Bir “anı” kitabı: Her şey bitti… Kişisel kavga sürüyor! 

pdd-arka-logo-1

Son yıllarda sol kesimde “anı” yazma furyası var. ’80 öncesinin devrimci önderleri ve kadroları, bazen bir dönemi, bazense tüm hayatını kağıda döküyor. Kiminde “sözlü tarih” denilen anlatımların ya da röportajların kitaplaşması şeklinde oluyor, kiminde ise klasik “anı” kitabı biçiminde…

Esasında “anı” yazmak, emeklilerin, yaşlıların işidir. Bir başka ifadeyle yaptığı işi-mesleğini bırakmış, inzivaya çekilmiş insanların, bir dönemi kapatmasını ifade eder. Yapacağını yapmış, ununu eleyip eleğini asmıştır. Geriye kendi tarihini yazmak kalır. Onu da başardıklarında, “son görev”lerini yerine getirmiş olmanın huzurunu yaşarlar. Bu tür kitapları çoğunlukla yüksek bürokratların, diplomatların, subayların ve sanatçıların yazması, bu “sorumluluk” duygusundan ve kendilerine vehmettikleri rolden ileri gelir.

Sol kesimden “anı” yazanların durumu da aslında çok farklı değildir. İçlerinde halen kendilerini bir hareketin lideri gibi gösterenler varsa da, gerçek durum bu değildir. Çünkü bir liderinin yapması gereken çok daha önemli işleri vardır. “Anı” yazmaya ne zaman bulur, ne de kendini öyle bir ruh haline kaptırır. Hapishane ortamı gibi görece zamanın bol olduğu yerlerde bile, diğer görevler öne çıkar. En fazla öykü, şiir, roman gibi edebiyat türleri denenir ki, bunu da yöneticilerden çok, kadro ve sempatizanlar yapar.

Sol kesim adına “anı” kitabı yazanlar, üstelik bir dönemin tarihini yazma iddiasındadırlar. Bu aynı zamanda devrimci hareketin tarihidir. Ancak genel olarak dönemi resmetmekten ziyade, o yıllarda bir türlü yenişemedikleriyle, içten içe öfke besleyip de açıkça mücadele edemedikleriyle didişmekte; yapılan tüm yanlışları onların üzerine yıkarak kendilerini aklamaya çalışmaktadırlar. Yazma nedenlerini, “tarihsel gerçekleri ortaya koyma”, “gelecek kuşaklara taşıma” gibi iddialı ve “ulvi” sözlerle açıklasalar da, kimisinde daha az, kimisinde daha çok “nalıncı keseri” gibi kendine yontma durumu vardır. Tarihi bir kitapta olması gereken kanıtlar-belgeler, yerini “o şöyle demişti-bu böyle söylemişti”lerden oluşan dedikodulara bırakmıştır. Aşık Veysel’le ilgili bir dizede söylendiği gibi, “Veysel iyi ozandı, hoş ozandı / ama halkın derdini değil, kendi derdini yazandı” misali, kendi dertleriyle meşguldürler. Üstelik hiç biri Veysel kadar “iyi bir ozan” da değildir.

* * *

“Anı” furyasına son olarak H. Selim Açan’ın bir yıl arayla çıkan iki kitabı eklendi.(1) İhtilalci komünist hareketin bir dönem yöneticiliğini yapmış bazı kişilerin daha önce de bu tür kitapları çıkmıştı. Onlara dair eleştirilerimizi ve genel olarak “anı” kitaplarına bakışımızı, o yıllarda ortaya koymuştuk. Dolayısıyla okurlarımız konuya nasıl yaklaştığımızı bilirler. (2)

H.Selim Açan’ın (HSA) “anı” kitabı da bu kapsamda ele alınması gereken bir kitaptır. Yani olayları ve olguları çarpıtma; tarihsel gelişmeleri bir fon olarak kullanıp kendini öne çıkarma; hakkındaki eleştirileri çürütmeye ve kendini aklamaya çalışma vb… hepsinde görülen tipik özellikleri taşımaktadır. Çocukluğundan bugüne tüm yaşamını anlatırken, hataları bile bir övünç vesilesi olabilmektedir. Devrimci yaşantısı ise, olumlulukların kendi hanesine, olumsuzlukların başkalarına yazıldığı, her döneme bir “günah keçisi”nin bulunduğu ve her koşulda kendisinin doğru tarafta yeraldığı, sürtüşmeler-bölünmeler-küçülmeler, en sonu tükeniş tarihidir. İyi ve güzel ne yapılmışsa, onun katkısıyla, hatta tek başına onun çabasıyla olmuştur! (Çoğu kez “ben” bazen de “ben ve Oya”)

“Kör gözüm parmağına” cinsinden (ve onları tanıyan herkesin bildiği, kanıtlı-tanıklı) hataları sözkonusu olduğunda ise, mutlaka “sağlam” bir gerekçeleri bulunmaktadır! Bunlar “suç” niteliğinde oldukları halde (işkencede çözülmek, operasyonların gerçek nedenini yoldaşlarına açıklamamak, bazı yoldaşlarının “suç”larını “sır” olarak saklayıp ortak olmak, yıllarca kongre-konferans yapmamak, “iki kişilik MK” ile yönetmeye kalkmak gibi, örgüte çok ciddi zararlar verip nihayetinde parçalanmasına sebep olan pek çok olayı) yıllar sonra kabul etmek zorunda kaldığında bile, herhangi bir hata gibi geçiştirdiğini; daha önemlisi, suçun ağırlığını başkalarına yükleyerek kendini hala “ilkeli-tutarlı-kararlı” bir lider gibi sunmaya devam ettiğini görüyoruz.

Daha kitabın girişinde “tarihsel kişilikler” olarak Robespierre ve Engels’i (birincide “ilkelilik”, diğerinde “mütevazılık” özelliğinden dolayı) kendine rehber aldığını söyleyip, okuyucuya böyle bir kişiliğin “anı”larını okuyormuş duygusu verilerek başlıyor illüzyon. Onu tanıyan herkes açısından trajikomik olan bu “giriş”, gerçekte kendisinde olmayanı varmış gibi gösteren “patalojik” bir vaka niteliğinde. Zaten kitabın ilerleyen bölümlerinde “Robespierre’e ihanet ettiğini” birkaç kez söylüyor. Engels’e olan ihanetine ise hiç değinmiyor. Ama her olay anlatımında,-eğip bükmesine rağmen- şişinen egosu, pragmatizmi ve küçük-burjuva kibri karşımıza dikiliyor.

Bunun yerle yeksan olduğu tek yer, eşi için yazılan bölümdür. Oradaki “diz çöküş” de, gençken eşlerine çok çektirip yaşlanınca kıymetini anlayan erkeklerin düştüğü durumdan farksızdır. Bir uçtan diğerine her savruluşta olduğu gibi sorunludur da…

* * *

Anlatılan, kişisel ya da ailesel bir “anı” olsa gülüp geçilebilir, ama bir örgütün tarihi olunca durum değişiyor. Ve doğal olarak o örgütü sahiplenen, sempati duyan, gönül bağı olan herkesi ilgilendiriyor. Hatta devrimci duygular taşıyan herkesi şu ya da bu oranda etkiliyor. Çünkü sözkonusu olan, 12 Eylül gibi faşizmin en vahşi dönemine damgasını vurmuş, direnişçi-militan bir gelenek yaratmış, yeraltı savaşında ustalığı, seçkin kadrolarıyla öne çıkmış bir örgüttür…

En başta işkencehanelerde direniş destanı yazan tarihi lekeliyorlar. Bir yandan küçük-burjuva örgütlerin çözülmeyi çeşitli bahanelerle meşrulaştırması gibi, kendisi de ilk yakalanışındaki çözülüşünü (“18 yaşında bir gençtim” diyerek) ve eşinin çözülmesini (“teyzesinin kızına işkence edeceklerdi” gerekçesiyle) hafifletmeye girişiyor. Bir yandan da o dönemin koşullarında (’89 Nisan ayı) çok ciddi işkenceler gören, ama “geleneğin izinden” yürüyerek büyük bir direniş sergileyen “dublör”ün, (hapisteki yoldaşının yerine geçtiğinden bu isimle anılıyor) hem gördüğü işkenceyi, hem de direnişini yok sayıyor.

Öyle ki, cezaevi müdürünün işkence yapılmayacağına dair “namus sözü”ne güveniyor; sonrasında “dublör”ün gönderdiği haberle işkence yapıldığını öğrenince, “müdür gözüme gözükmesin, şişleyeceğim onu” diyor (siyasi temsilci değil, mahalle kabadayısı gibi!); bir süre sonra da müdürün odasında “barış çayı” içip, onun anlattığı masalları dinliyor. Müdürün, “dublör karşımızda öyle oyun oynadı ki, dayanamadım bir tokat attım; şubede de biraz gözünü korkutup sıkıştırmışlar” sözlerine kendisinin ne yanıt-tepki verdiğini yazmadan, bölümü bitiriyor! (age sf 176-186) Sanki cezaevi müdürünün bir devrimci tutsağa “dayanamayıp tokat atması” normalmiş gibi, devletin temsilcisinin ağzından işkence meşrulaştırılıyor.

Bununla da kalmıyor, “dublör”ü cezaevine geldiği andan itibaren uyardığı konulara dikkat etmemekle, rolünü iyi yapmamakla suçluyor! “Kendini çok akıllı zannediyor” türü aşağılayan sözler sarfederek, cezaevlerinde “işletme” denilen kötü-rencide edici şakalara maruz bırakıyor! Aklı sıra ona haddini bildiriyor! Bunu da iyi bir iş yapmış gibi kasılarak anlatıyor. Ve “dublör”ü anlattığı bölümün her satırında, hem kişiliğine, hem de eylemine, direnişine saldırıyor.

İşin aslını “dublör”ün kaleminden aktaracağız. Bizim altını çizmek istediğimiz, böylesine önemli bir eylemin ve “dublör”ün eylemdeki rolünün karartılmaya çalışılmasıdır. Cezaevlerinde “dublör” kullanarak gerçekleştirilen ilk firardır bu. Ve aylarca açığa çıkmamıştır. (Sonrasına başka örnekleri yaşandı, fakat firar eden kişi yerine ulaşınca idareye haber verildi.)

Eylem “firar günü”nden ibaret değildir. Sonrasında aylar boyunca cezaevinde “illegal” olarak kalınmış, cezaevi yaşamının her anında ve idare karşısına “dublör”lük sürdürülmüştür. Devleti kudurtan, azgınca saldırmasına neden olan da budur.

Böylesine tarihsel bir eylemde, “dublör” yoldaşın rolü de son derece önemlidir. ’80 sonrası örgütle tanışmış genç bir devrimci iken, ağır bedeller ödeyeceğini bilerek göze alınan, büyük bir gönüllülükle gerçekleştirilen bir eylemdir bu.

HSA’nın “anı” kitabında ise, bu fedakarca adanışın ve ölümüne direnişin hiç sözü edilmiyor. Esasında kendisi “dublör” karşısındaki sorumluluklarını yerine getirmediği gibi, onun yaşantısını zorlaştırıyor, sırtındaki yükü ağırlaştırıyor. Kimi hata ve eksiklikleri olmuşsa bile, “kazanıcı” bir yöntem kullanmak yerine, günlerce küsmek, şikayetlenmek, aşağılamak, “had bildirmek” gibi dışlayıcı-saldırgan bir yaklaşım sergiliyor.

Elbette bu yaklaşımda, “dublör”ün cezaevi yaşamına dair eleştirilerini ifade etmesi; ‘94 sonrası tasfiyecilğe evrilen örgütün gidişatından rahtsızlık duyması, sonrasında “devrimci kopuş”u gerçekleştirenlerle birlikte hareket etmesi gibi, önemli faktörler bulunmaktadır.

Ama daha önemlisi, HSA her iki kitabında da, aydın ve sanatçılara, ailesine, kendilerine yardım eden yakınlarına sevgi-minnet duygularıyla teşekkürler yağdırırken, hiç bir yoldaşından (sadece “dublör”den değil), bu duygularla bahsetmeyişidir. Onlara gösterdiği hoşgörü ve saygıyı yoldaşlarından esirgemekle kalmamış, son derece nobran, üstenci, sert bir üslup kullanmıştır. Öyle ki, Sezai Ekinci gibi önder bir yoldaş hakkında bile, polisin pususuna düşmemesi için nasıl bir güzergah izlemesi gerektiğini “hem Oya hem ben uyardık… ‘tamam’ dedi ama evden çıktıktan sonra yine bildiğini okumuş” diyerek, (age sf: 37) onu söz dinlemez-ilkesiz-dikkatsiz biri gibi göstermektedir. (Şehitler hakkında bile bu aşağılayıcı dil, yaşayanlarla ilgili hakaretlere, iftiralara varmıştır.)

HSA’nın “anı” kitabının hemen her bölümünde, hatta her sayfasında tarihsel gerçekleri tahrif eden, örgütün direnişçi geleneğini gölgeleyen, kendini ve eşini göklere çıkarırken, hemen her yoldaşını olumsuzlayan satırlar vardır.

Özellikle ihtilalci komünist hareketin tarihi konusundaki çarpıtmalara -öncesinden olduğu gibi şimdi de- sessiz kalmayacağız. Bunları tek tek ortaya koyacağız. Hiç kimse bu hareketi sahipsiz sanmasın! Ve hiç kimse bu tarihle ilgili istediği gibi kalem oynatacağı yanılsamasına kapılmasın!

Sürecek

 

Dipnotlar

1-2018 ve 2019 Ekim aylarında Sel Yayınları tarafından basılan “Bitmedi Daha”, “Sürüyor o kavga” başlıklı iki anı kitabı yayınlandı. Kitapların başlığı olarak Adnan Yücel’in ihtilalci komünistlerin 12 Eylül direnişini anlattığı “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” şiir kitabından dizelerin seçilmesi tesadüf değil. Geçmişi, geleneği, değerleri yerle bir edip de bu isimleri koymak, içine düştükleri durumu kapatma çabasından ileri geliyor. Ama boşuna! O şiir kitabının her dizesi, kendilerinin uzun yıllardır malul olduğu tasfiyeciliği ve mülteciliği mahkum eder. Zaten kitapların içeriği, başlıklarını inkar etmektedir.

2-Bu tür tarih yazıcılığını “Eylül edebiyatı yeniden…”, “Direniş tarihi karartılamaz!” başlıklı yazılarda ele aldık. Dergimizin 2011 Ekim ve 2012 Şubat tarihli sayılarında yayınlanan bu yazılar, “Bir Yenilgi Hastalığı TASFİYECİLİK” kitabında da yer aldı. “Anı” yazıcılığının yanı sıra tasfiyeci önderlerin gerçek yüzünün görülmesi ve bir bütün olarak tasfiyeciliğin anlaşılması bakımından, sözkonusu yazıların ve TASFİYECİLİK kitabının yeniden okunması yararlı olacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Rojava’ya saldırılar İsviçre’de protesto edildi

Türkiye ordusunun Rojava’ya ve Irak Kürdistanı’na dönük saldırıları, İsviçre-Basel’de kitlesel bir yürüyüşle protesto edildi. Şehrin …

Yeni “çözüm süreci” kimin ihtiyacı?

TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti sıralarına gelip tokalaşması, “yeni çözüm süreci”nin başladığının …

Devrim Kartalı Remzi Basalak

Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Az topraklı çiftçi bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu …