerablus’taki cihatçı çetelerin Menbiç’e yöneleceği de duyurulmuştu. Erdoğan’ın Kobane ve Menbiç’e yöneleceğini duyurduğu gün, ABD de harekat bölgesindeki askerlerini güneye çekeceğini duyurdu. Ve BBC Türkçe, Rus kaynaklara dayanarak verdiği haberde, Suriye ile YPG-SGD arasında yapılan anlaşmaya göre, Suriye ordusunun Menbiç ve Kobane’ye gireceğini yazdı.
Tüm bunlar savaşın hız kazandığını, aynı zamanda belirsizliklerin arttığını göstermektedir. En zor durumda olan da YPG’dir. Başlangıçta Tel Abyad-Serekaniye bölgesi ile sınırlandırılan, ancak hızla Kobane ile Haseke’ye dönmekte olan savaş, artık Kürt hareketi için stratejik kayıplar tehdidi içermektedir. Bugüne kadar ABD ile kurduğu ittifakın sonucudur bu. ABD’nin ihaneti karşısında Suriye ordusuna Menbiç ve Kobane’ye girme izni vermiş olsa bile, diğer kentlerde ne yapacağı ve genel olarak bundan bir sonra nasıl bir yol izleyeceği belirsizliğini koruyor.
* * *
Savaş için yapılan planlar, asla yapıldığı haliyle kalmaz. Çünkü savaşa ilişkin bütün faktörleri hesaba katmak mümkün değildir. Yapılan her hamle, çok yönlü olasılıklar doğurur. “Garanti” olarak bakılan faktörler bile değişime uğrayabilir, bambaşka yolların açılmasına neden olabilir; başlangıç noktasından çok farklı yerlere gidilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Mesela ABD’nin Irak işgalinde Sünni Baas Partisi’ne karşı Şiilerin desteğini alması, sonrasında İran’ın beklenmedik biçimde güçlenmesini ve Irak üzerinde etkili olmasını sağlamıştır.
Mesela IŞİD üretilip Ortadoğu’ya salındığında, tüm Müslüman coğrafyasında onyıllar sürecek bir karanlık dönemin başlaması hedeflenmişti; ancak topu topu üç ay içinde Kobane’de ilk yenilgisini alan IŞİD, adım adım tükendi; tüm dünyada sadece radikal İslamın değil, “Ilımlı İslam” adıyla üretilen sürecin de teşhir olmasını getirdi. Mesela Türkiye ve ABD Suriye’de iç savaş çıkarmak üzere harekete geçtiklerinde, Erdoğan birkaç hafta içinde “Şam’da namaz kılmak”tan sözetmişti; YPG’nin, İran’ın, Hizbullah’ın ve ardından Rusya’nın müdahaleleriyle, 8 yılın sonunda bugün Suriye başka bir noktadadır.
Mesela Erdoğan, kendisini “iktidarının zirvesinde” zannettiği bir dönemde, Mayıs 2013’te önce 1 Mayıs eylemine saldırmış; ardından Mayıs ayı boyunca Emek Sineması’nın önünde eylem yapan sanatçılardan maç günü yolda sakince yürümekte olan Beşiktaş taraftarına kadar her kesime gaz sıkmış; içkiyi yasaklamaktan işçi haklarının gaspına kadar her kesim üzerindeki baskıyı artırmıştı. 31 Mayıs geldiğinde bütün İstanbul’un, hatta bütün Türkiye’nin işçi ve emekçilerinin sokaklara dökülmesine neden olan süreç, doğrudan Erdoğan’ın bu saldırılarının ürünüydü.
Türkiye’nin işgali de böyledir. ABD ile anlaşma yapılmış; ÖSO’nun teşhir olmuş-lanetlenmiş ismi SMO (Suriye Milli Ordusu) olarak değiştirilmiş; içerideki toplumsal muhalefet ve işçi hareketi üzerinde terör estirilmiş; Rusya bypass edilerek, İran yok sayılarak Rojava topraklarına girilmiştir.
Savaş öncelikle iki taraftaki halklara ölüm, acı, vahşet ve yokluk getirecektir. Bu acılar, ilk başta savaş karşıtı hareketi yükseltecektir. Yanısıra, bugün henüz harekete geçmemiş olan İran, Suriye gibi belirleyici kuvvetlerin ne yönde davranacağı belli değildir. Ve en önemlisi, bugün yapılan anlaşmaların iki gün sonra hala geçerli olacağı garanti değildir. (Türkiye kendisine vaadedilenden daha fazla toprak almaya çalışabilir, ya da YPG gerçekten tüm gücüyle TSK-ÖSO’ya karşı savaşabilir, ya da ABD için Türkiye ile yapılan anlaşma gereksizleşebilir, ya da çok daha başka durumlar oluşabilir…) Taraflardan birisinin anlaşmanın dışına çıkması veya bu anlaşmanın içinde olmayan bir kesimin atacağı adımlar, tüm dengeleri bir anda değiştirebilir. Keza kamplarda bulunan ve şimdilik YPG tarafından kontrol altında tutulan IŞİD çetelerinin durumu da bu belirsizliği artırmaktadır.
Egemenlerin anlaşmalarını değiştirecek en önemli güç ise, işçi sınıfı ve emekçiler, ezilen halklardır. Savaş karşıtı hareket, her tür kirli anlaşmayı, her tür savaş politikasını yerle bir edecek olan en önemli unsurdur.