Koronavirüs her geçen gün biraz daha yayılıyor ve yaşamı giderek daha fazla etkisi altına alıyor. Hastalık ile birlikte insanların tedirginlikleri artıyor. Salgından dolayı can kaybının fazla olması, kitlelerin kaygılarını da artıran bir unsur. Ve bu koşullarda kendini korumaya dönük yöntem arayışları oldukça güçlü.
“Hayatta kalma çabası” tüm canlıların en doğal refleksidir. Ancak bugün, bu doğal refleksten faydalanma, patronların çıkarları doğrultusunda maniple etme çabalarıyla karşı karşıyayız. Tehlikeli olan budur.
Devletin ve hükümetin rolü
gözlerden gizleniyor
Son günlerde giderek artan biçimde sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi tartışılıyor. Kitlelerin “bireysel karantina” uyarılarını yeterince dikkate almadığı, bu koşullarda mecburen devletin yasak ilan etmesi gerektiği ileri sürülüyor. Ve bu iddia giderek daha güçlü biçimde pek çok kanaldan yaygınlaştırılıyor. Öyle ki, salgınla baş etmenin, salgını durdurmanın tek yolu buymuş gibi gösteriliyor.
Öncelikle, sokağa çıkma yasağı türünden devlet müdahaleleri, çok ciddi hak gaspları ile birlikte gelecektir. Ancak kitleler, “can koruma pahasına” bu hak gasplarına bile razı edilmeye çalışılıyor. Gerçekte ise, salgına ilişkin olarak devletin görevleri, devlete düşen sorumluluklar gözlerden gizleniyor.
Salgın karşısında TTB’nin (Türk Tabipler Birliği) başta olmak üzere çeşitli kurumların yaptığı, bireysel temizlik ve hijyene ilişkin uyarıları dikkate alalım. Ancak şunu unutmayalım. Devlet kendi görevlerini yerine getirmediği koşulda, bireysel önlemler salgına karşı bir çözüm getirmeyecektir.
Benzer biçimde, sokağa çıkma yasakları da, salgını durdurmayacak, sadece öteleyecektir. Devlet kendi sorumluluklarını gerçekleştirmediği sürece, sokağa çıkma yasağı bittiği anda salgın yeniden ve tüm gücüyle yaşamımıza çökecektir.
Devletin rolü ve görevleri, tam da bu nedenle bireylere düşen sorumluluklardan daha yüksek, daha belirleyici ve daha önemlidir. Peki nedir bu sorumluluklar?
Çin’de salgın resmileştiği andan itibaren tüm dünyaya yayılacağı belli olmuştu. Bu koşullarda, daha salgın Türkiye’ye gelmeden önce devletin hazırlık ve önlemleri başlamalıydı. Oysa sadece seyredildi, hiçbir önlem alınmadı, hazırlık yapılmadı.
1- Salgın duyulduğu anda tıbbi maske, gözlük, su geçirmeyen önlük gibi temel tıbbi techizatların stok durumu gözden geçirilmeli ve hızla eksiklerin tamamlanması için üretime geçilmeliydi. Bugün sadece sokakta değil, sağlık kurumlarında çalışanlar bile maske-gözlük-su geçirmeyen önlük sıkıntısı çekiyorlar. Bazı hastanelerde çalışanlar, maske bile takamadan hastayı kontrole-tedaviye çalışıyor. Ve dünya genelinde salgında ölenlerin içinde sağlık çalışanlarının oranı hiç de küçümsenmeyecek bir düzeye çıkmış durumda. Ülkemizde de sağlık çalışanlarının hastalardan virüs kaptığı ve hastalandığına dair haberler duymaya başladık bile.
2- Salgın başladığında Çin, sadece bu salgınla ilgilenmek üzere iki yeni hastane ve onlarca sahra hastanesi inşa etti. Türkiye’de ise bırakalım yeni hastane inşa etmeyi, varolan hastanelerin durumu, kapasitesi, yoğun bakım ünitelerinin durumu ve ihtiyaçlarına ilişkin hiçbir çalışma yürütülmedi. Bugüne kadar özel hastanelere para kazandırma adına devlet hastanelerinin altyapısı çökertilmiş olduğu için, devlet hastaneleri büyük bir salgınla başedebilecek niteliği kaybetti.
3- Güney Kore gibi bazı ülkeler, neredeyse bütün vatandaşlarına test yaptılar. Günlük olarak onbinlerce kişiye test yapan ülkeler var. Türkiye’de ise, bugüne kadar yapılan toplam test sayısı sadece 20 bin civarında. (İlk ölümden bugüne 10 gün geçti.) Çok yaygın test yapmadan, hastalık tablosu çıkarmak ve hastalığı kontrol altına almak mümkün değil. Ama bugün hala, yeterince test yapılmıyor, yapılan testlerin sonuçları tam olarak açıklanmıyor. Dahası, test yapılan merkez sayısı son derece az. Bir çok şehirde yapılan testler başka şehirlere gönderiliyor, sonuç alınması günler sürüyor. Oysa 15 dakikada sonuç veren hızlı tanı kitleri var. Türkiye bunları kullanmıyor.
Daha önemlisi, dünyaya tanı kitlerini üreten firma, Türkiyeli bir firma. Ama salgın başladıktan günler sonra, sağlık bakanlığının üretim için bu firma ile görüştüğünü duyuyoruz. Salgın başlamadan haftalar önce yapılması gereken iş, salgın başladıktan sonra düşünülüyor. Yanısıra ilk ölümden 10 gün sonra, Çin’den tanı kiti ithalatı başlatılıyor.
4- “Sosyal yalıtım”ın en önemli unsur olduğu ileri sürülüyor. Ve bu doğrultuda barlar, kafeler kapatılıyor, mitingler iptal ediliyor; ancak umreden gelen yaklaşık 300 bin kişinin evine gitmesine, 10 gün boyunca ziyaretçi kabul etmesine engel olunmuyor. Buna tepkiler yükseldikten sonra umreden gelenler karantinaya alınıyor, ama sadece birkaç bini. Onbinlercesi “evde karantina sözü” vererek evine gidebiliyor. Keza ölümler başladıktan sonraki ilk Cuma namazı iptal edilmiyor; Cuma günü camilerde toplanan yüzbinlerce insan, enfekte olmuş bir halde kalabalığın içine karışıveriyor. Buna da tepkiler yükseldikten sonra Cuma namazları iptal ediliyor, ancak camiler hala kapatılmış değil. “Bireysel namaz” adı altında, insanlar namaz saatlerinde camilerde toplanmaya devam ediyor.
Bütün bunlar, devletin-hükümetin sorumluluğu altındaki konulardır. Ve bizler istediğimiz kadar ellerimizi yıkayalım, karaborsadan maske alıp takalım, her tür sosyal ilişkimizi keselim; AKP hükümeti üzerine düşen görevleri yerine getirmediği koşulda, salgının kontrol altına alınması mümkün olmayacaktır.
Bu nedenle haklarımızı gaspeden sokağa çıkma yasaklarına razı olmak yerine, devletin kendi görevlerini yerine getirmesinin üzerinde durmak, buradan zorlamak gerekir.
Kapitalist sağlık sistemi
salgına çare bulamaz
Çin’de 2-3 ay içinde salgın kontrol altına alındı. Avrupa ülkelerinde ise, hem ölüm oranları çok daha yüksek, hem de salgının ne kadar zamanda kontrol altına alınacağı öngörülemiyor. Özellikle İtalya, bir kabusun içinde yaşıyor. Hem vaka sayısı, hem de ölüm oranları son derece yüksek. Ve salgının tepe noktası halen öngörülemiyor. Üstelik bu ülkelerin çoğunda sokağa çıkma yasakları, sert karantinalar uygulanıyor.
Bunun böyle olması şaşırtıcı değildir. Devlet kapitalizmi ile yönetilmekte olan Çin’de, sağlık sistemi halen kamunun yönetimi ve denetimindedir. Kapitalist ülkelerde ise, sağlık sistemi patronların çıkarları doğrultusunda düzenlenmiştir. Sağlık özelleştirilmiş, insan sağlığına verilen önem ortadan kalkmış, sağlık politikaları “kar” düzeyi üzerinden belirlenmiş, sağlık çalışanlarının sayısı azaltılmış, az sayıda personel çok iş yapmaya başlamıştır. Sağlıktaki özelleştirmelerin sonucu, “paran kadar sağlık”tır. Ve bu özelleştirmeler, sağlık hizmetinin kalitesini düşürmüş, geniş kitleler için ulaşılmaz hale getirmiş, sağlık personeline güvencesiz ve aşırı çalışma dayatılmıştır.
Bu koşullardaki bir sağlık sisteminin salgın hastalık gibi ağır durumlarla başetmesi mümkün değildir. Bugün Türkiye’nin yaşadığı tablo da, bununla birebir aynıdır.
Sokağa çıkma yasakları, sağlık sisteminin bu içler acısı tablosunu değiştirmeyecektir. Hasta sayısı ne kadar az olursa olsun, eksik techizatla çalışan bir sağlık personelinin, soruna çare bulması mümkün değildir. Sokağa çıkma yasakları bir kenara bırakılarak, önce devletin kendi eksiklerini yerine getirmesi istenmelidir.
Açlıktan ölmek mi,
salgından ölmek mi?
Gözlerden gizlenen bir gerçek de, sokağa çıkma yasaklarının da, “evde kal” çağrılarının da işçi ve emekçilerde bir karşılığı olmadığıdır.
Aydınlar, sanatçılar, patronlar evde kalabilirler. Düzenli bir geliri olan, aylık maaşında bir kesinti yaşanmayacak olanlar da… Bilişim sektörü gibi bazı alanlarda da evden çalışma mümkün olabilir… Evlerinde bilgisayarları, internetleri, film-belgesel arşivleri, kütüphaneleri vardır onların. Ama toplumun büyük bir çoğunluğunun evde kalma lüksü yoktur. Zaten sokağa çıkma yasağında onlar “kapsamdışı”dır. “Canı kıymetli olmayan” kesimdir onlar.
Sağlık sektörünü en başa yazıyoruz zaten. Bu dönemin en çok çalışanları onlar olacaktır.
Fabrikalarda çalışan işçilerin evde kalma-evden çalışma şansı yoktur mesela. Onlar her gün servise ya da metrobüse binerek fabrikalarına gitmek, virüse karşı önlem alınmamış koşullarda çalışmaya devam etmek zorundadır. İşçi sağlığı ve güvenliği konusu rutin zamanlarda bile dikkate alınmıyorken, salgına karşı patronların bir önlem alması ihtimali son derece düşüktür.
Sonra “evde kalanlar”ın ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışanların da işlerinde bir kesinti olmayacaktır. Market çalışanları, marketlerde satılacak ürünleri üreten-paketleyen-dağıtımını yapanlar, hazır yemek firmalarının çalışanları ve evlere servis yapan kuryeler, sucusu-tüpçüsü ile evlerin temel ihtiyaçların karşılayanlar, ekmek fırınları, toplu taşıma araçlarında çalışanlar, elektrik-su-doğalgaz-internet gibi altyapı hizmetlerinin aksamaması için 24 saat çalışanlar… Ev hizmetlerinde, çocuk bakımında çalışanlar…
Gazete çıkaran, televizyon programlarını hazırlamaya devam edenler… Temizlik başta olmak üzere belediye hizmetlerinde görev alanlar…
Bir de işten çıkartılanlar var tabii… Salgın başladığından bu yana, hizmet sektörü başta olmak üzere çok geniş bir kesimde işten atılanlar sözkonusu. Mağazadaki tezgahtardan turizmle ilgili alanlara, lokantadan taksi-minibüs şoförlerine, özel okullardaki sözleşmeli öğretmenlerden fabrika işçilerine kadar, pek çok sektörde işten atılmalar can yakıcı boyutlara ulaştı. Zaten kayıtdışı çalıştığı için bu rakamlara girmeyenler de cabası… Bir kısmı şimdi İş ve İşçi Bulma Kurumu önlerinde kuyruktalar; işsizlik maaşı bağlatmak için ya da bu maaşı alamadığından yeni bir iş bulabilmek umuduyla…
Kira ve fatura ödeme konusunda sıkıntısı-derdi olmayanların, banka kredilerinin kıskacında boğulmayanların evde kalmaktan da, sokağa çıkma yasağından da korkusu yoktur. Onlar için kendi önlemlerini almak, belirlenen kurallara uymak, salgından korunmak kolaydır. Ancak aldığı ücreti zaten yetmeyen, işe gidemezse bırakalım ay sonunda yapılacak ödemeleri, günlük yemeğini bile karşılayamayacak olan insanlar için hayat farklı akar. Açlıktan ölme korkusu ile salgından ölme korkusu arasında yapılan bir tercihtir onlarınki. Ve genellikle açlıktan ölme korkusu salgını yener.
Sokağa çıkma yasakları bu insanların yaşamlarını çok daha fazla zorlaştıracak bir unsurdur.
Devletin umursamadığı, kendi üzerine düşen görevleri yerine getirmediği bir alan da burasıdır. Oysa, salgın karşısında işçi ve emekçilerin temel yaşam ihtiyaçlarını güvence altına alan adımlar atabilir; bunlar da salgının yayılmasını durdurabilir. Elektrik-su-doğalgazın salgın süresince ücretsiz olması, ücretsiz internet olanağının sağlanması, keza salgın boyunca işten çıkarmaların yasaklanması, fabrikalarda ve toplu çalışılan alanlarda işçi sağlığı önlemlerinin alınması, emekli aylıklarının artırılması, yaşlılara ek ödenek çıkartılması, okula gidemeyen küçük çocukların ebeveynlerinden birinin ücretli izinli sayılması gibi bazı kararlar açıklanabilir. Ve yandaşa hortumla aktarılan kaynakların çok küçük bir kısmıyla bütün bu koşullar yerine getirilebilir. Mesela köprü geçişlerinin “garanti ödemeleri”nin küçük bir kısmı bile ödenmese, işçi ve emekçilerin salgın karşısında yaşamlarını kolaylaştırmaya yetecektir.
Oysa AKP hükümetinin salgın karşısında aldığı tek ekonomik önlem, patronları, özellikle de müteahhitleri korumayı amaçlayan bir pakettir. Bu pakette de işçilerin payına düşen tek bir kırıntı bile yoktur.
Halk olmadan ülkeyi yönetmek
“Okullar olmasa Maarifi ne güzel yönetirdim” diyen Osmanlı yöneticilerine benziyor AKP hükümetinin tutumu. İnsanları evde kalmaya zorluyor, sokağa çıkma yasaklarına gönüllü hale getirmeye çalışıyor. Sokaklarda kimse olmazsa, ülkeyi de kolayca yönetecekler işte!
Cinayet işlendiğinde katili bulmak için “bunda kimin çıkarı var” diye bakarlar; bu salgından çıkar sağlayanlar da patronlar ve hükümetler…
En başta, salgın öncesinde tüm dünya ayaklanmalarla sarsılıyordu; bugün artık sokakta yürümek bile zorlaştı. Özellikle Ekim ayından bu yana Şili’den Lübnan’a, Hong Kong’tan Fransa’ya kadar, dünyanın dört bir yanında hak talepleriyle sokaklara dökülen ve herbiri, kendi ülkesinde hükümetleri-hatta bir bütün olarak sistemi ciddi biçimde tehdit eden kitleler bir anda buharlaştı. Ayaklanmalarla başedemeyen devletler için, bu salgın bulunmaz bir nimet oldu.
İkincisi, ekonomik kriz unutuldu. Salgın öncesinde en önemli gündem ekonomik kriz ve bunun etkileriydi. Tüm dünyada giderek derinleşen ekonomik kriz, işsizlikten hayat pahalılığına kadar her alanda büyük bir tepki oluşturuyordu. Şimdi ise salgın öylesine büyük bir tehdide dönüşmüş durumda ki, kriz konuşulmuyor bile. Yer yer, salgının krizi daha da derinleştireceği yönünde değinmeler oluyor, ancak bunlar hemen geriye itiliyor. Aslında bu durum burjuvazinin işine geliyor. Çünkü zaten ekonomik krizin nedeni aşırı üretimdir; üretilen mallar satılmayınca kriz patlak verir. Bu koşullarda patronların üretime devam etmesi de karlı değildir. Kriz başladığından beri, içindeki mallarla beraber yanan fabrika haberlerini peşpeşe duyar olmuştuk. Çünkü zaten satamadığı malın yanması, patron için bir zarar değildir; maliyeti sigorta tarafından karşılanır. Kriz koşullarında işçi çıkarmak ya da işçileri daha ağır koşullarda daha ucuza çalıştırmak isteyen patronlar için de, salgın hastalık oldukça elverişli bir ortam sunmaktadır. Küçük esnaf iflas ederken, orta kesimler büyük bir gelir kaybı yaşarken, büyük patronlar bu krizden de faydalanmanın bir yolunu bulacaktır.
Üçüncüsü, tüm kapitalist dünya için, yaşlı nüfus bir yüktür. Üretken olmayan ama sağlık giderleri ve emeklilik hakları ile sistemden almaya devam eden bir yük! Salgın, asıl olarak yaşlıları etkilemekte, yaşlı nüfusu kırıp geçirmektedir. Salgının tahribatı ne kadar büyük olursa, salgın sonrasında dünya nüfusu o kadar gençleşecektir. Bu salgın, kapitalist sistemin önemli bir sorununu “çözmekte”dir.
Her yönüyle salgın, patronların-kapitalistlerin işine yaramıştır. Temel önemdeki sınıfsal sorunlar geriye itilmiş, tüm dünya salgına odaklanmışken patronlara da yeni kar alanları açılmıştır. Yeni ilaç-aşı-tıbbi malzeme üretimi, evde kalan insanların ihtiyaçlarını karşılayan sektörlerin büyümesi gibi…
* * *
Salgına karşı tek tek bireyler kendi üzerine düşeni yapmalı, önlemlerini almalıdır. Ancak devletin görevlerini yerine getirmesi, her türden bireysel önlemden daha önemli, daha belirleyicidir. Bu nedenle, bu günün en önemli talebi, devletin sorumluluklarını yerine getirmesi, sağlık sistemini güçlendirmesi, salgından asıl etkilenen kesim olan işçi ve emekçilerin yaşam koşullarını düzeltmesidir. Bir kez daha yineleyelim; devlet görevini yerine getirmediğinde, bireysel önlemler hiç bir işe yaramayacaktır.