2011’de Suriye’de, halkların canı-kanı üzerinden kendisine bir macera çıkarmaya çalışan AKP hükümeti, şimdi de Libya’ya el atmaya, Libya savaşında yer kapmaya çalışıyor. İçeride ve dışarıdaki sıkışmışlığını, Libya üzerinden gidermek, Libya’da kendisine yeni bir soluk borusu oluşturmak istiyor.
Bu nedenle, bir taraftan meşruiyeti belirsiz Trablus hükümeti ile Akdeniz’i parsellemeyi hedefleyen bir anlaşma imzalarken, diğer taraftan Libya savaşına müdahil olma konusunda yasal düzenleme oluşturmaya çalışıyor. Yılın son günlerinde, meclise tezkere getirmek de dahil olmak üzere bu çabalar hız kazandı.
Hükümetin etrafındaki kuşatma büyüyor
Yanlış politikaların sonuçları Erdoğan’ı her yönden sıkıştırmaya başlamış durumda. En başta ekonomik kriz, işçi ve emekçileri daha fazla kuşattıkça, Erdoğan yönetimine karşı tepkiler giderek büyüyor ve daha açıktan ifade ediliyor. Kitleler kendi yoksulluk ve çaresizliklerinin yanında, sarayın ve yandaşların nasıl bir servet ve ihtişam içinde yaşadıklarını, kendi cebinden çalınan paraların saray ve yandaşlarına hortumlandığını daha çıplak biçimde görüyorlar. Dahası tepkisini ortaya koyma konusunda daha cesaretli davranıyorlar. Erdoğan’ı sıkıştıran, bulunduğu konumu tehlikeye atan en büyük unsur budur.
Kitle desteğini giderek kaybetmekte olan bir yönetim, egemen sınıfların işine gelmediği için, alternatifler oluşturma çabası da hız kazanmış durumda. Yeni dönemin arayışları ve hazırlıkları çoktan başladı. Davutoğlu ve Babacan’ın parti kurma çalışmalarının yanısıra, ÖDP’nin bile “olağanüstü kongre” ile isim ve program değiştirme çabaları, (ne kadar karşılık bulacağı bir yana) bu döneme hazırlanma adımlarıdır.
Dış politikada ise, ABD ile Rusya’yı aynı anda idare etme, birine yaslanarak diğeri ile pazarlık yapma girişimleri artık tamamen çökmüştür. İki emperyalist de sabırsızca yüklenmekte ve kendi politikalarının-çıkarlarının gerçekleşmesi konusunda tavizsiz davranacaklarını göstermektedirler.
Erdoğan’ın Kasım ayında ABD ziyaretinde ve Aralık başında NATO zirvesinde yaptığı görüşmelerde, S-400’den Halkbank’a kadar pek çok konu masaya yatırıldı. ABD, Erdoğan ve ailesinin malvarlığını açıklama tehditleriyle gelerek Erdoğan’a zaman kazanma şansı bırakmadı. Dahası, Türkiye’ye ağır yaptırımlar içeren karar tasarısı, Trump’ın da imzalamasıyla devreye girdi. Bu kadar ağır ABD baskısı karşısında, ABD’nin Karadeniz’de savaş gücünü artırmasının yolu olan Kanal İstanbul çalışmaları hız kazandı.
Bu arada, ABD’nin başını çektiği, İsrail, Mısır, Yunanistan da içinde olmak üzere geniş bir koalisyon tarafından Doğu Akdeniz’de petrol arama faaliyetleri de, Türkiye’yi sıkıştıran bir başka nokta olarak derinleşti. Türkiye bu petrol bölgesinden dışlanmış, bir çok ülke uzak durması konusunda onu açıkça uyarmış, hatta tehdit etmişti.
Erdoğan, Kanal İstanbul ile ABD’yi memnun etmeye çalışırken, yanıt İdlib’den geldi. Rusya ve Suriye, İdbil’deki cihatçı çetelere karşı yeni bir operasyon dalgası başlattı. İdlib’deki operasyon, Türkiye’yi iki yönlü ilgilendiriyordu:
Birincisi Suriye ordusu İdlib’de ilerledikçe, Türkiye’nin 12 gözlem noktasından birisi zaten Suriye’nin hakimiyet alanında kalmıştı. Bu operasyonla Suriye ordusu biraz daha ilerleyecek ve başka gözlem noktaları da Suriye hakimiyet alanına girecekti. Bu da Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına dönük yeni ve daha net bir tartışma yaratacaktı.
İkincisi, İdlib’de giderek sıkışmakta olan cihatçı çeteleri, Rojava topraklarında oluşturmak istediği “güvenli bölge”ye taşıma olanağı kalmamıştı. Şimdi bu cihatçı çeteleri daha acil biçimde İdlib’den çıkartmaya başlaması gerekiyordu. Elbette Erdoğan’ın planlarında bu çetelerin yeni “savaş alanı” olarak Libya’ya gönderilmesi netleşmişti. Ancak çeteleri İdlib’den Libya’ya taşımak, İdlib’den Suriye’nin başka bir bölgesine taşımak kadar kolay olmayacaktı. Bu arada, Libya’daki dayanağı olan Trablus hükümeti de, General Hafter’in kuşatması altındaydı.
Libya “çıkış noktası” mı bataklık mı?
Erdoğan, 28 Kasım’da Türkiye’ye gelen Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (Trablus Hükümeti) Başkanı Fayez Al Sarrac ile iki anlaşma imzaladı. Birisi Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası, diğeri de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası idi.
Doğu Akdeniz’de petrol arama çalışmalarından dışlanmak, Türkiye’nin en fazla tepki gösterdiği konulardan biriydi. Aslında konu, KKTC üzerindeki Türkiye vesayeti ile doğrudan bağlantılıdır. AB ve Akdeniz havzasındaki ülkeler, KKTC’yi yok sayarak tüm ilişkiyi Güney Kıbrıs ile kuruyor. Doğu Akdeniz petrol sahaları da bu ilişkinin bir parçası. 2003 yılından bu yana, G.Kıbrıs, Mısır, İsrail, Lübnan, Yunanistan başta olmak üzere, Fransa, İtalya, ABD, Suudi Arabistan, BAE ve hatta Katar gibi ülkelerin de dahil olduğu anlaşmalar imzaladı. Bu anlaşmalar, Kıbrıs adasının etrafındaki deniz alanlarını parselledi ve petrol arama çalışmaları başlatıldı. 2019 Ocak ayında da Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün, Filistin ve Mısır, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu kurarak bu ilişkiyi resmileştirdiler.
Türkiye buna cevaben önce fırkateynlerini bölgeye göndererek gözdağı vermeyi denedi. Ardından hukuksal yetkisi belirsiz KKTC’den ruhsat alarak Fatih ve Yavuz gemileriyle sondaj çalışmalarına başladı. Türkiye’nin kendi kendine çizdiği harita, Rum tarafının haritasındaki beş parselle kesişiyor. AB, Rumlardan yana tutum alarak Türkiye’ye yaptırım kararı çıkartınca, Erdoğan yönetimi tamamen dışlanmış oldu.
Bu koşullarda Erdoğan ile meşruluğu tartışmalı Trablus Hükümeti’nin başkanı Sarraj’ın, meşruluğu tartışmalı bir Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması anlaşması imzalaması, AKP tarafından “büyük zafer”, “Türkiye’den izin almadan kimse Kıbrıs’a geçemez” gibi müjdelerle sunuldu. Oysa bu anlaşma bir zafer değildi, Akdeniz’de varolan statüye bir değişiklik de getirmiyordu.
Trablus Hükümeti ile yapılan ikinci anlaşma ise, çok daha önemli ve büyük sonuçlar getirecek bir anlaşmadır. Libya’da Trablus ve Tobruk’ta, ikisi de BM ile ilişki halinde olan, ancak ikisinin de meşruluğu tartışmalı iki hükümet bulunuyor. İkisinin dışında, Libya’nın güneyinde İslamcı, cihatçı aşiret yönetimleri de varlığını sürdürüyor. Bu hükümetlere hangi devletlerin destek verdiği konusu oldukça karmaşıktır; çünkü ABD başta olmak üzere bir çok ülke, savaşın sonucu belli olmadığı için ve Libya’daki parçalanmışlık işlerine geldiği için, iki tarafa da destek vermektedir. Rusya ise net biçimde Tobruk hükümetinin arkasındadır ve 2019 başlarından itibaren General Hafter’i harekete geçirerek ülkenin birliğini sağlayacak bir savaşı başlatmıştır. Ancak aynı zamanda ABD ile de işbirliği yapan Hafter, bu savaşta “iki adım ileri, bir adım geri” çelişkisi içinde hareket etmektedir. Türkiye’nin ise, safı nettir Libya’da: Müslüman Kardeşler uzantısı Trablus Hükümeti.
Erdoğan, 2019’da başlayan savaş süresince, Trablus hükümetine açıkça siyasi, gizli-örtük biçimde askeri desteğini sürdürdü. Rusya’nın yaptığı açıklamalar ve Hafter ordusunun düşürdüğü Türkiye’ye ait SİHA’lar, Türkiye’nin bu savaşta aktif olarak yer aldığını gösteriyordu zaten. Ancak bu, daha çok paramiliter güçlerin kullanıldığı, resmi olmayan bir varlıktı.
Şimdi Erdoğan, iki yeni hamle yapmak istiyor. Birincisi, İdlib’deki cihatçıları Trablus’a taşıyarak Hafter’e karşı savaşmalarını sağlamak. (Ki Rusya, yaptığı açıklamalarla, Türkiye üzerinden bu sevkiyatın başladığını doğruladı ve buna tepki gösterdi). İkincisi ise, General Hafter’in Trablus’a yeni bir saldırı başlattığı bu günlerde, Sarrac Hükümeti’ne desteği artırması gerekiyor. Libya’daki savaşa katılımı resmileştirmek, paramiliter güçler ve cihatçılar yetmediği için ordu birliği göndermek, savaşta (ve sonrasındaki paylaşımda) daha aktif olarak yer almak istiyor. Bunun için de Libya’ya asker gönderme tezkeresini meclise getirmeye hazırlanıyor.
* * *
Halk, açlık ve işsizlik altında kıvranır, toplu intiharlar yaşanırken, savaş tamtamlarıyla bunların sesi bastırılıyor; duyulmasın, konuşulmasın isteniyor. Suriye’ye karşı başlatılan savaşı ABD ve Rusya’nın müdahalesiyle durdurmak zorunda kalınca, şimdi Libya için yükleniyorlar. Yeniden savaş tezkeresini meclisten geçirmeye çalışıyorlar. Fakat bu kez muhalefeti arkasına takması, Suriye kadar kolay olmayacak.
Erdoğan, içeride sıkışan her yönetim gibi dışarıya karşı savaş ve zafer çığlıkları ile ömrünü uzatmaya çalışıyor. Ama bu çabalar, ömrünü tamamlamış hiç bir yönetimi kurtarmaya yetmedi; aksine hızlandırıcı bir rol oynadı. Onun için de farklı olmayacaktır!…