Son yıllarda 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başladı. Öyle ki, devrimci yapılar ve reformist partiler arasında bile, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” diyenlerin sayısı giderek azaldı.
Dahası, devrimci yapıların önemli bir kısmı, kadın sorunu konusunda feminizmin kuyruğuna takıldı, feministlerle birarada olmak için devrimci platformları dağıttılar. Ve devrimci söylemlere-sembollere düşman feministlerin siyaset yasaklarına karşın, bu birlikteliği sürdürmek için büyük bir uğraş vermekteler.
Son iki yıldır 8 Mart ve 25 Kasım’da İstiklal Caddesi’ndeki “Gece Yürüyüşleri”nde yaşananlar çarpıcıdır. Bir burjuva ideolojisi olan feminizm, devrimci kadınlar üzerinde baskı oluşturmak için her yöntemi kullanmaktadır.
Ekmek ve Gül
Yürüyoruz, yürüyoruz, günün aydınlığında
Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara
Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan
Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara
“Ekmek ve gül!”, “Ekmek ve gül!”
Yürüyoruz, yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hala analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır emek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!
Yürüyoruz, yürüyoruz kol kola
Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız
Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!”çığlıkları
Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar
Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun
Biz de bugün hala onların özlemini haykırıyoruz
İş ve ekmek istiyoruz
Ama gül de istiyoruz
Yürüyoruz, yürüyoruz, yanyana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan
“Ekmek ve gül!”, “Ekmek ve gül!”
James Oppenheim
Burada sorun salt “emekçi” kelimesinden ibaret, ya da basitçe “feministlerin siyaset yasakçılığı” değildir. Kadının özgürleşme mücadelesine bakışla, kadını toplumsal olarak konumlandırmayla ilgili bir farklılaşma sözkonusudur.
8 Mart, kadının ezilmesinin nedeni olan kapitalizme karşı bir mücadele çağrısı olarak mı kutlanacaktır; yoksa, renkli ve çalgılı bir karnaval havasında, içi boşaltılmış göstermelik mesajlar eşliğinde, adeta bir “kadınlar matinesi” ya da “anneler günü” formunda mı? Kadının yüzyıllardır biriktirdiği öfke, doğrudan bu çürümüş sömürücü ve zorba düzene karşı, devrim ve sosyalizme mi akıtılacaktır; yoksa düzen-içi çözümlere, sandığa, şu ya da bu düzen partisine mi?
Fark; bu kadar açık, kesin ve derindir. Sadece “kadın”a-kadın sorununa bakışın değil, sınıflar mücadelesini ele alışın da somut bir ifadesidir.
Sınıf mücadelesinin genel yükselişi dışında, ne genel olarak kadın sorununun çözümü, ne de emekçi kadına dönük her türden saldırının püskürtülmesi mümkündür. 8 Mart’ın dünya devrim hareketine kazandırılması süreci bile, bunun somut kanıtıdır.
1857’li yılların ‘vaatler ülkesi’ Amerika’da, Newyork kentinde, sömürü had safhadadır. Çoğu kadın 40 bin dokuma işçisinin elleri, ağır çalışma koşullarından dolayı şaltere uzanır. Günde kimi zaman 16 saate varan sürelerde çalışıp düşük ücret almalarına karşı başlayan bir direniştir bu. Amerikan burjuvazisiyle dişe diş bir kavga başlar. Grevin yaygınlaşacağından korkan patron, grevcileri fabrikaya hapseder. Ardından “şüpheli” bir nedenle çıkan yangında 129 kadın işçi yanarak can verir. Günlerden 8 Mart’tır…
Bu alev, mücadeleyi yükseltir. İşgününün kısaltılması ve bazı siyasi haklar için Manhattan iplik işçisi kadınların yaptığı greve polis acımasızca saldırır. 140 kadın işçi öldürülür, yüzlercesi tutuklanır. Günlerden yine 8 Mart’tır…
8 Mart’ın Birleşmiş Milletler tarafından kadınlara “armağan” edilen bir gün olduğu ileri sürülür. Gerçekte, BM’nin aldığı karardan yaklaşık 60 yıl önce, sosyalistler 8 Mart’a hakettiği değeri vermiştir. 1910 yılında Kopenhag’ta toplanan Sosyalist Kadınların İkinci Konferansı’nda Clara Zetkin’in önerisiyle 8 Mart, emekçi kadınların mücadele günü olarak ilan edilir.
Bu kısa tarihçe; 8 Mart’ın doğuşunu ve tüm dünyaya mal edilişin gösterdiği gibi, kadın sorununun ve 8 Mart’ın sınıflarüstü olmadığını net bir biçimde gözler önüne sermektedir. 8 Mart, işçi-emekçi kadınların mücadelesiyle ortaya çıkmış, onların öncüsü komünist kadınların çağrısıyla enternasyonalist bir gün halini almıştır.
Bolivyalı bir madenci eşi Domitila Barrio’nun Birleşmiş Milletler’de, çoğunluğu burjuva çevrelerden gelenlerle dolu bir toplantıda, bir burjuva kadına verdiği yanıt, bu gerçeği bir kez daha teyit etmektedir. Madencilerin direnişine katılmış ve o direnişte çocuğunu yitirmiş Domitila, bir ders niteliğindeki konuşmasında şunları söyler:
“Senyora, sizi bir haftadır tanıyorum. Her sabah başka bir elbise ile geliyorsunuz, oysa ben hergün aynı elbiseyi giyiyorum.
Zarif bir güzellik salonunda geçirecek zamanı ve harcayacak parası olan biri gibi, hergün saçlarınız yapılmış ve yüzünüz makyajlı geldiniz, ben bunları yapamıyorum. Her öğleden sonra bu binanın kapısında sizi eve götürmek için bekleyen şoförünüzü ve arabanızı görüyorum; elbette beni hiç kimse beklemiyor.
Eminim gerçekten zarif bir eviniz ve komşularınız vardır, değil mi? Oysa biz madenci karıları bize lojman olarak verilen küçük evlerde oturuyoruz ve kocalarımız öldüğü, hastalandığı ya da işten atıldığı zaman evi 90 gün içinde terketmek zorundayız. Sonra kalacak hiçbir yerimiz yok.
Şimdi senyora, söyleyin bana: Sizin durumunuzla benimki arasında hiç benzerlik var mı? Siz ve ben eşit değilken, siz ve ben bu kadar farklıyken, ikimiz arasındaki hangi eşitlikten konuşacağız?”