Koronavirüs kime bulaşır? -2

Yazımızın ilk bölümünde yine Çin’den başlayan “bilinmez” bir hastalığın yarattığı ilk etkiler üzerinde durmuştuk. Bugün ise artık salgın (Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımıyla “pandemi” yani “küresel salgın) Türkiye’ye de “ulaşmış” durumda. İlk vakanın duyurusunun yapılmasının hemen ardından, 12 Mart günü “koronavirüs önlemleri” açıklandı.

“Devlet katında” yapılan toplantıda alınan kararları, “dışarı çıkılmayacak” olarak özetleyebiliriz. Kreşlerden üniversitelere kadar bütün eğitim kurumları kapatılacak, maçlar seyircisiz oynanacak, konser, seminer vb etkinlikler iptal edilecek vb, vb… Yanısıra kişisel hijyene önem verilmesi, ellerin yıkanması, dezenfektan kullanılması gibi “öneriler” de hatırlatılıyor. AVM’lere gidilmemesi (ya da kapatılması), işyerlerinde “evden çalışma” uygulamasının yaygınlaştırılması, yıllık izinlerin bu dönemde kullandırılması, cezaevlerinde açık ve kapalı görüşlerin belli süreliğine kaldırılması ya da sınırlandırılması gibi konular da konuşuluyor. Keza belediyenin otobüsler başta olmak üzere çeşitli mekanları dezenfekte etmesi gibi önlemler de sözkonusu. Bu arada, “alkol” içerdiği için AKP döneminde “lanetli” ilan edilen ve yaşamdan uzaklaştırılan kolonya da yeniden başköşeye yerleşmiş durumda.

 

Sağlık sistemi ne kadar hazır

Salgın hastalıklar sözkonusu olduğunda, “sosyal yaşamı daraltarak salgını kuşatma altına almak” elbette zorunlu bir önlemdir. Keza bireysel önlemlerin alınması da son derece önemli bir zorunluluktur. Elbette bunlara bir itirazımız olamaz.

Ancak alınan önlem ve yapılan açıklamalarda, bazı çok temel sorunlar sözkonusudur.

Kısıtlama ve bireysel önlemlerden daha önemlisi, hastalıkla mücadelenin devlet olanaklarıyla yürütülebilmesidir. Teşhis, tedavi, ilaç ve aşı geliştirilmesi gibi unsurlar, hastalıkla mücadelede, önleyici tedbirler kadar önemlidir.

Mesela Çin, hastalığın ciddiyeti ortaya çıktığı anda, 10 gün içinde iki büyük hastane inşa etti. Karantina altına alınan kentler dışında, diğer kentlerde yaşam aksamadı. Maske takmış çocukların konvoy halinde okula gidiş görüntüleri, Çin’deki salgının sembol fotoğraflarından biriydi. Devletin bütün olanakları seferber edildi ve ortalama iki ay içinde, Çin’deki salgın hızını kaybetti. Devlet kapitalizmi ile yönetilen Çin, salgına karşı mücadelenin nasıl verileceğini ortaya koymuştu.

Salgından en çok etkilenen ikinci ülke olan İtalya’da ise tam tersi bir tablo sözkonusuydu. Kapitalist sağlık politikaları ile, yıllar içinde sağlık sektörü yıkıma uğratılmış olan İtalya’da, salgın Çin’den daha hızlı ve daha yıkıcı biçimde ilerledi. İtalya Komünist Platformu’nun yaptığı açıklamaya göre, salgınla ilgili olarak sağlık çalışanları yeterli koruma araçları olmaksızın, bitmeyen vardiyalar boyunca çalıştırılıyorlar; ilçelerde, hatta kasabalarda dahi sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. İtalya’da Ulusal Sağlık Hizmeti, neoliberal tasarruf politikalarıyla onyıllardır yoksullaştırılmış durumda; birinci basamak sağlık hizmetleri son derece yetersiz, doktor-asistan-hemşire eksikliği kronik hale gelmiş durumda, hastanelerde yatak-ilaç-tıbbi cihaz eksikliği yakıcı boyutlarda… Ve bu tablo, İtalya’nın bu hastalık karşısında ne kadar başarılı olacağını belirsiz hale getiriyor.

ÖLÜME DAİR

Buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz.
Biliyorum, ben uyurken
hücreme pencereden girdiniz.
Ne ince boyunlu ilâç şişesini
ne kırmızı kutuyu devirdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
başucumda durup el ele verdiniz.
Buyrun, oturun dostlar
hoş gelip sefalar getirdiniz.

Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?
Osman oğlu Hâşim.
Ne tuhaf şey,
hani siz ölmüştünüz kardeşim.
İstanbul limanında
     kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,
                              kömür küfesiyle beraber
                                               ambarın dibine…

Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı
ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız
                                                  simsiyah başınızı.
Kim bilir nasıl yanmıştır canınız…
Ayakta durmayın, oturun,
ben sizi ölmüş zannediyordum,
hücreme pencereden girdiniz.
Yüzünüzde yıldızların aydınlığı
hoş gelip sefalar getirdiniz…

Yayalar-köylü Yakup,
                            iki gözüm,
                                            merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?
Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp
çok sıcak bir yaz günü
yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?
Demek ölmemişsiniz?

Ya siz?
Muharrir Ahmet Cemil?
Gözümle gördüm
                     tabutunuzun
                                   toprağa indiğini.

Hem galiba
tabut biraz kısaydı boyunuzdan.
Onu bırakın Ahmet Cemil,
vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,
o ilâç şişesidir
                        rakı şişesi değil.
Günde elli kuruşu tutabilmek için,
yapyalnız
dünyayı unutabilmek için
                      ne kadar çok içerdiniz…
Ben sizi ölmüş zannediyordum.
Başucumda durup el ele verdiniz,
buyrun, oturun dostlar,
hoş gelip sefalar getirdiniz…

Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor,—
«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»

Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
       herhangi bir şahın bir gemi ambarında
                         bir kömür küfesiyle öldüğünü?…

Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdildir» — diyor.
Yakup,
ne güzel güldünüz, iki gözüm.
Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir…
Fakat bekleyin, bitsin sözüm.
Bir eski Acem şairi :
«Ölüm âdil…»
Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.
Boşuna hiddet ediyorsunuz.
Biliyorum,
ölümün âdil olması için
hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz…

Bir eski Acem şairi…
Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
                    nereye gidiyorsunuz?

Nazım Hikmet

Diğer emperyalist-kapitalist ülkelerde de durum çok farklı değil. Tüm hazırlıklar, bireysel önlemler ve sosyal yalıtıma odaklanmış durumda.

Türkiye’de de benzer bir tablo sözkonusudur. Hastalığa ilişkin tüm düzenlemeler, bugüne kadar “halkı doğru bilgilendirme” konusunda zaaflı olan AKP hükümetinin tekelindedir. Salgına ilişkin rakamların da doğru verilmediği konusunda yaygın bir düşünce vardır.

Ve bu hükümet, yönetimini ele geçiremediği, bu nedenle de sürekli baskı altında tuttuğu TTB’yi (Türk Tabipler Birliği) sürecin dışında tutmaktadır. Yanısıra, tıpkı kapitalist ülkelerin genelinde olduğu gibi, kronikleşmiş bir doktor-hemşire-sağlıkçı eksikliği, yakıcı boyutlarda ilaç-tıbbi malzeme sıkıntısı, özel hastanelere para kazandırmak için devlet hastanelerinin altyapısının çökertilmesi, hastane ve sağlık kurumlarında liyakatsiz yönetimlerin varlığı gibi son derece ciddi sorunlar sözkonusudur. Hastalığın ilk çıktığı günlerde, “karantina” adı altında, bir hastanenin pis-çöplük içindeki bir köşesinde ayakta bekleyen insanların görüntüsü internete düşmüştü. Türkiye’de sağlık sisteminin çarpıcı bir ifadesiydi bu görüntüler. Ve bu tablo içinde, AKP yönetimindeki sağlık sisteminin, salgın bir hastalıkla mücadele etmesi ihtimali yoktur.

 

Her “çözüm”, yeni bir kriz

Kapitalizmin krizler karşısında ürettiği her çözüm, yeni bir krizin başlangıcıdır. Her düzeltme çabası, bir başka bozukluk oluşturmaktadır. Koronavirüs konusunda atılan adımlar da bunu göstermektedir. Mesela okulların tatil edilmesi hastalığın yayılmasına karşı önlem getirirken, çoklu sorunlar yumağı yaratmaktadır. Evde çocuk bakacak kimsesi olmayan ebeveynlerin çözümsüzlüğü, okuldan uzak kalan çocukların derslerden kopması, internet üzerinden eğitim adı verilen şeyin çocuklarda internet bağımlılığını artırması vb. vb…

Okullara sabun bile almayan, okulun temizlik ücretini velilere ödeten bakanlığın, okulların kapatılması dışında bir önlem düşünememesi şaşırtıcı değildir…

Ekonomi büyük bir kriz içindedir. Kriz bu kadar derinken, AVM’lere, konserlere ya da maçlara gitmeyi yasaklayıp insanları eve kapatan her tür önlem, bu krizi daha da derinleştirecektir.

Üstelik bu, ne kadar süreceği belirsiz bir durumdur. AKP’nin salgına karşı en etkili çözümü, “havaların ısınması”dır. Gribe benzer özellikler gösteren koronavirüsün de, havalar ısınınca biteceği umulmaktadır. Kuş gribi ve domuz gribi gibi salgın hastalıkların da benzer bir seyir izlemiş olması, AKP yönetiminin “tek umudu”dur. Oysa henüz niteliği ve çaresi bulunmamış olan bu hastalığın nasıl bir seyir izleyeceği belirsizdir.

Devletin bir çözüm üretmek yerine iklim koşullarına teslim etmiş olduğu bu salgın, beklenenden çok daha büyük bir tahribat yaratabilir.

 

Yoksullar paniğe kapılsın mı?

“Bir eski Acem şairi: /‘Ölüm adildir’ -diyor- /‘aynı haşmetle vurur şahı fakiri’”

Nazım şiirinde bir taraftan bu sözleri söylerken, diğer taraftan ölümün adil olmadığını anlatır çarpıcı sözlerle.

Oysa ne yaşam ne de ölüm adildir. Şah’la fakir aynı koşullarda yaşamaz ne hayatı ne de ölümü. Bu salgın için de aynı durum sözkonusudur. Türkiye’de de bir vaka olduğunun duyulmasının ardından bir “panik” havası oluştuğuna dair haberler yapılmaya başlandı. İnsanlar maskesiz sokağa çıkamıyormuş, market rafları boşaltılmış vb, vb… Gerçekte ise yoksulların paniğe kapılmaya hakkı yoktur.

Zaten paniğe kapılsa ne olur? “Sosyal ortamlarını sınırlama”yı belki becerebilir de, “iş ortamları” ne olacak? Her gün metrobüs-metroyla işe gitmeye devam etmek zorundadır, özel arabası olmadığı için. “Evden erişim”le çalışma şansı yoktur; her gün fabrikaya gitmek zorundadır. Panikle markete koşsa, iki-üç kilodan daha fazla gıda alıp stoklamak için parası yoktur. Maskeye karaborsa fiyatı ödeme şansı yoktur…

Küresel felaketler için zenginlerin özel jetleri ile ulaşabilecekleri yeraltı sığınakları varmış. İşçi ve emekçilerin o salgınla kendi olanaklarıyla boğuşma dışında şansı yoktur. Devlet bir çözüm bulmadığı-bulmak için olanaklarını kullanmadığı için, kendi bireysel çözümlerini üretmeye zorlanır. Hem de en çok ihtiyacı olduğu dönemde toplumdan kopartılarak, eve kapatılarak…

Üstelik bu arada salgın bahanesiyle esnek çalışma dayatılacak; işten çıkartılmasının zemini hazırlanacak; ücretsiz izinlerle karşı karşıya kalacak; hakları gaspedilecek.

 

Salgın ne kadar tehlikeli

Dünya genelinde karantinasıyla, sınırları kapatmasıyla bu salgın büyük bir gündeme dönüşmüş durumda. Virüsün niteliklerinin ve tedavisinin henüz netleşmemiş olması bunda önemli bir etken. Diğer taraftan rakamlara bakmak, bu hastalığın gereğinden fazla büyütülmekte olduğunu düşündürüyor.

Rakamlar, virüse yakalanma oranının yüksek, ölüm oranının düşük olduğunu gösteriyor. COVİD-19 olarak isimlendirilen virüsün bulaştırdığı koronavirüs hastalığının öldürme oranı yüzde 2 olarak ölçüldü. Üstelik bu oran daha da düşebilir; çünkü hastalığa yakalananların yüzde 80’i çok hafif semptomlar gösteriyor. Yani basit grip hastalığına yakalandığını düşünerek hastaneye gitmeyen-test yaptırmayan çok geniş bir kesim olabilir.

Oysa Kuş Gribi adı verilen hastalık, çok şiddetli belirtileriyle kendisini hemen belli ediyor; hastaneye gitme-yatma oranını yükseltiyordu. Ve Kuş Gribi’nden ölüm oranı yüzde 60 olarak ölçülmüştü. Keza büyük bir tehdit olarak yine Çin’de başlayan SARS hastalığının öldürme oranı yüzde 10, MERS hastalığının öldürme oranı ise yüzde 37 olarak gerçekleşmişti. (Rakamlar Evrim Ağacı internet sitesinden)

Bu duruma rağmen salgının bu kadar etkili bir tehdide dönüşmesi, kapitalizm koşullarında en basit hastalığın bile çözümsüzlüğe mahkum edilmesiyle bağlantılıdır.

Bunda, geçen yazıda da belirttiğimiz gibi başka etkenler de vardır elbette. Birincisi Çin’deki hızlı ve vahşi kapitalistleşme tarzı, her türden salgının gelişmesine uygun koşullar yaratmaktadır. İkincisi, bütün dünya ekonomik krizle boğuşurken Çin ekonomisinin halen büyümeye devam etmesine darbe vurma isteği sözkonusudur. Üçüncüsü Çin’i, dünyadaki kötülüklerin kaynağı olarak gösterme çabası vardır. Dördüncüsü, üretilmiş bir biyolojik silahın Çin üzerinde kullanılması olasılığı oldukça yüksektir. Beşincisi, Çin’in kendisi de biyolojik silah üretme çabası içindeyken kontrolden çıkmış olması mümkündür.

Bu salgın, ABD ile Çin arasındaki rekabetin, dünya hegemonyasını ele geçirme çabası nedeniyle, olduğundan daha büyük bir hale dönüşmektedir. Ancak ortaya çıkan sonuç, Çin’in dünya hegemonyasındaki yükselişi ile paraleldir. Salgın karşısında Çin tüm dünyanın gözleri önünde zafer kazanırken, ABD henüz somut hiçbir adım atamamıştır. ABD 54 ülkeye seyahat kısıtlaması koyarken, Çin salgının en güçlü olduğu Avrupa ülkesi olan İtalya’ya tıbbi yardım malzemeleri göndermektedir. “Yeni emperyal dengeler”, bu salgında da kendini ortaya koymaktadır.

* * *

Salgın başladığından beri ekonomik kriz, işsizlik, devlet baskısı, hak gaspları gibi konular konuşulmaz oldu. Ekonomik kriz değil, salgın konuşuluyor artık. “Can korkusu” ve hastalıktan korunma isteği, diğer bütün sorunları bastırıyor.

Keza salgın nedeniyle mitingler, eylemler, Newroz gösterileri iptal edildi. Salgın bitse bile devlet bu durumu 1 Mayıs’a kadar uzanacak bir sürece dönüştürecektir. Keza cezaevlerinde görüş yasakları, tutsaklar üzerindeki baskıları artırmanın en kolay yoludur. Kitlelerin eve kapatılması, devletin en büyük avantajına dönüşmüştür. Zaten Suudi Arabistan’da Kabe’nin tavaf edilmesinin bile yasaklandığı bir süreçte, Türkiye’de de her türden toplantı iptal edilmişken Cuma namazlarının iptal edilmemesi, devletin gerçek niyetini ortaya koymaktadır.

Bu nedenle, salgın hastalıklar da bir mücadele unsuru olarak ele alınmalıdır. Sağlık sisteminde yaratılan tahribatın düzeltilmesi; kitlelerin temizlik güvencesi için suyun-ısınma güvencesi için doğalgazın belli miktarda ücretsiz hale getirilmesi; işyerinden verilecek izinlerin mutlaka ücretli olmasının sağlanması; en ciddi risk grubunu oluşturan yaşlıların emekli aylıklarının ya da yaşlılık aylıklarının yükseltilmesi gibi talepler ileri sürülmelidir.

Salgın hastalıklardan korunma yöntemlerinden birisi TTB’nin uyarılarını dikkate almak, bir diğeri ise salgın hastalık üreten toplumsal sisteme karşı mücadele etmektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Metal’de -yasağa rağmen- grevler sürüyor

Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) 5 işletmede TİS görüşmelerine 9 Ağustos’ta başlamıştı. Bunlardan 1’i hariç 4’ü …

ASGARİ ÜCRET ve BİZ EMEKLİLER…

17 bin 2 TL olan asgari ücrete yapılacak zam, günümüzde en temel gündem maddelerinden birisi. …

İEB, savaş bütçesine karşı mücadeleye çağırıyor

Mecliste görüşülmekte olan yağma ve savaş bütçesine, işçilere layık görülen sefalet ücretine karşı, İşçi Emekçi …