“Dublör” sürecinin gerçekleri (*)

Çanakkale Cezaevi’ne vardığımda gözüme ilk çarpan, olağanüstü bir hareketlilik oldu. Oysa her ayrıntıyı konuşmuştuk. Ama bana anlatılanlardan farklı bir tablo vardı. Hem asker sayısı artmıştı, hem de birşeyler arıyormuş gibi sık aralıklarla kümelenmişlerdi. Acaba idare bir şeylerden mi şüphelendi, eylemi başarıyla tamamlayabilecek miydim endişesiyle, görüşçülerin toplandığı binaya yöneldim.

Büyük bir gönüllükle bu görevi üstlenmiştim. Önder yoldaşlarımızdan birini dışarıya çıkartacak ve örgütümüzün büyüyüp gelişmesine katkıda bulunacaktım. Bu benim için bir onurdu.

Bir grup tutsak yakını ile birlikte arama noktasına ilerledik. Sol kolun bileğin ortasına mavi mürekkepli mühür yapılıyor, sonra ikinci arama noktasında mührü kontrol ediyorlardı. Bu noktalardan geçerek cezaevinin içine vardım.

Koğuşa girdiğimde dizlerimin bağı çözüldü sanki. Yoldaşlarla sarmaş dolaş olduk. Önceden hazırlanmış minderlere oturup sohbete başladık. “Çok önemli bir görevi yerine getirdin, sen üzerine düşeni başardın, şimdi sıra bizde” dediler. Ben de dışarıdaki tabloyu anlatıp kaygılarımı ilettim.

Koluma yapılan mavi mühür, terden hafif bozulmaya yüz tutmuştu. Ona baktılar ve bu biçimin yeni olduğunu söylediler. Önlemleri artırdıkları belli olmuştu. Yatakhaneye doğru çıkan merdiven boşluğuna, kimsenin göremeyeceği noktaya çekildik. Sonra bir devrimci tutsak geldi yanımıza. Gülen gözleriyle selamlaştıktan sonra koluma baktı, “deneyelim bakalım” dedi. Ve bir müddet sonra Kenan’ın koluna aynısını yaptı.

Biz hazırız artık. Kenan çıkacak ben cezaevinde kalacağım. Sonra ben de başka bir planla özgürlüğüme kavuşacağım. Ziyaretçiler tutsaklarla sıkı sıkıya kucaklaşarak koğuştan çıktılar ve demir kapı gürültüyle kapandı. Biz de koğuşlara çıktık…

 

Cezaevinde illegal yaşam

Koğuşta resimli sayım verilecekti. Selim benim duracağım yeri gösterdi. Gardiyanın birinin elinde resim kataloğu vardı. Okunan isim Kenan olunca, “burada” deyip el kaldırdım. Tüm gardiyanlar sesin geldiği yöne baktılar, sonra diğer isimlere geçtiler. Bir aşamayı daha geçmiştik.

Montum, gözlüğüm, külahım beni kamufle etmişti. Kenan’ın koluna mühür yapılırken, Selim de Kenan’ın uzun süredir giydiği bu kıyafetleri bana getirmişti. “Bunları hiç çıkarmayacaksın ve mümkünse hiç kimseyle konuşma” dedi. Kaldığım süre boyunca öyle de yaptım.

O gece ranzama uzandığımda, İstanbul’dan yola çıkışımdan itibaren her şey gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Ayrılırken yoldaşlarla kucaklaşmıştık, “başaracağız” diyerek bana güven verdiler. İçeri girmeden bir de kemalpaşa tatlısı yedik birlikte…

‘85 operasyonu sonrası üç kişi kalmıştık bölgemizde; ama örgüt varmış gibi hareket ediyorduk. Operasyondan iki yıl kadar önce tanışmıştım örgütle. 12 Eylül’ün o zor günlerinde direnmeleri beni etkilemişti. Az insanla çok iş yapıyorlardı. Ben de onlara katıldım; ayak basmadık yer bırakmıyorduk.

Bir gün sorumlu yoldaş, firar eylemi için gönüllü birini aradıklarını söylediğinde, “ben olurum” dedim. Kenan’ın ismini ilk o zaman duydum. Önderlerimizden biri olduğunu söyleyince, “bundan onurlu bir görev olur mu” diyerek üstlendim.

Ertesi sabah sayımı ranzada verdiğimiz için daha rahat oldu. Her şeye dikkat etmem gerekiyordu. Nasıl davranacağımı, ne giyeceğimi, ne zaman volta atacağımı, söylendiği gibi yapıyordum. Gece herkesin yattığı bir saate yatakhanenin arka bölümündeki dar aralıkta volta atabiliyordum ancak. Temsilciler ve bir-iki kişi dışında Kenan’ın yerine geçtiğimi bilen yoktu. Onlar da bana Kenan’mış gibi davranıyordu. Gece 3-4 arası volta atsam da hareketsizlikten kilo almaya başladım. Bir kaç hafta sonra Selim’le birlikte aynı kamuflajlarla havalandırmaya çıktık. Her şey yolunda gibiydi…

Ta ki bir akşam, Selim’in “arkadaşlar bizi davet ediyor” sözüyle başlayan tartışmaya kadar. Çünkü bu davette içki de olacağını öğrendim; çok şaşırdım ve itiraz ettim. Zaten içkiyi sevmem ve asla içmem. Dışarıda içenlere de karşı çıkardım. Cezaevinde içki içmek neyin nesiydi? Üstelik biz de buna ortak oluyorduk. Bu şekilde katılmak istemediğimi söyledim. Ama çok ısrar etti. Dayanamayıp gittim ve şerefime kalkan bardaklardan bir yudum aldım. Üzümden bidonlarda yapılmış şaraptı! Ardından türküler söylendi. En nihayetinde dostlarla sazlı-sözlü bir toplantıdayız diyerek kendi kendimi teselli etmeye çalıştım.

Beni en çok mutlu eden, koltuğunun altında kalın kitabıyla bizi görmeye gelen Garbis Altınoğlu ve PKK davasından Mehmet Can Yüce’nin düzeyli, sıcak siyasi sohbetleri oldu. Büyük bir olgunlukla tartışırlar, polemiklerden uzak dururlardı. Hayranlıkla izlerdim onların içinde olduğu tartışmaları.  “Fedakarlığın senin gibisi varken bu topraklarda, ulaşacağız ortak hedefimize, elbet yapacağız devrimi” demişti Mehmet Can bir defasında. Sonra biz de gittik PKK’lerin koğuşuna. Koğuşun köşesinde bir dede namaz kılıyordu. Mehmet Can, şaşırdığımı farketti. “Gerillaya eşek sırtında cephane götürürken yakalanmış, çok yaşlı ve müebbetlik” dedi.

İdare değişik cezaevlerinden gelenlerin rutin kayıtlarını yapmaya başladı. Sıra Kenan’a geldi. Ana-baba isimleri, doğum tarihi, memleketi, boy, kilo, mesleği sorularına cevap verecektim. Her zamanki montumu giydim, gözlüğüm, kepim, ille de omzumun sol yanı biraz inik hafif kamburumsu yürüyüşümle çıktık. Bir gardiyan masada oturmuş; o sordu ben söyledim. Sıra “mesleğe” gelince, “tabi ki, ‘komünistlik’ diyeceksin, yazıyorum sormadan” dedi. Daha önceki devrimci tutsaklar böyle söyledikleri için sıra bana geldiğinde sormadan yazdı. Kritik bir andı, en küçük bir açık, çok şeye mal olabilirdi.

Bir kere  top oynamaya çıktım. Kendimi oyuna kaptırıp sevinç gösterisi yapınca, Selim uyardı. Kendi hatamız yüzünden açığa çıkacaktık. “Seyretmek de yeter bana” dedim ve bir daha oynamadım. Kimseyle özel bir şey konuşmuyordum, kimse de sormuyordu zaten. Çoğu müebbetlik, idamlık, ağır cezalar almış kişilerdi. Bir tek psikolojik sorunları olan bir arkadaş vardı. Tuvalet boşluğunda volta atarken yanıma geldi, “Kenan ben seni sana benzetemiyorum, yoksa hastalığım arttı da karıştırıyor muyum” dedi. Ben de “takma kafana, ben de iyi değilim” diyerek yanından ayrılmıştım. Bunun dışında (şaka da olsa) aykırı bir şey yaşamadım.

Cezaevi idaresi, yeni bir uygulama başlatmıştı. Başka cezaevinden getirilen hükümlülerin yeni renkli resimlerini çekeceklerdi, yaklaşan bayram görüşüne bir önlem olarak buna başvurmuşlardı. Tabi ki, Kenan’ın da renkli resmi çekilecekti. Çünkü bir süre önce Bursa’dan gelmişlerdi. Sıra bana geldiğinde, gözlük, külah, mont ve ilk kez uzayan sakallarımla göğsüme tutturulan ismimin olduğu tabelayı tutarak çekildim. Koğuşun girişinde duvardaki panoya koğuştaki diğer hükümlülerin resimleriyle beraber benimkini de koydular.

Selim’le ikinci tartışmamız, açığa çıkma durumunda vereceğim ifade üzerine oldu. Vermemi istediği ifadeyi eylemin karakterine uygun bulmadığımı söyleyerek karşı çıktım. “Biz komünist bir hareketiz,  esir aldığınız yoldaşlarımızı özgürlüğüne kavuşturup, size karşı mücadele etmek için kaçırırız. Bu görevimizdir, yoldaşlığımızın gereğidir” diyecek ve susacaktım. Benim önerim buydu. Bunun dışında ağzımdan tek bir söz çıkmayacak, sonuna dek direnecektim. Ama ikna olmadı. “Hukuki durumunu düşünüp, olabilecek en az cezayı alarak bir an önce dışarı çıkmalısın” dedi, sonra da  “kendini buna göre hazırla” diyerek kalkıp gitti.

Çok incitmişti beni. Daha önce de bir sohbet sırasında “sen küçük-burjuvasın” demesi, soğuk duş etkisi yaratmıştı. Sinirlenerek yanından uzaklaşıp yatağıma kapanıp ağladım sessizce. Zorunlu olmadıkça koğuştan çıkmıyor, Selim’le konuşmuyordum. Onun da umurunda değildi. Bu durum canımı daha çok sıktı. Yaklaşık on gün sonra dayanamayıp yanına gittim ve ona kırıldığımı söyledim. “Ben küçük-burjuvasın demedim, yanlış anlamışsın, ‘küçük burjuva alışkanlığın var’ dedim” diyerek düzeltme yaptı. Diyelim ki ben yanlış anlamışım ve kızıp gitmişim, ama onun durumu açıklayıp düzeltmesi gerekmez miydi? Bunu çok yadırgamıştım. “Nasıl oluyor da cezaevinde bu koşullarda kalan bir yoldaşınla konuşmuyorsun?” soruma verdiği yanıt, şaşkınlığımı daha da arttırdı. “Anlamayacak ne var, yoldaş yoldaşına tavır almış, en doğal demokratik hakkını kullanmış, saygı duyduğumdan dolayı gelmedim” dedi. Beni o koşullarda kendi başına bırakmayı “demokratik hakkıma” bağladı ya, söyleyecek söz yoktu artık.

İfade konusunda aramızda tartışma çıktığını bilen bir arkadaş, benimle konuşmak istedi. Selim ona anlatmış. Değer verdiğim, güvenilir bir dosttu. Firarın başında kol mührümüzü yaparak düğümü çözmüştü. Benim bir an evvel dışarı çıkmam için böyle bir ifadenin doğru olacağı yönünde konuştu. Bu iyi niyetli çabası için teşekkür edip “yoldaşımla konuşur çözeriz” diyerek kapattım. İç sorunumuzun başka kişiler tarafından bilinmesi beni rahatsız etmişti. Bunu Selim’e sorduğumda, “beni dinlemiyorsun, dostumuzun fikrini almakta sakınca görmedim” dedi. Sonuçta doğru bulmasam da, ifadeyi Selim’in söylediği gibi vermeyi kabul ettim.

İdarenin renkli fotoğraf işini çözmek için dışarıya haber gönderildi. Kenan’ın dışarıda çekilmiş fotoğrafları geldi, fakat istendiği gibi değildi. Ve açık görüş gelip çattı.

Görüş daha başlamadan gardiyanlar Kenan’ın ismini seslenerek yanlarına gelmesini istediler. Selim gitti, Kenan’ın rahatsız olduğunu söyledi, fakat o gelmeden görüşün yapılmayacağı söylendi. Selim de koğuşa dönerek yüksek bir sesle “Kenan, seni ille görmek istiyorlar, kapıya gel” dedi. Kalın bir ses tonuyla ne istediklerini sordum. Kapıya gittiğimde sivil bir adam ve çok sayıda gardiyanla karşılaştım. Birinin elinde resimlerin asıldığı pano, diğerinde Kenan’ın vesikalık siyah-beyaz resmi vardı. Sivil şahıs, panodaki renkli resimle önceden çekilmiş siyah-beyaz resmi elinde tutarak “bu sen değilsin, idareye gidip düzeltelim” dedi. “Ne saçmalıyorsunuz” dedim. Beni almadan açık görüş yaptırmayacaklarını söyleyince, Selim’in onayıyla gitmeye karar verdim.

 

İşkence cezaevinde başladı

İki sivilin arasında 15-20 gardiyanla birlikte müdürün odasına doğru yürüyoruz. (İşgüzar bir gardiyanın oyun haline getirdiği resim karşılaştırması sonucu, tesadüfen ortaya çıktığını sonradan öğrendim. O gardiyan ödüllendirildi.) Odaya girdiğimizde yığınla insan vardı. Masanın üzerinde benim resmim ve Kenan’ın poster büyüklüğünde gözlüklü resimleri duruyordu. Açığa çıktığımı anladım. Şimdi tavrım ona göre olacaktı. “Yedi aydır cezaevindeyim, gelip gitmediniz fazladan tuttunuz beni, ben artık gidiyorum” diyerek kapıya yöneldim. “Sen nereye gidiyorsun”, “sen kimsin”, “Kenan nerede, ne zaman, nasıl gitti, yoksa hala buralarda mı?” sorular peş peşe geliyor. “Ben kim olduğumu söyleyeceğim, ama kime neyi anlatacağımı bilmek istiyorum. Siz kimsiniz, bu kadar insan ne arıyor, bunları öğrenmeden tek kelime etmem” dedim.

Tombul yanaklı kravatlı olan şaşkın ve kızarmış bir halde “sen anlatacaksın” diye bağırdı. Ben yine aynı şeyleri söyledim. Çekmeceden çıkardığı copu fırlatmasıyla “saldır” komutu almış gibi üzerime çullandılar. Tekme, tokat, postal üzerime yağıyor. Ağzımdan, burnumdan, zaten patlamış kafatasımdan kan akıyor. Kendimden geçmişim. Kan gölcüğünün içinde kendime geldim. Her taraf sırılsıklamdı. Kaldırıp diktiler. “Böyle yaparsan öleceksin, hadi anlat” diyorlar. Ben de her defasında kim olduğumu söyleyeceğimi, ama önce onların kim olduğunu öğrenmek istediğimi papağan gibi tekrarlayıp duruyorum.

Tabi her defasında çileden çıkıp topluca saldırıyorlar. Bir kez daha bayılmışım. Ayakta duramıyorum, kanlar içindeyim, üstüm başım parça parça. Karşımdakilere bakıyorum, kravatlar çıkarılmış, ceketleri masa üstüne fırlatılmış, gömlekler pantolonun üstüne sarkmış, belli ki işkenceme aktif katılmışlar. Bu kez daha sakin aynı soruları soruyorlar. Ben de aynı cevabını veriyorum. Cezaevi müdürü öne çıktı, eliyle göstererek başladı saymaya; cumhuriyet savcımız, baş savcımız, dış güvenlik albayımız, komutanımız, ikinci cezaevi müdürümüz, ben birinci müdür, istihbarattan arkadaşlar (üç kişi) komiserim, memur arkadaşlar, infaz koruma memurumuz… Sonra tam bir sessizlik oldu. Müdür devam etti: “Şimdi sen anlat, kimsin, ne zamandır buradasın, nasıl geldin, nerelisin, nerede oturuyorsun, örgüt ne zamandır bu eylemi planladı, kaç kişiydiniz”

“Tamam anlatacağım, ama o kadar çok şey sordunuz ki, hangisini söyleyeyim” deyince, “adın ne” dedi. Adımı söyleyip yine sustum. “Sormadan söyle, soyadın ne, nereden geldin” Önceden belirlediğimiz ifadeyi vermeden önce hepsinin bana işkence yaptığını, bunu da yazmalarını belirttim.  Sonra başladım anlatmaya: 7 ay önce geldim. Siyasi biri değilim. Kenan oturduğumuz semtteki kahveye arada bir gelirdi. Kötü alışkanlıklara karşı beni uyarmıştı. Yağmurlu bir günde bana ayakkabı pantolon ve şemsiye vermişti. Çok etkilenmiştim bu abiden. Sonra göremedim. Ta ki, adresime gelen mektuba kadar. Mektupta şansızlıktan cezaevine düştüğünü, eski günlerin hatırına görüşüne gidersem çok sevineceğini yazıyordu. Ben de görüşüne geldim. -İstanbul’dan Çanakkale’ye nasıl geldiğimi uzun uzun anlatınca, savcı “eee” diyerek kısa kesmemi istiyor- Kenan ağabeyi nihayet görmüştüm, sarıldık birbirimize. Çay, bisküvi tatlısı ikram etti, sohbet ettik. Yanlışlıkla cezaevinde tutulduğunu, bir-iki aylık bir işi olduğunu, kendisinin yerine bu sürede kalıp kalamayacağımı sordu. Ben de iki ay gelir geçer, bir işe yaramış olurum diyerek kabul ettim.

İşkenceci savcı “kaç ay oldu peki” diye sorunca “6-7 ay olmuştur” dedim. “Niye gelmemiş peki” diye küfrü bastı. Kenan’ın iyi bir insan olduğunu, işlerinin uzamış olabileceğini söyledim. Beni ayakta tutan, bacağıma copla öyle aniden vurdu ki, yere düştüm. Yine onlarca tekme vücudumun her yanına inip kalktı. Kafamı ellerimin arasına alıp büzüşmüş vaziyetteyim, hiçbir organım hareket etmiyor artık. Bırakıyorum kendimi, çok uzakta inip duruyor tekmeler ve yine bayılıyorum. Aradan ne kadar süre geçmiş bilmiyorum, yüzüme boşaltılan suyla kendime geldiğimde mektup odasına sürüklendiğimi, zemindeki kanları gördüm. Şiddetli başağrısı vardı, her yanım yanıyordu, ayaklarımın acısı beynime vuruyordu, zor nefes alıyordum.

Bir süre sonra müdürün “memur arkadaşlar” olarak tanıttığı iki sivil beni kaldırdı. Kucaklayarak aynı odaya götürdüler. Odada eksik yoktu, yaklaşık 15 görevli, bitkin bir vaziyette, put gibi duruyorlardı. Getirenler beni dik tutmaya çalışıyor. Savcı, parmağını sallayarak küfürler yağdırıyor. “Annen, ailen sevgilin yok mu? Onları da mı düşünmüyorsun, yazık değil mi sana, seni kandırmışlar, bırak oyun oynamayı.” Yeniden başlıyor aynı soruları sormaya… Ben de her soruya tek tek aynı cevapları vererek uzatıyorum. Bir tiyatronun mantığına bile denk düşmeyen hikayeyi anlattım durdum gün boyu, işkenceli seanslarla birlikte.

Başarmıştım! Çaresiz kalmışlardı. Yöntemi öğrenememişler, dışarıyla ilgili tek bir bilgi alamamışlardı. Adımın dışında hiçbir şey doğru değildi. Gün boyu kudurmuşçasına saldırdılar sadece. Bazen tiyatroyu dinleyecekler galiba diye düşünüyordum, ama bir yerinde patlıyorlardı. Verdiğim adresin Gazi Mezarlığı çıktığını söylediler. “Söyleyeceklerin bu odadan çıkmayacak, sana söz veriyoruz, devlet sözünü tutar. Ya doğruları anlatacaksın, ya da Emniyet Müdürlüğü’ne yollarız, zaten gebermene az kaldı” dediler. Emniyet’te de anlatacaklarımın aynı olacağını söyledim. Sabahtan beri işkence yaptıklarını, bunu protesto için o andan itibaren tek kelime söylemeyeceğimi bildirdim. Suratıma bir yumruk indi ve “götürüm şu…” lafını duydum.

İşkencenin cezaevindeki faslı bitmişti ve ben kazanmıştım.

 

Şubede öldüresiye işkence

Hava kararmıştı, güya sabah on gibi görüş yapacaktık! Polislerin omuzunda taşınarak bir ekip otosunun arka koltuğuna atıldım. Gözlerimi bağladılar ve kafamı iyice eğdiler. Epey dolandıktan sonra bir yerde durdular ve beni sürükleyerek ikinci kata çıkardılar.  “Senin yüzünden gün boyu aç kaldık, iyice düşün, yine geleceğiz” diyerek gittiler. Yine kendimden geçmişim.

Uyandığımda çıplak bir vaziyette bir beton bir masada -cenaze yıkanan yere benzeyen- gözlerim bağlı uzanıyordum. Başımda bekleyenler uyandığımı farkedince “şimdi bizimsin, yalvaracaksın ama dinlemeyeceğiz, sen devletin cezaevinden adam kaçıracaksın, küçük düşüreceksin, biz de seni yaşatacağız öyle mi” diyerek, hem sövüyor hem yüzüstü çevirerek, sırtımın özellikle omuza doğru iki tarafa defalarca kalın bir sopayla vuruyorlar. Kum torbasına vurur gibi aynı tonda. Bazen hissetmez oluyorum, iradem dışı çıkan iniltilerimi dinliyorum. Böyle ne kadar sürdü bilmiyorum. Hafızam gidip geliyor. Sorgunun neresinde kaldığımı hatırladığımda, tarif edilmez bir rahatlama duyup direnmeye devam ediyorum.

Zaten zor oynatabildiğim kollarımı iki yana açarak, arkadan omuz hizasında bir kalasa halatla bağlayıp metal iki dolabın arasına yerleştirdiler. Ayak baş parmağıma mandal gibi bir aleti takıp ucu açık birkaç teli vücudumun hassas yerlerine değdirerek elektrik veriyorlar. Yıldızlar dönüyor başımda, topaç gibi hızlanıp kendimi kaybediyordum. Hep aynı sorular; “nasıl, nereden geldin, kimlerle organize ettin, cezaevine nasıl girdin, o nasıl gitti?” Tek söz yok bende. Her baygınlık sonrası yüzüm gözüm temizleniyor, üstüme dökülen sütle güya besliyorlar. Şubede geçirdiğim günler boyunca üç kez bayıldım ve kısa süreliğine de olsa düşünemez olduğum anlar yaşadım. İlk günler geceli gündüzlü yoğun işkenceler gördüm.

Sonra kendimi bir nezarethanede buldum. Altı tahtalı sıcak bir yerde uyumuşum… Uykumu bölüyorlar, nezarethaneden aşağıya, küf kokan bir yere sürüklediler küfürler eşliğinde. “Şimdi göreceksin direnmek nasılmış” diyor biri. Diğeri, “nefesini tüketme, sıkalım kafasına gitsin” diyerek, gözümü bantla kapatıyorlar yine. Bir kapı açıldı, beni o tarafa sürüklediler. Duvarlarda su sızıntısı işitiliyor. “Burada kalacaksın, öldüreceğiz seni” diyerek, tekmelemeye başladılar. Fakat dikkatli bir şekilde kaba etli yerlerime vuruyorlar. Sonra çekip gittiler. Sonra başka bir odaya götürdüler, yeniden askıya aldılar. İşkenceciler sürekli konuşarak beni tahrik etmeye çalışıyor, tepkilerimi ölçüyorlar. Arada bir kum torbasına vurur gibi vuruyorlar.

O esnada hışımla içeri giren biri, “savcımızla dalga geçen bu…” diyerek saldırdı. Saçlarımdan tutup, taşımakta zorlandığım kafamı kaldırınca, göz bağım biraz açıldı. Elinde tomar tomar iltihaplı irinli kanlı saçlarımı gördüm. Saçlar ellerine yapışınca irkilerek “pislik” diyor, “ellerimi yıkamaya gidiyorum” diyerek kapıyı vurup gitti.

Gerçekten de kafa derim çok tahriş olmuştu. Firar eylemini yapmadan bir gün öncesinde, saçlarımı boyarken istenen rengi tutturamamış, asitle açmaya kalkmıştık. Civciv sarısına dönen kafamdan dumanlar çıkıyordu. Firar sonrası da cezaevinden şubeye dek çoğu zaman külahı kafamda çıkarmadım. Çaktırmadan tuvalete gidip temizlemeye çalışarak geçti günlerim. Halimden yakınıyor görünmemek için de kimseye söylemedim. Günler ilerledikçe kafamın tümünü sarmıştı deri patlağı. Şimdi her dokunduklarında irinli kanlı saç tellerim ellerine yapışıyor, işkencecilerin midesini bulandırıyordu.

Kaba dayak, askı, elektrik, beton masa üstüne çıplak yatırma, papazlık dahil her yöntemi kullanarak konuşturmaya çalıştılar. Ben de giderek tırmandırmak zorunda kaldım direnişimi. Onlar işkenceyi arttırdıkça “açlık grevine gidiyorum” demeden, bir şey yemedim. Yeni işkence mekanımda da bayılmışım. “Yemiyor içmiyorsun, bu yaptığın siyasi tavırdır” diyorlar. “İşkence yaptığınız için yemiyorum” diyorum, saldırıyorlar. Bu kez “ölürsen atarız araziye, daha önce gömdüklerimizin yanına” diyerek gözdağı veriyorlar.

Bir gün uyandığımda ne göreyim? Bir yerlerden tanıdık, kısa boylu tıknaz bir adam pis pis gülerek beni izliyor. Kesişti bakışlarımız, kilitlendik adeta. Nereden tanıyorum diye hafızamı zorluyorum. Hafızam kuvvetlidir aslında. Ve birden hatırladım. ‘85 operasyonundan sonra bir yoldaşla birlikte giderken, izlendiğimiz hissine kapılmıştım. Yanımdaki yoldaş da farkettiğini söyledi. Büyük kafalı, anlı çıkık, et bezesi belirgin biri, peşimizden geliyordu. Uzunca bir kovalamacadan sonra kendimizi bir yere atmıştık. Şimdi karşımdaki polis, bu kişiydi. Beni çözmek için getirdikleri belliydi. Hemen yanıma gelip “hatırladın mı beni” diye sordu. “Kaçtın, kurtulduğunu sandın, bak ne büyük iş almışsın başına! Artislik yapmayıp o iki çıkışlı hana girmeseydin, alacaktık sizi. Böyle işkenceye de uğramamış olacaktın!” Bana iyilik yapmak için geldiğini, artık işkence yapmayacaklarını söyledi. “Çanakkale’de hiç siyasi olay olmazmış, bizi çağırdılar geldik” dedi. “Yıldırmışsın onları tiyatronla, bir de ‘siyasi değilim’ diyormuşsun. Biz seni Gazi’den, Fındıkzade’den tanırız” diyerek, daha önceki gözaltımı, birlikte takip aldığımız yoldaşları sıraladı. “Tanımıyorum seni” dedim. “Yanındaki işkenceciye söyleceklerimi söyledim, sizden de korkmuyorum” diyerek kestim. Sadece yöntemi söylemem için adeta yalvardı. Cevap alamayınca, “günah bizden gitti” diyerek bıraktı…

Sarkık bıyıklı adamı görüyorum uzandığım yerden, tekme vuruyor suratıma, boğmaya çalışıyor beni. Hiç bir şey sormadan kulaklarımdan çekerek vuruyor duvara. Çelimsiz müsveddeden beklenmeyen bir güçle tekmeliyor. Biri avaz avaz bağırıyor; “parça parça yapıp öldüreceğiz, kolay ölüm olmayacak buna…”

Elektrikli copla tecavüz girişimi, bilekten asma, tazyikli su, meydan dayağı hiç durmadı gece gündüz. Artık beynim uğulduyor, zor nefes alıyor, zor yutkunuyorum, içtiklerimi kusuyorum. Deneyimli İstanbul polisi saldırıyor bu kez. “Devletle alay etmek ha, küçük düşürmek ha” diyorlar. “Biz sizi tanırız, İsmail Cüneyt’i de biz öldürdük emniyette. Açın gözünü şunun, öldüreceğiz” diyorlar.

“Abdulkadir’in haberlerini sen mi getirdin, hastane sevkini senin bilgilerinle mi yaptılar!” diye sorunca, buz kestim birden. Kaç gündür buradayım bilmiyorum. Abdulkadir Konuk, şerefime verilen yemekte tanıdığım, idamla yargılanan bir tutsaktı. Ona ne olmuştu da işkencemde soruyorlardı.(**)

Çok uzun güzel bir uyku sonrası gene ilaçlanmış sıvıyla beslemişler; hareketlerimin ağırlaştığını hissediyorum. Akşam saatlerinde geldiler yine. Artık sona geldiğimi söylediler. Ben de meydan okudum, su da almayacağımı söyledim. Buz gibi suyla dolu bidonun içine koydular, yüzümdeki kurumuş kanlar çözülüyor, kıpkırmızı oluyor suyun yüzeyi. Titriyorum. Böyle ne kadar kaldım bilmiyorum, bidona attıkları tekmeyle yuvarlandım. Çıkıp gidiyorlar.

Kaç gün sonra uykudan uyandırıldım yine. “Hadi bakalım, temizledik seni, temiz göndereceğiz öteki dünyaya” dediler. Kanlı montum temizlenmiş, kazak, pantolon, temiz çorap getirmişler. Giydiriyorlar onları. Gerçek sahnelere benziyor davranışları, artık gözlerim açık, çekinmiyorlar yapacaklarından. Karga tulumba arabanın arka koltuğuna uzattılar. Yaklaşık yirmi dakika sonra yumuşak zeminli bir yerde indirdiler. Koluma giriyor biri yıkılmamam için. Diğerleri benimle ilgilenmeden mermileri silahların ağzına veriyorlar. “Kapatın gözünü, getirin arazinin ortasındaki çukurun yanına” diye sesleniyor telsizli olan. Göz bandını takıyorlar, ite-kaka ilerliyoruz. Yanımda yürüyen “ölüm kokuyor sende, bir şey söylemiş ol, bizi de kurtar” diyor. Susuyorum, o devam ediyor: “Zaten susuzluktan ölecektin, madem konuşmuyorsun eziyet çekmeden hızlandıralım ölümünü” diyor. Epey yürütüldükten sonra bir ses; “getirin çukurun başına, ölürken dik duracak mı bakalım” diyor. Yanımdaki “dur burada, çukur kazılan toprak üstündesin, dön arkanı” diyor. “Siz döndürün, ben dönmem” diyorum.

Son iki günde ölümü hissetmiştim, şimdi de aynı hisleri duyuyorum, hüzünlüyüm ama dik duracağım, tüm gücümle yapabildiğim kadar… “Hazır mısın” diyor bir ses. Biraz daha dikleniyorum, konuşana doğru dönerek; “İşkence insanlık suçudur. Cinayet işlemek de insanın en alçağının yapacağı iştir. Mutlaka bir gün hesap verirsiniz! Hazırım öldürün!” diyorum. Sözüm yeni bitmişti ki, göğsüme yediğim tekmeyle aynı anda kurşun yağdı üzerime. Gerçekten bir çukurdayım şimdi, öldüm mü, hayal mi görüyorum, ölüm böyle mi oluyor!? Hareketsiz izliyorum kendimi, susmuyor silah sesi, delik deşik olmalıyım ama yaşıyorum galiba. Farkında olmadan tuttuğum nefesimi verirken, yaşadığımı belli belirsiz hissetmeye başlamıştım ki, biri bağırıyor; “durun, böyle ölmeyeceği emri geldi, keseceğiz boğazını, kolunu-bacaklarını, hemen çıkarın”

Çıkarıyorlar çukurdan. Aklım başımda, ölmemişim. Son şanslarını denediklerini hissettim. Kazandım artık! Bitti işkenceli günler! Yendim it sürülerini! Mutluluktan uçuyorum…

Emniyete götürdüler, gözüm bağlı şekilde ikinci katta bir yerdeyim. Sabah birinin haykırışıyla uyanıyorum. “İşe yaramazlar sizi! Sizin gibi yüz adamım olacağına bu adam gibi bir arkadaşım olsaydı” diyor. “Terörist veya aptal her neyse, benim kızım oğlum için yapamayacağımı, o yoldaşı için yapmış, üstelik gıkı çıkmıyor! Tesadüfen anlaşılmasa, kimbilir daha neler yapacaktı?”

Yetkili bir işkenceci şefi olmalı. Herkese fırça atabilmesinden çıkarıyorum. Tarif edilmez duygular, büyük bir gurur içindeyim, içim içime sığmıyor. Ama sarhoşluğa, gevşemeye yer yok! Dikkatli olmalıyım!

“Kaldırın alın ifadesini, ne söylerse yazın, söylemese çıkarın mahkemeye… elimde kalacak yoksa” diyor. Daktilonun başındaki yazıcı, polisin karşısındaki sandalyeye oturtuldu. İlk kez biraz da ayrıntıyla tek seferde ifademi verdim. “Tamam imzala” diyerek çıkarıp koydular önüme. Okuduktan sonra imzalarım diyerek, okumaya başladım. Alçak polis, “örgütlü olduğum, Kenan’ı örgüt kararıyla çıkardığım” satırlarını eklemiş, onları görünce yırttım kağıdı. “Benim söylediklerimi değil, kendi istediğini yazmışsın! Ya söylediğimi yazarsın ya ifade vermem, hiç bir evrakı imzalamam” dedim. Yan masadaki kalkıp geldi, “yanlış mı yazıyorsun sen” diye çıkıştı yazıcıya. Elimden ikiye bölünmüş kağıtları aldı. Beni yan odaya götürdü. Peşinden iki çantalı adam geldi. “Biz doktoruz, ne oldu sana bakalım” dedi. Diğeri, “masayı devirmişsin ayaklarının üstüne, kötü ezilmiş tırnaklarını kırmış” diyor. Yüz üstü uzanıyorum, her yanım temizlenip merhemler sürülüyor…

 

Ben kazandım, direniş kazandı

Huzurluyum, ağrım-sızım hafifledi biraz. Zor yürüyorum ama onurla aldığım görevi başım dik olarak başarmışım. Bu duygu, tüm işkenceleri küçültüyor, mutlu olmamı sağlıyor. Yazıcı yeniden yazmış ifademi, okuyor imzalıyorum. Mahkemeye polis yardımıyla çıktım. Hakim, soruları sıralayıp “konuşabilirsiniz” dedi. Bana yapılan işkenceleri anlattım ve “şikayetçiyim” dedim. Hakim, parmağını sallayarak, “bunlar yapılsaydı, konuşabilir miydin şimdi böyle” diye bağırdı. Polislere bir kağıt uzatarak, “götürün bunu daha fazla gözüm görmesin” dedi.

Polisler yaka-paça bindirdiler arabaya. Cezaevinin giriş tarafındaki tek kişilik hücreye koydular. Gardiyanlar “geçmiş olsun” diyor. Beyaz önlüklü biri, su getirmiş “içmelisin” diyor. Koğuşa gitmeden hiçbir şey yiyip içmeyeceğimi söyledim. Biri geldi, “ben koğuştaki arkadaşlarının yanından geliyorum, açlık grevini bırakmanı istiyorlar” dedi. Bağırdım hepsine, korktular, çekildiler. Aklıma koğuştaki tıpalı su kabımız geldi. Onu getirirlerse açlık grevini bırakacağımı söyledim. Tüm gücümle slogan atmaya başladım: İşkenceciler cezasız kalmayacak! Faşist idare hesap verecek!

Bir süre sonra bir ses duyuyorum. Nihayet duyurmuştum sesimi. Kim olduğumu neler yaşadığımı anlatıp “haber verin siyasilere” diyorum. Tekrar slogan attım, dayanamayınca yığılıverdim. Bir saat kadar sonra, gerçekten benim suyum gelmişti. Selim öğrenmiş geldiğimi, açlık grevini nasıl bırakacağımı yazmış. Bir kaşık püre, bir küçük lokma ekmek, bir yudum gönderdiği süt, bir çekimlik sigara, tane tane ne yazdıysa aynısını yaptım. Leğen, ılık su, temiz nevresim, havlu, pijama, iç çamaşırı, desenli bir gömlek, her şey çok güzeldi.

Bu su kabını akıl etmem iyi olmuştu. Tüm cezaevi kapı döverek, müdürü getirmişler. Sabahleyin sayım sonrası koğuşa getirilmem konusunda anlaşmışlar. Yazılanların her kelimesini defalarca okudum. Kuştüyü yatak gelmiş gibi uyudum, öyle huzurlu…

Sabah koğuşa gideceğimi beklerken, İstanbul Cezaevi’ne götürüleceğim söylendi. “Arkadaşlarımı görmeden öldürseniz gitmem” dediğimde, müdürü çağırdılar. Az işkence etmemişti bana. “Sen işkencecisin, uyarıyorum seni” dedim. Gece tutsaklara verdiği sözü hatırlattım. Yalvarıyor karşımda, “ben emir kuluyum, talimat geldi zorunluyum göndermeye, senin düşmanın değilim.” Sözünü kesip “yaptığınla kalmayacaksın, işkencecilerden hesap sorulur” dedim.

Gardiyanlar eşyalarını torbaya koymuşlar, “gidelim” dediler. Bitkin haldeyim, beş parasızım, en önemlisi yoldaşımla, dostlarımla vedalaşamamışım… Büyük bir üzüntü içinde kelepçelenerek İstanbul Bayrampaşa Cezaevi’ne yola çıktık…

 

 

(*) Bu yazı, H. Selim Açan’ın “anı” kitabında “dublör” başlığı altında bir bölümün yer ayırması üzerine kaleme alınmıştır. Kitabın bütününde ve “dublör” bölümünde tarihsel olayların çarpıtıldığı, olmayan şeylerin olmuş gibi gösterildiği yerler bulunmaktadır. Onların her birine ayrı ayrı yanıt vermek yerine, sürecin bütünü, eylemi gerçekleştiren “dublör” tarafından aktarılmaktadır. Bu bütünlük içinde kitapta nelerin yanlış ve eksik anlatıldığı ortaya serilmekte, tekzip edilmektedir. Eylemi anlatırken, gizli kalması gereken yönleri ve kişilerin isimlerini özellikle geçirmedik. HSA’nın kitabı dahil birçok “anı” kitabında, polisin çözemediği eylemlerin, devrimcilerin halen kullandığı veya kullanabileceği yöntemlerin ve kişilerin ifşa edilmesini yanlış bulduğumuzu, kendi yayınlarımızda buna izin vermediğimizi bir kez daha belirtelim.

(**) Abdulkadir Konuk, TDKP davasından yargılanan bir tutsaktı. “Dublör”ün işkenceye alındığı günlerde, tedavi için getirildiği İstanbul Çapa Hastanesi’nden firar etmişti.  

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …