Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden
bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
III- İŞÇİ ve EMEKÇİLERİN ÖRGÜTLENME SORUNU
Bu bölüme öncelikle bir yanılsamayı düzelterek başlayalım. İşçi sınıfının örgütlenmesi dendiğinde, ilk akla gelen sendikalar oluyor. Hatta tek örgütü sendikaymış gibi ele alınıyor. Oysa işçi sınıfının sendika dışında da örgütleri vardır. Pek çok taban örgütünün yanı sıra asıl örgütü, işçi sınıfının nihai kurtuluşunu sağlayacak olan partisidir. Nitekim işçi sınıfının ilk doğduğu ve geliştiği Avrupa’da, önceleri sosyal-demokrat partiler, sonrasında komünist partiler, işçilerin gerçek örgütleri olarak mücadelesine önderlik etmiş ve birçok hakkın elde edilmesi bu şekilde sağlanmıştır. Kimi ülkelerde sendikaların kurulması da, bu partilerin verdiği mücadele sonucu olmuştur.
Ülkemizde ise, hiçbir dönem güçlü bir işçi partisinin (komünist parti) olamayışı, sendikaları işçi sınıfının tek örgütüymüş gibi bir yanılsamaya yolaçmış, ayrıca sendikal hareketin daha sancılı gelişimine neden olmuştur. Elbette bu durumu yaratan pek çok faktör vardır. Kapitalizmin geç gelişimi, buna bağlı olarak işçi sınıfının niceliksel zayıflığı, sınıfın en örgütlü kesimi olan Hıristiyan işçilerin göçe zorlanması gibi nesnel faktörler; yanı sıra Mustafa Suphi’lerin ölümünün ardından TKP’nin revizyonist bir çizgiye kayması, ’68 gençlik hareketiyle kurulan devrimci örgütlerin Maoculuktan etkilenerek köylülüğü ya da küçük-burjuvaziyi temel alması, Türkiye devrimci hareketinin en güçlü olduğu ’80 öncesinde de halkçılık ve anti-faşist mücadelenin öne çıkması vb. öznel faktörler sıralanabilir.
’80 öncesinde işçi sınıfı içinde komünist ve devrimcilerin etki gücü artmışsa da, sendikalardaki revizyonist-reformist kastlaşma kırılamamıştır. Sonuçta Türkiye işçi sınıfı, devrimci-komünist bir partinin öncülüğünden yoksun kalmış, sendikal örgütlenme de daha sancılı ve uzun yılları bulan bir süreç izlemiştir.
Sınıfın partisinden yoksun olması, sendikaları da sınıf sendikacılığından koparmakta, düzen sendikacılığına yöneltmektedir. Türkiye’de sendikal hareketin doğuşundan itibaren sakatlanması, mücadelenin en yüksek olduğu dönemlerde bile uzlaşmacı bir hat izlemeleri bununla bağlantılıdır. Keza işçi sınıfımızın hak ve özgürlükler bakımından Avrupa işçilerine göre daha geride kalmasının nedeni de budur.
Sendikal hareketin bugün geldiği noktayı anlayabilmek açısından, parti-sendika ilişkisini doğru zemine oturtmak önemlidir. Türkiye işçi sınıfının dünden bugüne gelişimini anlayabilmek bakımından da buna ihtiyaç vardır. Bunun için kısaca da olsa sendikaların tarihine, işçi hareketinin sosyalist hareketlerle bağlarına dönüp bakmak gerekmektedir.
Diğer yandan işçi sınıfının örgütlenme sorunu, sadece sendikal örgütlülüğü değil, parti örgütlülüğünü de kapsamaktadır. Kendi adımıza “Devrimci Sendikal Birlik” (DSB) örgütlenmesi başta olmak üzere işçi sınıfı içinde örgütlenme sorunlarımızı bu kapsamda ele almalıyız. İşçi sınıfı içinde devrimci-komünist örgütlenme eksikliği, bugün yaşanan sorunların temeli, dolayısıyla en başa yazılması gereken konusudur.
Bütün bunlar, tarihsel gerçekleri ve onun ortaya koyduğu genel doğruları yeniden hatırlatmayı zorunlu kılıyor.
Sendikaların evrimi bilinmeden
bugünü anlaşılamaz
Diyebiliriz ki, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan itibaren örgütlenme çabaları hep oldu ve bu çabaların sonunda sendikalar ortaya çıktı.
18.yüzyılın ortalarından itibaren toplama kamplarından farksız fabrikalarda çalışmak zorunda bırakılan işçiler, başlangıçta bireysel tepkilerini ortaya koydu. Patronları dövmekten makine kırıcılığına (Ludizm) kadar, çeşitli yöntemlere başvurdu. Fakat birbirleriyle rekabetin ve bireysel-grupsal tepkilerin patronların işine yaradığını farkettikleri noktada, birlikte hareket etmenin yollarını aradılar. Sendikalar bu arayışın ürünüdür.
İlk olarak İngiltere’de görülmesi, kapitalizmin doğduğu ve en hızlı geliştiği ülke olmasındandır. Başlangıçta işçilerin çalışma koşulları ve ücretleriyle ilgiliydiler. Ve sadece vasıflı işçilerin örgütü durumundaydılar. (İngiltere’de sendika yerine kullanılan “trade union” kelimesinin anlamı da “vasıf birliği”dir zaten.) Dolayısıyla işçilerin tümünü kapsamıyor, hatta işçileri parçalayan, birliğini engelleyen bir rol oynuyorlardı.
Sendikaların gerçek işlevine kavuşması, I. Enternasyonal’in toplanması (1864) ardından gerçekleşmiştir. Ayrım yapmaksızın tüm işçi sınıfını kapsaması, (vasıflı-vasıfsız, kadın-erkek, siyah-beyaz vb) hepsinin çıkarlarını savunması, o tarihten itibaren gelişmiştir. Başlangıçta işçi sınıfının ekonomik sorunlarını çözmek için oluşan örgütler iken, I. Enternasyonal’in etkisiyle ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleyle bağları kurulmuş, sadece patronları değil, arkasında duran devleti de karşısına alan ve doğrudan sınıf mücadelesi veren örgütler haline gelmişlerdir. Ayrıca sendikaların işçi sınıfı partisi ile ideolojik-siyasi bağlarının olması, aksi halde burjuva partilerden etkilenerek burjuva siyaset yapacağı netleşmiş; kapitalist sömürüyü tümden ortadan kaldırabilmek için, işçi sınıfı partisine destek vermesi gerektiği bilince çıkarılmıştır. Yani sınıf sendikacılığının temel ilkeleri oluşmuştur.
Marx ve Engels, sendikaları işçi sınıfının dağınıklığını gideren, onları bir araya getiren ve ilk sınıf eğitimini veren “örgütlenme merkezleri” olarak tanımladı. Parti, öncü işçilerin örgütü iken, sendikalar “işçi sınıfının kitlesel örgütleri”ydi. Bununla birlikte işçi sınıfı partisiyle sendikalar, aynı amaçlar doğrultusunda mücadele ettikleri oranda misyonlarını yerine getirebilirdi. Nitekim sendikaların sosyalist düşüncelerden etkilendiği ve sınıf sendikacılığı yaptıkları dönemde, 8 saatlik işgücü başta olmak üzere en temel haklarını kazandılar. Bu, sendikal hareket açısından ideolojik-siyasal önderliğin, yani partinin ne kadar önemli olduğunu somut biçimde göstermektedir.
Diğer yandan I. Enternasyonal’in toplanmasında, dönemin en güçlü sendikaları İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabası vardır. Yani işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareket birbirini besleyerek güçlenmişlerdir. Marks’ın “proletarya, sosyalist öğretide akli, sosyalist öğreti proletaryada maddi silahını bulmuştur” sözü, bu ilişkiyi anlatmaktadır. Onların gücü, bir araya geliştedir. Birbirinden yalıtık ve kopuk oldukları sürece, misyonlarını oynayamadıkları gibi, egemenler açısından bir tehlike de oluşturmazlar. Marks’ın dediği gibi, “işçi sınıfı ya devrimcidir, ya hiçbir şey!” Ama işçi sınıfıyla bağlardan yoksun bir komünist parti de “ordusuz general” gibi yalnız ve işlevsizdir. “Fikirlerin gücünün otoritenin gücüne dönüşebilmesi”, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerle bağlarla olanaklıdır.
1.Enternasyonal sonrası ortaya çıkan bu sinerjinin bir benzeri I. emperyalist savaş sonrasında (1918) yaşanır. II. Enternasyonal’in “vatan savunması” adı altında sınıfa ihanet eden tutumuna karşılık, emperyalist savaşa karşı, devrim ve sosyalizm mücadelesini geliştirenler güç kazanmış, başta 1917 Ekim Devrimi olmak üzere birçok devrim patlak vermiştir. Bu devrimlerin etkisiyle sendikalar ve işçi hareketi yeniden yükselmiş ve tüm dünyada en etkili olduğu döneme girmiştir. Devrimlerden korkan burjuvazi, işçi sınıfının birçok hak talebini karşılamak zorunda kalır. Aynı durum, II. emperyalist savaş sonrası (1945) sosyalist blokun güçlendiği yıllar için de geçerlidir.
Sürecin tersten işlediği dönemler de vardır. Sosyalist Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyon sürecinin başladığı 1950’lerin sonundan itibaren sendikaların ve işçi hareketinin güç kaybettiği görülür. Sınıf sendikacılığı gerilerken, uzlaşmacı-işbirlikçi sendikacılık semirmeye başlar. Sendikalar bürokrat yöneticilerin egemenliği altına girer. Burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantıları durumundaki bu bürokratlar, sendikaları adım adım düzen sınırlarına hapsederler. I. Enternasyonal öncesine çekerek, sadece ekonomik mücadeleyle, “ücret sendikacılığı” ile daraltır. Siyasi mücadeleden kopuk bir ekonomik mücadeleyle kazanmaları da mümkün olmaz. Nitekim işçiler daha önce kazanmış olduğu hakları birer birer kaybetmeye, gerçek ücretleri düşmeye, refah düzeyleri gerilemeye başlayacaktır. Böylece sendikalar, hem niteliksel, hem de niceliksel bir düşüş yaşar. Bu düşüş, “sosyalizmin çöküşü” olarak ilan edilen ‘80’li yıllardan sonra daha da artacak ve işçi sınıfı “vahşi kapitalizm” denilen kapitalizmin ilk dönemindeki gibi koşullarda çalışmaya zorlanacaktır.
Bu tarihsel süreç, işçi hareketi ve sendikalarla sosyalist hareketin “kader ortaklığı”nı tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Günümüzde devrimci-komünist hareketlerin gerilemesine koşut olarak, işçi hareketinin ve sendikaların ne kadar gerilediğini somut biçimde görüyoruz. Bu olgu, tüm dünya için geçerlidir. Türkiye’de ise, ‘80’lerde başlayan tasfiyeci ve teslimiyetçi dalga ’80’lerin sonunda kırılıyor gibi olmakla birlikte, ‘90’ların ikinci yarısından itibaren çok daha güçlü biçimde sınıf mücadelesini etkisi altına aldı.
Sonuçta gelinen nokta, rastlantısal bir durum değildir. Sosyalist sistemin dağılması, komünist ve devrimci örgütlerin güç kaybetmesinin doğal sonucudur. Sendikaların içine düştüğü durumdan kurtulabilmesi de, onu bu noktaya sürükleyen nedenlerin değişmesi ile mümkün olacaktır.
Türkiye’de sendikaların durumu
Dünyada sendikal hareket, sosyalist hareketle etkileşim halinde doğup gelişirken ve en iyi dönemlerini komünist partilerin güçlendiği, devrimlerin gerçekleştiği, enternasyonal birliklerin kurulduğu dönemlerde yaşarken, Türkiye’de farklı bir seyir izlemiş ve daha sancılı gelişmiştir.
Elbette dünyadaki gelişmelerin bu coğrafyayı etkilememesi düşünülemez. I. ve II. Meşrutiyetlerle Osmanlı Devleti’nin yapısındaki değişimler, buna bağlı olarak elde edilen kazanımlar, ensonu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, bu etkileşimin uzantısıdır. Egemenlerin ve reformist kesimlerin yaymak istediklerinin aksine, kazanılan hiçbir hak bahşedilmemiş, mücadele ile söke söke alınmıştır. Sendika hakkının elde edilmesi de böyledir.
Dünyada olduğu gibi bizde de ilk örgütlenmeler gizli yapılmış, sonrasında yasallık kazanmıştır. Yine başlangıçta dernekler şeklinde örgütlenmişler, daha sonra sendika adını alabilmişlerdir. 1908 sonrası nispeten gelişen demokratik ortamda yaygınlaşmışlar, fakat kısa bir süre sonra yeniden yasaklanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ise, sendika hakkı (dernekler yasası kapsamında) tanınsa da, “sınıf esaslı cemiyet kurma yasağı” getirilerek engellenmiştir. Bu yasak 1946 yılına kadar sürer.
1.emperyalist savaş sonrası dünyanın üçte birinin “sosyalist kamp”a dahil olmasıyla, Türkiye’deki sendikaların çoğu bundan olumlu yönde etkilenir. Ve savaş boyunca süren baskılara karşı işçi sınıfında biriken öfke açığa çıkar. Bu durum egemenleri ürkütür. O koşullarda sendikaları tamamen yasaklamaları imkansız olduğu için, denetim altına almaya girişirler. Sendikaların siyaset yapması, siyasi partilerle ilişki kurması, uluslararası kuruluşlara üye olması yasaklanır. Aslında yasaklanan; işçi sınıfının kendi siyaseti, yani sosyalist siyasettir. Dönemin düzen partilerinin (CHP ve DP) kendi sendikal örgütleri vardır. Keza işbirlikçi sendika yöneticileri, bizzat devlet eliyle Amerika’ya eğitime gönderilmektedir. 1952’de Türk-İş’in kurulması, bu sürecin ürünüdür. Kısacası egemen sınıflar, engel olamadıkları sendikalaşma hareketini, kendi denetimleri altına almaya girişmiş, işçi sınıfına kendi sınıf siyasetini yasaklarken, gerici, milliyetçi-şovenist burjuva siyasetiyle zehirlemek için yoğun çaba harcamıştır.
Diğer yandan egemenlerin sendikaları yasal olarak tanımak zorunda kalmaları, onları kabullendikleri anlamına gelmez. Fırsatının buldukları yerde zayıflatmak, hatta yasaklamak için ellerinden geleni yaparlar. Bu her yerde böyle olmuştur. İşçi sınıfını parçalamak için ayrıcalıklı bir zümre olarak “işçi aristokrasisi”ni oluşturmak, “sendika bürokrasisi” yaratmak, bunların başında gelen yöntemleridir. Elbette burjuvazinin bu yöntemlerine karşı işçi sınıfının da karşı atakları olmuştur. Türkiye’de de devlet güdümlü sendikaya karşı tepki oluşmuş ve onu aşan işçi direnişleri yaşanmıştır.
DİSK’in kurulması, bu çemberi kırma girişiminin önemli bir parçasıdır mesela. Ki o güne dek -grev hakkı dahil- direnişle elde edilen pek çok kazanım vardır. Zaten ülkemizde işçi sınıfı hareketi, her dönem sendikal hareketin üzerine çıkmış, onu aşmıştır. Sendikaları harekete geçmeye zorlayan, hep tabandan gelen bu baskı olmuştur. Öyle ki işçiler, DİSK’in kapatılması girişimine 15-16 Haziran gibi büyük bir direnişle karşı durarak, sendikalarına sahip çıktılar. Hem de yöneticilerin geriye çekmelerine, hatta ihanete varan tutumlarına rağmen… Başta gençlik olmak üzere halk hareketlerinin yükselişe geçtiği ‘70’li yıllar, Türkiye işçi sınıfı açısından da en fazla hak ve özgürlüklerin elde edildiği yıllarıdır.
Bu süreç ‘80 darbesiyle kesintiye uğrar. Askeri faşist cunta, en başta işçi sınıfının o güne dek elde ettiği kazanımları yok etmiştir. Türk-İş dışında tüm sendikaları kapatıp, faşist tek tip sendikacılığı dayatmıştır. Ardından işyeri ve işkolu barajlarıyla işçilerin sendikalaşması engellenir. Bunun sonucu olarak 12 Eylül öncesi 5 milyon 751 olan sendikalı işçi sayısı, 12 Eylül sonrasında 1.5 milyona düşer.
Varolan sendikalar 12 Eylül’e karşı hiçbir direniş göstermedikleri gibi, işçi sınıfını faşist cuntanın insafına terketmiştir. Türk-İş, kapatılmayan tek sendika olarak 12 Eylül’ün hizmetindedir. Öyle ki, genel sekreteri, 12 Eylül hükümetine bakan olmuştur. DİSK’in reformist-uzlaşmacı yapısı da, en net haliyle 12 Eylül’de görülecektir. DİSK yöneticileri, sendikalarının kapatılması dahil işçi sınıfına dönük saldırılar karşısında tek bir direniş gerçekleştirmemişler; dahası sıkıyönetim mahkemelerinin önünde teslim kuyruğuna girmişlerdir.
İşçi sınıfı ’89 bahar atılımıyla kaybettiği mevzileri yeniden kazanma çabasına girdiyse de, faşist ’82 Anayasası’nı parçalayıp atamadı. Buna karşın sendikalar ve iş yasalarında kimi değişiklikler yapıldı. 12 Eylül döneminde iyice kötüleşen çalışma ve yaşam koşulları nispeten düzeldi, ücretlerde artış yaşandı.
’80 darbesiyle büyük bir yenilgi alan Türkiye devrimci hareketinin kendini yeniden toparlamaya başlaması, aynı döneme denk düşer. 1985-86 yıllarında üniversiteli gençliğin mücadelesinin yükselmesiyle birlikte devrimci hareketlerde toparlanış başlamış, işçilerin ’89 atılımıyla daha da güçlenmiştir. Burada bir kez daha devrimci hareketle işçi hareketinin canlanmasındaki çakışma ile karşılaşırız. Bunlar, birbirini tetikleyen iki önemli dinamiktir. 90’ların ikinci yarısından itibaren ise tersten bir durum yaşanır. Tasfiyecilik-teslimiyetçilik kulvarına giren devrimci hareket, işçi sınıfından giderek kopar. 2000’li yıllarda sivil toplumculuk-kimlik siyaseti başat hale gelir. Bu durum işçi hareketinin gerilemesinde en önemli nedendir.
Tam da bu dönemde işbaşına gelen AKP, her alanda olduğu gibi, sendikal alanda da geriye gidişi hızlandırmıştır. Başta özelleştirme-taşeronlaştırma olmak üzere işçi sınıfına dönük büyük saldırıların gerçekleştiği bu dönemde, sendikalar neredeyse hiçbir direniş göstermediler. Yaşanan büyük direnişlerin çoğu, sendikaları aşarak, hatta sendikalara rağmen gerçekleşti. Bu yanıyla sendikalar, ekonomik mücadeleyi dahi veremez hale geldiler. Nitelik kaybının yanı sıra niceliksel olarak da güç kaybettiler.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2019 Ocak ayı istatistiklerine göre, 13 milyon 411 bin 983 işçinin sadece 1 milyon 859 bin 38’i sendikalıdır. 2014 yılında kamuda taşeron çalışanlara sendika hakkını tanıyan bir düzenlemenin yapılması, sendikalaşma oranını arttıran bir rol oynamıştır. (Ancak bu, Hak-iş’in üye sayısını artıran görece bir durumdur.) Nicel bir artış sözkonusudur, fakat artan işçileşme oranıyla değerlendirildiğinde, bunun ne kadar yetersiz olduğu görülür. Ayrıca resmi rakamlarla gerçekler hiç bir zaman birbirini tutmaz. Bu durum, sendikalaşma oranı için de geçerlidir. Örneğin kayıt dışı çalışan 4 milyonu aşkın işçi, bu verinin dışında tutulmaktadır.
Daha önemlisi, sendikalı görülen işçilerin ne kadarının TİS’ten yararlanabildiğidir. Sendikalı işçi sayısı asıl bununla ölçülmelidir. Bakanlık tarafından yapılan açıklamada, sendikalı gözüken 1 milyon 859 bin işçinin 727 bini TİS kapsamında değildir. Resmi rakamlarda bile TİS yapabilen işçi sayısı, 1 milyon 200 bin civarındadır. DİSK AR’ın yaptığı araştırmada ise, toplu sözleşme yapabilen işçilerin oranı kamuda yüzde 7, özel sektörde yüzde 5 olarak görülmektedir. Böylece işçilerin yüzde 95’inin TİS hakkından yoksun -gerçekte sendikasız- olduğu anlaşılmaktadır. Buna bir de fiilen gaspedilen grev hakkını eklediğimizde (grevsiz TİS hakkı anlamsızlaşmaktadır çünkü) gerçek tablo ortaya çıkar. Bu tablo, son 50 yılın en dip noktasıdır. Zaten OECD ülkeleri içinde sendikalaşma oranı en düşük ülke Türkiye’dir. AKP’nin işbaşına geldiği 2002’deki rakamlara baktığımızda; 4 milyon 572 bin 841 sigortalıya karşı sendikalı işçi sayısı 2 milyon 680 bin 966 iken, 17 yılda sigortalı sayısı üç kat arttığı halde, sendikalaşma oranı aksi istikamette azalmıştır.
Diğer yandan AKP öncesinde gerek işçi, gerekse memur sendikaları içinde en fazla üyeye sahip konfederasyonlar üye kaybederken, AKP’ye yandaş sendikaların üye sayılarında büyük bir artış yaşandı. İşçi sendikalarında Hak İş, kamu emekçilerinde ise Memur Sen, üye artışında rekorlar kırdı. Ocak 2019 verilerine göre Memur Sen, 1 milyon 19 bin üye ile birinci sırada yer alıyor. Ki Memur Sen, AKP hükümeti öncesinde 41 bin üyeye sahipti; 17 yılda yaklaşık 25 kat büyüdü. Yani AKP döneminde genel olarak sendikalaşma oranı düşerken, kendisine bağlı işçi-memur sendikaları büyüdü. Öyle ki, Memur Sen, memur kesiminde en fazla üyeye sahip sendika olarak, hükümetle TİS masasına oturan sendika haline geldi. Böylece devlete-partiye bağımlı “korporatist sendika” anlayışı (tek tip sendikacılık) adım adım yaşam geçirilmeye başlandı. 12 Eylül döneminin tek tip sendikacılığı AKP ile farklı biçimlerde yeniden ortaya çıktı.
Memur sendikalarının kuruluşuna öncülük eden ve ‘90’lı yıllarda en fazla üyeye sahip KESK’in üye sayısı ise, 137 bine kadar düştü. En güçlü olduğu eğitim alanında bile, “yetkili sendika” konumunu yitirdi. (2019 verilerine göre; Memur Sen’e bağlı Eğitim Bir Sen, 433 bin 787, Türkiye Kamu Sen’e bağlı Türk Eğitim Sen, 207 bin 256, KESK’e bağlı Eğitim Sen, 77 bin 818 üyeye sahiptir.) OHAL dönemiyle birlikte KHK’larla atılan kamu çalışanlarının büyük bir kısmı KESK’lidir. Fakat KESK’teki erime, sadece AKP’nin saldırılarıyla açıklanamaz. KESK, Kürt ulusal hareketi başta olmak üzere reformist akımların yönetimleri ele geçirmesiyle uzlaşmacı sendikacılığın bir modeli olmuş, kamu emekçilerine dönük saldırılar karşısında neredeyse hiçbir şey yapmamıştır. Direnen üyelerine dahi sahip çıkmayan tutumu, anti-demokratik işleyişi, bürokratik yönetim anlayışıyla kendi tabanından da kopmuş ve toplu istifalar yaşanmıştır. Dolayısıyla KESK’teki erimenin asıl nedeni kendi hatalarıdır.
AKP döneminde yandaş sendikaların özel çabalarla büyütülmesi, bu sendikalar aracılığıyla politikalarını daha rahat yaşama geçirmesi, KESK ve DİSK gibi sendikaların sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Aksine devrimci görünen bu sendikaların uzlaşmacı tutumları, sürecin bu şekilde yaşanmasında belirleyici bir rol oynadı.
Bugün sendikalar sadece üye kaybıyla değil, esas olarak prestij kaybıyla en zayıf dönemini yaşıyor. Buna devrimci-demokrat geçinen sendikalar da dahildir. Hemen her kritik aşamada işçi ve emekçileri ortada bırakmış, onlara ihanet etmişlerdir. İçlerinde, kriz gerekçesiyle işçilerin ücretlerinin dondurulmasına, hatta düşürülmesine onay verenler oldu. Direnişçi işçilerin ve temsilcilerin işten atılmalarında patronla işbirliği yapan sendikacılar çıktı. En rezil tavırlar sergilendi, en pervasız adımlar atıldı. Bu yüzden işçi ve emekçiler, patronlardan ve devletten daha fazla işbirlikçi-uzlaşmacı sendikalara öfke duydular. Patronların ve devletin yüzü açıktı ve işçilerin karşısında yer almaları doğaldı, fakat yanlarında olması gereken sendikaları da karşılarında bulunca, birçok kez sendika merkezlerini bastılar, işgal ettiler, yöneticileri istifaya zorladılar. Bu durum, yeni örgütlenme arayışlarını, yeni bir sendikal hareket yaratma tartışmalarını da beraberinde getirdi. Ve bu arayışları canlı tuttu.
Yeni sendikal anlayışlar
ve arayışlar
Sendikaların içinde bulunduğu durum, sendikaların yerine yeni örgüt biçimlerini ikame etme arayışlarını getirdiği kadar, yeni sendikal anlayışları da başlattı. Kendilerini varolan sendikalardan (işbirlikçi sarı sendikalar) ayırmak adına, çeşitli sendikal anlayışlar ortalığı kapladı.
Bunların başında KESK ve DİSK’te baskın olan reformist kesimlerin “kitle sendikacılığı” anlayışı geliyor. Sonrasında Kürt ulusal hareketi, kendini daha net tanımlayabilmek için “demokratik toplumcu sendikacılık” ifadesini kullandı. Türk-İş içindeki muhalif sendikalar ise “mücadeleci sendikacılık” kavramını tercih etti.
Bu sendikal anlayışların kendine göre farklılıkları olsa da, birleştikleri nokta; sınıf sendikacılığının reddidir. İşbirlikçi sendikacılığın karşısına sınıf sendikacılığı perspektifiyle çıkamadıkları için, bu tür yollara başvurdular. Aslında hangi sıfatı kullanırsa kullansınlar, yaptıkları uzlaşmacı-bürokratik sendikacılıktı. Çünkü sarı sendikacılığın karşıtı ve tek alternatifi sınıf sendikacılığıdır. Biri burjuvazinin sendikal anlayışıdır, diğeri proletaryanın… Bunun ortasında “icat edilen” her tür anlayış, gerçekte burjuvazinin sendikacılığını perdeleme çabasıdır. Zaten bu anlayışlar, reformizmin sendikal alandaki yansımasıdır. İdeolojik olarak burjuva ideolojisinden beslenen, siyasal olarak düzen-içi perspektife sahip, parlamentarist hayaller yayan bir çizginin, işçi sınıfı içindeki uzantılarıdır.
“Kitle sendikacılığı” ya da “demokratik toplumcu sendikacılık” gibi tanımlarla, ilk başta işçi sınıfının diğer toplumsal kesimlerden farkını ve kapitalist toplumdaki öncü rolünü silikleştiriyorlar. “Çalışan statüsünde olan, emeğiyle geçinen toplumsal tüm kesimler” diyerek, sınıfsal farklılıkları yok sayıyor, “çalışan” kavramı içinde hepsini aynılaştırıyorlar. Bu yaklaşım, işçi sınıfını “toplum”un içinde eriten bir yaklaşımdır ki, tüm reformcu-halkçı kesimlerin genel özelliğidir. ‘90’ların başında burjuva ideologların “elveda proletarya” çığlıklarına “sol”dan sunulan destekten başka bir şey değildir.
Varolan sendikalara alternatif arayışları, kimilerini sendika dışı modellere de götürdü. Çeşitli isimler altında dernek türü örgütlenmeler ortaya çıktı. Bunlar, kimi kesitlerde mücadeleyi ivmelendiren bir rol oynadıysa da, uzun soluklu olamadı. İşçi sınıfının içinde hatırı sayılır bir kitleye ulaşmayı ve kalıcı hale gelmeyi başaramadı. Çünkü sendika, işçi sınıfının tarihsel birikimi üzerinden şekillenmiş temel örgüt biçimiydi. Bugüne dek onun yerine ikame edilmeye çalışılan hiçbir biçime işçi sınıfı rağbet etmedi, dolayısıyla kalıcı olamadı.
Bir diğer arayış, “bağımsız sendikalar” kurmak şeklinde kendini gösterdi. Fakat bunlar da çok sınırlı bir üyeye sahip olduklarından yeterli bir etkiye ulaşamadılar. İlkesel olarak komünistler, en gerici sendikalar içinde bile çalışmayı savunur. İşçi sınıfının birliğini parçalamaya karşı çıkar. Fakat kimi konjonktürler “bağımsız sendika” ve onun üzerinden yükselen farklı bir konfederasyonu kaçınılmaz hale getirebilir. Örneğin DİSK’in kurulması böyle bir süreçtir. Türk-İş’e muhalif sendikaların tasfiyesiyle oluşmuştur.
DİSK’in kuruluşunun toplumsal muhalefetin geliştiği ve onun içinde işçi sınıfının öne çıktığı bir dönemde olduğu da unutulmamalıdır. Hatta dünya ölçeğinde devrimci bir kabarış sözkonusudur. Türkiye’de de 1961-1970 arasında 539’u grev, 45’i işyeri işgali, 69’u miting ve yürüyüş olmak üzere yüzlerce eylem gerçekleşmiştir. Bir çoğu işçilerin kurduğu komiteler tarafından gerçekleştirilen bu eylemler, Türk İş’in uzlaşmacı sendikacılık anlayışıyla çatışmaya başlar. Çünkü Türk-İş yönetimi, grevlerin yapılmasına karşı çıkmakta, greve giden sendikaları bile engellemektedir. Son olarak Paşabahçe grevini bitirme girişimi üzerine, Türk-İş’ten bağımsız “Sendikalar Arası Dayanışma Komitesi” kurulmuş ve bu, bardağı taşıran son damla olmuştur. Kısacası olaylar zinciri, böyle bir kopuşu zorunlu hale getirir. Bu eşyanın doğası gereğidir.
Günümüzde böyle bir yükseliş dönemi yaşanmadığı ortadadır. O yüzden düzen-içi sendikal muhalefetler bile etkili olamamaktadır. Örneğin bir dönem Türk-İş içindeki muhalif şubelerden oluşan İstanbul Sendikalar Şubeleri Platformu (İŞSP), sonrasında dağılmıştır. Sadece konfederasyonlarda değil, şubelerde de sendikal muhalefetler ya boyuneğiş, ya da tasfiye ile sonuçlanmaktadır. Bunun dışında tek gelişme, faşist Türk Metal sendikasına karşı toplu istifaların gerçekleştiği “metal fırtınası” zamanında oldu. İşçiler, sadece Türk Metal’e değil, metal sektöründeki diğer sendikalara da tepkiliydiler. Bu büyük fırtınadan hemen önce DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş (BMİS), sürmekte olan grevi, işçilere rağmen bitirmişti. Onun için BMİS’e de mesafeliydiler. Bu dönemde metal sektöründe devrimci bir sendika olsaydı, hem direnişin sonuçları bakımından, hem de sendikal örgütlülük yönünden gelişmeler farklı olabilirdi. Bu moment kaçırıldıktan sonra “bağımsız sendika” kurmanın bir yararı olmadı. Kaldı ki tek seçenek “bağımsız sendika” da değildir. Tabanda örgütlülük sağlandıktan sonra, şubelerden başlamak üzere yönetimleri ele geçirmek de mümkündür. Zaten çok zorunlu kalınmadığı sürece kopuş tercih edilmemelidir.
Bugün aynı işkolunda birden fazla sendika bulunuyor. Hatta kendine devrimci-demokrat diyen, içlerinde “bağımsız”ların da olduğu birçok sendika mevcut. Sendikalaşma oranının bu kadar düşük olduğu bir ortamda, bir de sendikal bölünme, işçileri iyice parçalamakta ve güçsüz düşürmektedir. Sendikal bürokrasi ne kadar engel koysa da, bizler sendikaların birliğini sağlama yönünde çaba sarfetmeliyiz. En azından tabanda birliği sağlamalı ve bunun örgütsel birliğe dönüşmesi için uğraşmalıyız. 3. Havalimanı direnişinde inşaat işkolundaki sendikalar, eylem birliği yaparak önemli bir adım attılar, fakat arkası gelmedi. Üstelik sendikalaşma oranının en düşük olduğu bir sektörde, birden fazla sendikanın bulunmasının işçilere bir faydası yoktur. “Küçük olsun-benim olsun”dan kurtulup “büyük olsun-bizim olsun”a ulaşmak gerekir. Önce zihinler değişmelidir ki, çıkan engeller aşılabilsin…
Sonuçta bütün bu arayışlar, varolan sendikalara tepki üzerine gelişmektedir. Sendika dışı arayışlardan, yeni sendikal anlayış üretenlere kadar hepsi “sendikal kriz”e çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Oysa çözüm üretebilmek için, önce teşhisi doğru koymak gerekir. Sendika bir araçtır. Önemli olan, onun hangi amaçlar ve hedefler doğrultusunda çalıştığıdır; yani içeriğidir. O içeriği belirleyecek olan da, işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyidir. Dolayısıyla yaşananlar, bir örgüt biçimi olarak sendikanın suçu değildir.
Ne “kitle sendikacılığı”, “demokratik toplumcu sendika”, “mücadeleci sendikacılık”… Ne de sendikanın yerine farklı biçimleri ikame etmek… Aslolan sınıf sendikacılığıdır. Tüm zorluklara rağmen sınıf sendikacılığında ısrar, komünist ve devrimcilerin halen üstlenmesi gereken temel görevdir. Yaratılan kafa karışıklığını gidermenin tek yolu da budur.
Çözüm; Sınıf Sendikacılığı
Sendikaların böylesine etkisizleştiği ve güç kaybettiği bir dönemde, işçiler birçok bedeli göze alarak sendikalı olmaya çalıştı, çalışıyor… Anayasal bir hak olmasına rağmen, birçok işyerinde sendikalı oldukları için sayısız işçi işten atıldı. Ve birçok direniş bu yüzden başladı. Hem de çoğunda sendikalar, direnen üyelerine dahi sahip çıkmadığı halde… Burjuva hukukun bile işlemediği bir dönemde “hukuksal mücadele”yi başat hale getirip işçilerin kaderini mahkemelere terkettikleri halde…
Bu durum, işçi sınıfının çaresizliğini, aynı zamanda her koşulda sendikalı olma çabasından vazgeçmediğini gösteriyor. Ve bir kez daha kanıtlıyor ki, değişmesi gereken örgüt biçimi olarak sendika değil, sendikal anlayıştır.
“Nasıl bir sendika” sorusu, işçiler tarafından giderek daha fazla sorulan ve yanıt aranan bir konu oldu. Bu geliştirici bir çabadır. Özellikle “metal fırtınası” döneminde, metal işçilerinin hazırladığı taslak, konuyu yeniden gündemleştirdi ve tartıştırdı. Taslak öz itibarıyla “sınıf sendikacılığı”nı özetler nitelikteydi. İşte bazı maddeleri:
“-İşçinin her düzeyde denetleyeceği, her kademenin seçimle belirlendiği, gerektiğinde seçilenlerin geri alınabileceği bir sendika…
-İşçiler arası dayanışmayı esas alıp işçilerin birliğini oluşturmak için adımlar atan bir sendika…
-Sosyal tesislerini işçilerin kullanımına sınırsızca açarak eğitimleri için kullanacağı bir sendika…
-Toplusözleşmelerini, işçi talepleri doğrultusunda, komiteleri aracılığı ile tüm işçilerin katılımını sağlayarak hazırlayan bir sendika…
-Temsilcilerini işçilerin seçerek belirlediği bir sendika… Sadece temsilcilere değil, tüm bölümlerde oluşturulacak işyeri komitelerine dayanan, düzenli toplanıp kararlarını tüm bölümlerde işçilerle tartışarak güce dönüştürecek bir sendika…
-İşçinin 10-20 katı maaş alan, patron gibi yaşayan değil, işçi gibi düşünen ve ortalama işçi kadar maaş alan yöneticilerin olduğu bir sendika..
-Aidatların şubelerde toplandığı, Genel Merkez aidatı dışında kalan kısmı işçilerin örgütlenmesine harcanan bir bütçe. Mali denetimin şeffaf olduğu ve aylık internetten ve sendikadan işçinin rahatça ulaşabileceği biçimde yayınlandığı bir sendika…”
Metal işçileri, yaşadıkları deneyimler üzerinden “nasıl bir sendika” sorusunu bu şekilde yanıtladılar. Elbette bunda eksik yönler vardı. En önemlisi, ekonomik mücadele ile siyasi mücadelenin birleşmesi gerektiğiydi.
Genel olarak Türkiye işçi sınıfının sınıf bilinci zayıftır. Bir yandan yasalar, bir yandan gerici-faşist ideolojik bombardımanla işçilerin sadece eli-kolu değil, beyni de prangaya vurulmuştur. Sendikalar, siyaset dışıymış ve öyle kalmalıymış gibi gösterilir. İşçiler arasında da “siyaset yapmayalım, biz ekmek kavgası veriyoruz” sözü, sıkça söylenen ve kabul gören bir yaklaşımdır. Oysa “ekmek kavgası” denen şey, siyasetin ta kendisidir. Fakat komünist kadroların çabasıyla sınıfa bilinç götürülmeden, işçiler sınıf sendikacılığı fikrine tam olarak ulaşamaz.
Sınıf sendikacılığının nihai hedefi, “ücretli kölelik sistemi” olan kapitalizmi yıkmak, sınıfsız-sömürüsüz bir toplum için mücadele etmektir. O yüzden sadece ekonomik mücadele ile yetinmez, politik hedefli bir mücadele yürütür. Bu, ekonomik mücadelenin küçümsenmesi demek değildir. Aksine sınıfın çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi için de mücadeleyi yükseltir. Ancak gerçek kurtuluşun sosyalizm ve sınıfsız toplumla olacağını bilerek hareket eder; işçileri bu doğrultuda eğitir, bilinçlendirir. Bunun da en etkili yolu, sınıfın kendi deneyimleriyle öğrenmesidir. Ekonomik mücadelenin sorunlara çözüm olmadığını işçilerin görebilmesi için de, bu mücadelenin verilmesi gerekir.
Sonuç olarak sendikalar, işçi sınıfının tek örgütü değildir; fakat temel örgütüdür. Tıpkı partisi gibi… Onun için sendika dışı arayışlara itibar edilmemelidir. Fakat sadece sendika ile yetinerek de başarıya ulaşılmaz.
En başta işyeri komite veya meclisleri ile her fabrika ve işyeri kendi örgütlülüğünü yaratmalıdır. Bunların diğer taban örgütlerinden (TİS, grev, işgal komiteleri vb.) farkı, geçici değil, kalıcı olmalarıdır. Fakat bu komiteler, sendikalara alternatif ya da sendikaların yerine geçecek örgütler değil; sendikaları güçlendiren, onu tabana yayan örgütlerdir. İşçi sınıfının eylemlerinde başarı elde ettiği dönemler, güçlü işyeri örgütlülüklerinin olduğu dönemlerdir. Bu komiteler, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve sonuç alıcı olmasını sağlamıştır.
Diğer yandan işçi sınıfı, toplumun ezilen-sömürülen kesimlerinin sorunlarına sahip çıktığı oranda, kendi haklarını daha fazla geliştirmiştir. Yani demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin öncülüğünü üstlenerek ilerleyebilmiştir. Sanıldığı gibi demokrasiyi burjuvazi değil, işçi sınıfı geliştirmiştir. Lenin’in “demokrasi mücadelesi okulunda eğitilmeyen bir işçi sınıfı, sosyalizm savaşımı veremez” sözü, boşuna değildir.
Taban komiteleriyle işçilerin en küçük birimlere kadar örgütlendiği; her konuda söz ve karar hakkına sahip olduğu; her kademeye seçimle gelindiği ve görevlerini yapmadıkları durumda alınabildiği; bütçesi dahil her şeyin işçilerin denetimine açık ve şeffaf olduğu; sınıf bilincini kazanmak için eğitildiği; ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleyle birleştirildiği; ezilen-sömürülen tüm kesimlerin sorunlarına sahip çıkıldığı bir sendikal anlayışla, yani sınıf sendikacılığıyla, sendikalar gerçek bir mücadele okulu olabilir. İşte o zaman tüm işçi ve emekçiler için çekim merkezi haline gelecek, üye sayısı da hızla artacaktır.
Sınıf sendikacılığının
nüvesi olarak DSB’ler
Her ML partinin (örgütün) işçi sınıfı içinde çalışmayı yürütecek sendikal örgütlenmesi olmalıdır. Bu, işçi sınıfının öncülerini partiye kazanmak açısından olduğu kadar, işçi kitlesini partinin ideolojik-siyasal çizgisine yaklaştırmak ve mücadelesini doğru bir hedefle yükseltmek açısından da elzemdir. Ayrıca sendikaların sosyalist sistemde de varlığını sürdüreceği göz önüne alınırsa, sendikaların önemi kendiliğinden anlaşılır.
Örgütümüz, henüz kuruluş aşamasında bu perspektiften hareketle “Devrimci Sendikal Birlik” (DSB) adıyla böyle bir sendikal örgütlenme yarattı. Hamit Tekin gibi sınıf mücadelesi içinde pişmiş öncü işçilerin önderliğinde kurulan DSB, ihtilalci komünistlerin işçi sınıfı içinde güçlenmesinde bir kaldıraç rolü üstlendi. O, sınıf sendikacılığının bir nüvesiydi, gelişmelere bağlı olarak “bağımsız bir sendika” kurmak dahil çeşitli biçimler alabilecekti.
DSB’nin örgütün ilk “kitle örgütü” olması, ona verilen önemi gösterir. DSB, 1979’da işçi sınıfının en hareketli olduğu bir dönemde faaliyetlerine başladı. Tek tek işçi ilişkilerini DSB komitelerinde biraraya getirerek örgütlü bir ifade kazandırdı. Çıkardığı bültenler, bildiriler, duvar gazeteleri ile geniş işçi kesimlerine seslendi. Ayrıca faaliyet gösterdiği fabrika ve işyerlerine dönük özel ajitasyon-propaganda araçları yarattı. Oralarda grev ve direnişler örgütledi. İlk örgütlendikleri yerlerin, dönemin öne çıkan fabrikaları olması dikkat çekicidir. (Profilo, Coco-Cola, Paktaş, Bossa vb…)
Kuruluşundan yaklaşık bir yıl sonra 12 Eylül faşist cuntası işbaşına geldi. Bilindiği gibi 12 Eylül, işçi sınıfına karşı büyük bir saldırıydı. Bir yandan tüm sendikaları kapatıp işbirlikçi Türk-İş’i tek sendika yaptılar; diğer yandan kazanılmış pek çok hakkı gaspettiler. 12 Eylül öncesi birçok fabrikada grev vardı. Grevler yasaklandı ve işçilere asker zoruyla işbaşı yaptırdılar. İşçiler, o sırada yanlarında DİSK dahil hiçbir sendikayı bulamadı. DSB’ler ise, o karanlık günlerde işçi sınıfını yalnız bırakmadı. Kuruluşunda, -mücadelenin düzeyi yüksek olduğundan- “yarı-legal” bir örgüt modeline sahipken, 12 Eylül’le birlikte illegal bir örgüte dönüştü. Faaliyetlerini yeraltından sürdürdü. Yine bildirileri, duvar gazeteleriyle işçilere ulaşmaya çalıştı. O zorlu koşullarda küçük çaplı da olsa direnişler örgütledi.
12 Eylül’le birlikte sadece sendikacılar değil, devrimcilerin çoğu “sırra kadem” basmıştı. DSB, 12 Eylül öncesi faaliyet gösterdiği hiçbir fabrika ve işyerinden geri çekilmedi. Sadece faaliyetinin biçimi ve sınırları değişti. İşçiler zor günlerinde ihtilalci komünistleri yanlarında gördüler. Bu durum, daha önce farklı siyasi örgütlere sempati duyan işçilerde bile, takdirle karşılandı. Estirilen faşist teröre rağmen DSB’nin faaliyetlerini sürdürmesi, ona ilgiyi arttırdı. Sözlerine daha fazla kulak vermeye başladılar. Öyle ki, yeni işçi ilişkileriyle o güne dek ulaşamadığı fabrikalara bile girebildi.
12 Eylül, DSB gibi illegal bir sendikal örgüte, işçilerin ne kadar ihtiyacı olduğunu gösteren çok önemli bir dönemeçtir. Komünist bir örgütün böyle bir araca her dönem ihtiyacı vardır, ama faşizmin azgın saldırıları altında önemi daha da artmıştır.
DSB’ler ikinci çıkışını, ‘90’ların başında gerçekleştirdi. Ne yazık ki, 12 Eylül sonrası işçi sınıfının atılımı olan ’89 baharını kaçırmıştı. Çünkü ’85 operasyonu ile örgütün yediği büyük darbe, DSB faaliyetlerini de durma noktasına getirmişti. ‘87’den itibaren toparlanma çabaları olduysa da, DSB faaliyetleri, ancak ’90 yılında başlayabildi. Ki ’90 başında Zonguldak madencilerinin büyük yürüyüşü, ardından yaşanan genel grev ile işçi sınıfının yükselişi sürüyordu. Aynı dönem “Körfez savaşı” olarak anılan ABD’nin Irak’a müdahalesi gerçekleşmiş, Türkiye buna destek vermişti. “Savaşa ve Faşizme karşı GENEL GREV-GENEL DİRENİŞ” kampanyası ile DSB bildirileri, pankartları, yeniden fabrikalarda görülmeye başlandı. Başta İstanbul ve Adana olmak üzere birçok şehirde DSB komiteleri kuruldu ve bunlar aracılığıyla işçi sınıfı içinde çalışmalar güçlendi.
O dönem, DSB’ler emekçi memurlar içinde de örgütlenmeye başladı. ‘90’ların başında memurların sendikalı olma mücadelesine önderlik etti ve bulunduğu yerlerde birçok mevzinin kazanılmasında önemli bir rol üstlendi. 12 Eylül öncesi olduğu gibi, 12 Eylül sonrası da (özellikle ‘90’larda) DSB’ler, örgütümüzün işçi sınıfı ve emekçi memurlar içerisinde güçlenmesinde en önemli araç oldu. Ta ki, ’93 sonunda sınıf çalışmasını, dolayısıyla DSB’yi güçlendirmesi gereken “Emeğin Kurtuluşu Kurultayı” (EKK) ile tasfiye edilene dek… DSB komiteleri EKK komitelerine dönüştü, ardından örgütün bazı il komiteleri bile EKK komitelerine dönüştürülecek, tüm faaliyetler EKK adına yapılacak ve örgütün tasfiye süreci başlayacaktı. Bizlerin tasfiyeciliğe karşı başlatmış olduğu iç mücadelenin başlangıç noktası EKK’nın bu hale bürünmesine, yani DSB ve örgüt komitelerinin yerine konmasına karşıydı.
“Yeniden doğuş” olarak adlandırdığımız ’98 yılından itibaren işçi sınıfı içindeki çalışmamızı DSB’ler üzerinden yürütme kararı aldık ve DSB faaliyetlerine yeniden başladık. “Matbaa İşçileri Derneği” kuruldu ve o alana dönük bülten ve bildiriler çıkarıldı. 2002 Şubatı’ndaki I. Kongre’den sonra, merkezi düzeyde DSB birimi oluşturuldu. İşçi ilişkilerimizin olduğu işyeri ve fabrikalarda DSB komiteleri kuruldu. 2003 yılından itibaren de aylık DSB bültenleri çıktı. Bunlar çeşitli fabrika ve işyerlerinde dağıtılmaya başlandı. Aynı dönem DSB ve işçi sınıfına dair kitaplar, broşürler yayınlandı. Direnişlerin yükseldiği fabrikalara yönelik özel çalışmalar yapıldı, destek ve dayanışma örgütlendi. Sınıfa dair oluşturulan platformlarda yer alındı. Bunların içinde “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu” (HSGP) gibi uzun dönem etkili eylemleriyle öne çıkan platformlar da vardı.
DSB komiteleri, bazı işyerlerinin sendikalaşmasına öncülük etti. Çorap ve kağıt işçileriyle bu doğrultuda özel bir çalışma yürüttü. Son yıllarda ise, mobilya işçilerinin dernekleşmesi, oradan sendikalaşması yönünde çabaları oldu. (Buralarda hedeflenen sonuçlara ulaşılamamasını “örgütlenme sorunları” başlığı altında inceleyeceğiz.) Bulunduğu yerlerde direnişler örgütledi, aktif bir destek sundu. İtfaiye ve Tekel işçilerinin direnişi, bunun öne çıkan örnekleridir. Buralarda işçi sınıfı ile bağlar güçlendirilirken, saflarımıza yeni katılan genç yoldaşların bu direnişler içinde eğitilmesine ağırlık verildi. Bir işçi direnişinin örgütlenmesinden, destek ve dayanışmanın nasıl ele alınacağına kadar sözlü-yazılı yönlendirmeler yapılarak, reformistlerle aramızdaki farkların altı çizildi.
Bu kısa tarihçe, kuruluşumuzdan itibaren işçi ve emekçi memurlar içindeki çalışmayı DSB’ler üzerinden, devrim ve sosyalizm perspektifiyle yürüttüğümüzü gösteriyor. Bugün de aynı şekilde faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Kimi dönem karşılığını aldığımız, somut sonuçlar elde ettiğimiz oldu; kimi dönem ise, daha sancılı geçti ve sonuçsuz kalabildi. Ama her halükarda ısrarlı bir şekilde çalışmayı sürdürmek gerektiği açıktır. Elbette eksik ve yanlış yapılanları tespit edip gidermeye çalışarak…
ML bir örgütün işçi çalışmasından uzaklaşması, onun can damarını kesmesi anlamına gelir. İşçi hareketinin gerilediği dönemlerde bu çalışmanın karşılığını almak çok zor da olsa, istikrarlı ve sabırlı bir faaliyet, mutlaka kazandıracaktır. Son yıllar böyledir. Fakat derinleşen ekonomik kriz, yeni bir işçi hareketini tetiklemekte, onun zeminini olgunlaştırmaktadır. Buna hazırlıklı olmak, sınıfla bağların doğru biçimde ve kesintisiz yürütülmesini gerektiriyor. İşçi ilişkilerinin örgütlü bir hale getirilmesi, eğitilmesi, daha fazla önem kazanıyor. DSB’nin ajitasyon-propaganda faaliyetlerinin hedefli ve artarak sürmesini şart kılıyor. Yanı sıra, varolan sendikaları değerlendirmek, işçi ilişkilerimizi buralarda aktif hale getirmek, sınıf sendikacılığı fikrini yaygınlaştırmak gibi görevler öne çıkıyor.
Bunları yerine getirebildiğimiz oranda, yeni ayaklanmalara ve işçi dalgasına müdahil olabiliriz. Aksi halde bu dalga yine boyumuzu aşar; -o andaki çabalarımız ne kadar yoğun olsa da- üzerimizden akıp gider.
Sonuç
Ülkemizdeki işçi-emekçi hareketinin son 10 yılının tablosuna baktığımızda, gaspedilen hakları, rekor kıran işsizliği, servet-sefalet uçurumunun devasa boyutlarını, sendikaların hem niceliksel hem de niteliksel olarak güçsüzlüğünü görüyoruz. Fakat öte yandan işçi ve emekçilerin bu duruma isyan ettiğini, bunu giderek radikalleşen, sendikaları aşan eylemlerle ortaya koyduğunu da…
Kuşkusuz bu tablo, dünyanın genelinden bağımsız değil. Egemenlerin ‘80’lerde başlayıp 2000’lerde ise dizginsiz bir hal alan işçi ve emekçilere dönük saldırısı, bu durumu yaratmıştır. Bugün tüm dünya işçi ve emekçileri, özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırma kıskacında, ağırlaşan yaşam ve çalışma koşulları altındadır. Ancak egemenlerin hayalini kurduğu “dikensiz gül bahçesi” de yaratılamamıştır.
Egemen sınıflar, sosyalist kampı yıkıp, komünist ve devrimci hareketlere darbeler indirince, dizginsiz bir sömürü ve büyük bir baskı ile kitleleri yönetebileceklerini sandılar. Oysa kapitalist sistemin kendi iç çelişkileri ve açmazları, buna olanak tanımıyordu. Ayrıca ezilen-sömürülen kesimlerin, bin yıllardır verdikleri mücadeleyle oluşan birikimleri, gelenekleri vardı. O yüzden “bin yıl yaşayacağını” iddia ettikleri “yeni dünya düzenleri” daha ilk 10 yılda çatırdamaya başladı, bugün ise artık o iddiaları kimse konuşmuyor. Ne “tarihin sonu” ne de “elveda proletarya” argümanları kaldı… Hem pratik hem ideolojik olarak çöktüler.
Burjuva argümanlar çöktü fakat henüz proleter ideoloji onun yerini alabilmiş değil. Tüm dünyada işçi-emekçi mücadelesi yükseliyor, halk ayaklanmaları yaşanıyor, sokakları dolduran milyonlar “devrim” diye haykırıyor; ama bu, sosyalizm ve sınıfsız toplum perspektifli bir devrim talebine dönüşmüş değil. Buralarda işçi sınıfının önderliği ya yok, ya da çok sınırlı. Daha önemlisi, ne işçi sınıfının öncüsü güçlü komünist partiler, ne de enternasyonalist birlikler var. En son “Sarı Yelekliler”de görüldüğü gibi, ayaklanan kitleler varolan partilere, sendikalara, kitle örgütlerine güvenmiyor. Onların devreye girdiği her direnişin uzlaşmayla bittiğini, kaybedenin işçi-emekçiler olduğunu görüyorlar ve buna haklı olarak tepki gösteriyorlar. “Avrupa komünizmi”nin en güçlü olduğu Fransa’da yaşanan bu durum, reformizmin halkın sorunlarına yanıt olamadığını en net haliyle ortaya koyuyor.
Sosyalizm tehdidini uzaklaştıran burjuvazinin ilk yaptığı şeylerden biri, seçimleri iyice göstermelik hale getirmek, parlamentoyu işlevsizleştirmek oldu. Sadece Türkiye’de değil, emperyalist-kapitalist ülkelerde de seçim hileleri arş-alaya çıktı. Bu hileli seçimlerin kazananları da faşist partiler oldu! Böylece burjuvazinin “incir yaprağı” parlamentoya ihtiyacı giderek azaldı. Öte yandan işçi ve emekçiler, en küçük hak arayışında tepeden tırnağa silahlanmış güçleri karşısında buluyor. “Sosyal devlet” ölünce, geriye sadece vergi toplayan ve baskı uygulayan bir devlet kaldı. Bir “zor aygıtı” olarak devlet, tüm çıplaklığı ile işçi ve emekçilerin önüne dikilmiş durumda.
2011 Arap ayaklanmalarından bu yana, meydanları dolduran kitleler, tamamen barışçıl eylemlerde bulundular. Ama yüzlerce insan öldü ve talepleri karşılanmadı. “Sarı Yelekliler”le birlikte eylemler daha radikal bir hal almaya başladı. Doğrudan devlet kurumları hedefe çakıldı. Kitleler kendi deneyimleriyle “barışçıl devrim” diye birşeyin olamayacağını görüyor. Henüz silahlı bir kalkışma, ya da kitlesel silahlanma noktasına gelinmediyse de, savunma amaçlı yöntemleri geliştirmeye başladıklarını görüyoruz.
Kısacası işçi ve emekçiler, sancılı ve zamana yayılmış biçimde kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar. Reformist teorilerin yaşamda karşılığı olmadığını deneyimliyorlar. Reformist parti ve sendikalardan uzaklaşıp kendi örgütlerini yaratmaya girişiyorlar. Eski argümanlar ve kurumlar çöküyor, fakat henüz yenisi ortaya çıkabilmiş değil. Bu yönüyle bir “geçiş” dönemi yaşanıyor. Her “geçiş”te olduğu gibi sıkıntılı-sancılı olması doğal.
Benzer bir ivme, Türkiye işçi-emekçi hareketi için de geçerlidir. Metal direnişi, bunun en açık örneği oldu. Yeni direnişler metali örnek alacak ve daha ileri gidecektir. Yaşanan ekonomik kriz, üstelik savaş ekonomisi ile bunun daha da depreşmesi, işçi ve emekçilere başka çare bırakmıyor. Önümüzdeki dönem işçi sınıfının öne çıktığı yeni bir ayaklanma dalgasına gebedir. Bunun da ilk meyvesi, 17 yıldır karabasan gibi halkın üzerine çöken AKP dönemine son vermek olacaktır. AKP’nin mızmız burjuva muhalefetle, seçim komedisiyle, meclis oyunlarıyla gitmeyeceği bugüne dek onlarca kez kanıtlandı. Yükselen ilk işçi-emekçi hareketinin hedefi de AKP olacaktır. AKP bu kez -Gezi direnişinden farklı olarak- Kürt hareketini de yanında bulamayacak ve yıkılmaktan kurtulamayacaktır.
Elbette AKP’nin yıkılması tek hedef olamaz. İşçi ve emekçilerin kurtuluşu da AKP’nin gitmesi ile sınırlanamaz. Fakat AKP işçi-emekçi eylemleriyle giderse, bunun yarattığı moral ve özgüven, daha büyük kazanımları getirecektir. Yeter ki, işçi sınıfı işbirlikçi-uzlaşmacı sendikaları aşıp kendi kaderini ellerine alsın… Yeter ki, sınıf sendikacılığı perspektifi ile tabandan örgütlensin ve kendi dışındaki emekçilerin sorunlarına da sahip çıkarak önderlik misyonunu yerine getirsin…
Bunu başarabilmesi, hiç kuşkusuz komünist ve devrimcilerin başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleler içinde çalışmalarını yoğunlaştırmasına, işçi ve emekçilerle ilişkilerini güçlendirmesine bağlı. Kendi adımıza, bugüne dek çalışmamızı gözden geçirip eksiklerimizi aşarak yeni bir hamle yapmakla karşı karşıyayız. Yakın hedef olarak, yükselme belirtileri gösteren işçi-emekçi dalgasının içinde yeralmak bile, bunu gerektiriyor.