Savaş ve kriz koşullarında DEVRİM CEPHESİNİN DURUMU-I

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden

bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.

Bir yanda emperyalist savaş ve kapitalizmin krizi olanca şiddetiyle sürerken, diğer yanda devrim cephesi kendi mecrasını bulmaya ve ilerlemeye çalışıyor. Karanlığın en koyusunda şafağın doğması misali, savaşın ve krizin içinden halk ayaklanmaları, işçi-emekçi direnişleri yükseliyor. Diyalektiğin yasası işliyor; karşı-devrim ne denli azgınlaşır ve saldırıları ne kadar şiddetlenirse, tepkiler de o denli artıyor, eylemler yaygınlaşıyor ve giderek daha radikal biçimlere bürünüyor.

Her dönem, kendi mücadele biçimlerini ve örgütlerini yaratır. Bunlar yeni biçimler olabileceği gibi, eski biçimlerin yeni döneme uyarlanmış hali de olabilir. Yakın tarihe bakmak bile, bunun somut örneklerini görmemizi sağlar.

Örneğin ‘70’li yıllarda tüm dünyada hem anti-emperyalist mücadele, hem de işçi sınıfı hareketleri yükselmişti. Bu dönemde dünya genelinde devrimci yapılar büyüdü ve güç kazandı. Grev ve direnişler, sayısal ve kitlesel olarak en ileri düzeylere ulaştı. Keza ulusal kurtuluşçu ve gerilla tarzı eylemleri yükselten hareketler büyüdü. Bu hareketler, dönemin özelliklerinin de etkisiyle devrimci bir niteliğe sahiptiler.

‘80’li yıllar ise, tüm dünyada işçi ve emekçilerinin, ezilen halkların üzerine ağır baskı ve faşist terör yılları olarak çöktü. Türkiye dahil olmak üzere askeri faşist cuntalar, İngiltere’de “demir lady” yönetimi, “neoliberal” saldırılar, sadece siyasi değil ekonomik vahşeti de beraberinde getirdi. İşçi ve emekçilerin kazanılmış hakları birer birer gaspedildi, işgücü sömürüsü yoğunlaştırıldı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, büyük bir “beyaz terör dalgası” başlattı. ABD kendi imparatorluğuna “yeni dünya düzeni” adını koydu, “küreselleşme” çığırtkanlığı ile sınıfsal çelişkilerin yokolduğu ilan edildi. “Elveda proletarya” söylemi, “tarihin sonu” iddiası, bu dönemin simgesi oldu.

Elbette ne sınıfsal çelişkiler yokolmuş, ne proletarya bitmiş, ne de tarihin sonu gelmişti. Ancak sınıf mücadelesinin geriye çekildiği, devrimci örgütlerin güç ve prestij kaybettiği, devrimci dalganın zayıfladığı, bireysel kurtuluş hayallerinin güçlendiği de açık bir gerçekti. Tüm dünyada ve ülkemizde güçlü işçi sınıfı eylemleri de yaşanıyordu, gençlik hareketi kimi dönemler yükseliyordu. Ancak bunlar sınırlıydı, istikrarsızdı, burjuvazinin saldırı sağanağını durduracak güçten yoksundu.

‘90’lı yıllar denilince akılda kalan aslolarak, ATTAC, Greenpeace gibi elitist örgütlerin düzenlediği ve sınırlı bir kitlenin katıldığı, IMF ve DB protestolarında somutlaşan “küreselleşme karşıtı” eylemlerdir.

2000’ler savaş çığırtkanlığı ile başladı. ABD ve Rusya başta olmak üzere, bir çok ülkede yönetimler değişti, savaş politikaları izleyecek saldırgan yöneticiler işbaşına getirildi. 2001’de ABD’nin Afganistan işgaliyle birlikte savaş karşıtı hareket de yükseldi. 2000’lerin ilk yıllarına, emperyalist savaş karşıtı hareketin damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. 2008 ekonomik krizi tüm dünyayı etkisi altına aldığında ise, bu defa kriz karşıtı eylemler güç kazanmaya başladı. İşçi sınıfı yeniden kendi talepleri ile sokaklara çıktı; birçok ülkede “ekmek isyanları” yaygınlaştı. Bu dönem aynı zamanda reformist-halkçı yönetimlerin yükseliş yılları oldu. Bir taraftan devrimci yapıların güç ve prestij kaybı kitlelerin reformist yapıları umut olarak görmesine neden oldu; diğer taraftan burjuvazi, kendisi için tehdit olmayan bu yapıların önünü açtı. Avrupa reformizmi ile Latin Amerika Bolivarcılığı, bu süreçte “sosyalist” olarak tanımlandı ve yükselişe geçti.

2010’lar, halk ayaklanmaları ile açıldı. Savaş karşıtı eylemlerle ile yeniden hareketlenen kitleler, artık ekonomik kriz başta olmak üzere, sorunları için sokaklara döküldüler. Bu defa çok daha güçlü, daha etkili ve yaygın bir biçimde… Arap ayaklanmalarına katılan insan sayısı, her ülkede milyonları aştı; günler süren meydan işgallerinde çatışmalar ve direnişler yaşandı. Meydan işgalleri dünya geneline yayıldı. ABD’de “biz yüzde 99’uz” sloganıyla ifade edilen “Wall Street’i işgal et” eylemleri, en gelişmiş emperyalist ülkenin kalbinde patlamasıyla dikkat çekiciydi. İspanya, Yunanistan ve İstanbul-Gezi Parkı işgalleri, bu süreçte öne çıkan halk hareketleri oldu. Fransa’da süreç boyunca farklı biçimlerde kendisini gösteren eylemler ise, sonrasında “Sarı Yelekliler”in güçlü ve direngen eylemlerine evrildi. Bu dönemde ekoloji mücadelesi de “yaşam hakkını savunma” mücadelesine dönüştü; elit bir grubun sorunu olmaktan çıktı, kitleselleşti.

2010’lar halk ayaklanmaları, işçi-emekçi isyanları yılları oldu. Kitlelerin sokaklara çıktığı, önemli başarılar elde ettiği bu eylemlerin en büyük zaafı, devrimci önderlikten yoksun oluşuydu. Kitleler ayaklanmıştı, ancak önderlik ya liberallere ya da İslamcılara kalmıştı. Devrimci önderlikten yoksun olduğu için de niteliksel dönüşümleri başaramadılar. Çoğu siyaset sahnesinden silinmiş ya da tasfiyeciliğin bataklığına batmış olan devrimci yapılar, bu hareketlerin kenarına dahi yaklaşamadılar.

Ancak bu süreç, devrimci önderlik ihtiyacının ne kadar yakıcı, kitlelerin kapitalizme olan öfkesinin ne kadar yoğun ve sosyalizme duyulan özlemin ne denli arttığını bir kere daha açık biçimde gösterdi. Reformist-halkçı önderliklerin umut olmadığı, bu süreçte kendini daha açık biçimde gösterdi.

2020’lere damgasını vuracak olan da bu gerçektir. Hareketin yönü artık yukarı doğrudur. Ve bu büyük direniş hareketleri, bugün için çok küçük, etkisiz olan komünist ve devrimci hareketleri, devrimci-demokrat kurumları sarsacak, silkinmesini ve toparlanmasını sağlayacaktır; ya da kendi devrimci önderliğini, örgütlerini yaratacaktır. Hareketin bir üst evreye çıkmasını, ayaklanmaların devrim ve sosyalizm hedefiyle taçlanmasını sağlayacak olan da budur.

 

A- DEVRİMCİ ÖRGÜTLERİN

AĞIR YENİLGİSİ

2000’li yıllar, genel olarak komünist ve devrimci hareketlerin büyük darbeler yediği, güç ve prestij kaybettiği yıllar oldu. Karşı-devrimin yoğun saldırıları karşısında doğru politika ve taktikler belirleyememenin, kitleleri somut talepleri doğrultusunda harekete geçirememenin sonuçlarını yaşadılar. Giderek kitlelerden koptular, ideolojik-siyasi savrulmalar yaşadılar, tasfiyecilik ve teslimiyetçilik baskın hale geldi.

Elbette bunda dünya ölçeğinde sosyalizmin yenilgisinin yarattığı moral bozukluğu önemli bir faktördü. Fakat her ülkenin ve örgütün kendi özgülünde yaşadığı sorunlar da vardı. Bunların birleşmesi, geçmişin büyük örgütleri dahil birçok örgütün yok olmasını, birçoğunun ise iyice erimesini ya da reformistleşmesini getirdi.

Burjuvazi, asıl olarak şiddet yöntemini kullanarak, buna paralel biçimde yer yer “uzlaşma”, “barış”  “çözüm” vb. isimler altında tavizler veriyor görünerek, amacına adım adım ulaştı.

IRA, ETA gibi uzun yıllara dayanan mücadelesiyle öne çıkmış örgütlerden, FARC, Tamil Kaplanları, Zapatistalar gibi örgütlere kadar pek çok küçük-burjuva ulusal kurtuluşçu örgüt, ya ağır darbeler yiyerek ya da “barış görüşmeleri” adı altında eriyerek yok oldular.

 

İrlanda’nın bağımsızlığı için IRA

Sözkonusu örgütler içinde tarihsel olarak en eskiye dayanan IRA, “barış görüşmeleri” ile eritilen ilk örneklerden biridir ve burjuvazinin bu yöntemi genelleştirmesinde, diğer örgütleri de benzer bir sürece sokmasında bir model oluşturmuştur.

İngiltere’nin İrlanda’yı işgali ve işgale karşı direnişin tarihi, yaklaşık bin yıl öncesine dayanır. Resmi olarak İngiliz ilhakı ise 1801 yılında gerçekleşmiştir. 1900’lerin başlarından itibaren, İrlanda halkı bağımsızlık yanlısı Katolikler ile İngiltere sömürgesi altında kalmak isteyen Protestanlar olarak ikiye bölünmüştü. 1905 yılında Katolik Artur Griffith tarafından Sinn Fein partisi kuruldu. Protestanlar ise Ulster Birlikçi Partisi’ni kurdu.

Almanya ve Rusya’da devrimin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde, 1916’da İrlanda’da da “Paskalya Ayaklanması” olarak bilinen bir direniş yaşandı. Dublin kentinde James Connolly önderliğinde ayaklandılar, kentin önemli bir kısmını ele geçirdiler.

İrlanda özellikle kömür yatakları, metal ve gemi yapım sanayiinde gelişkin bir işçi sınıfına sahip bir bölgeydi. Direniş işçi sınıfının da katılımıyla büyüyordu. İngiliz ordusuyla günler süren çatışmaların ardından direniş bastırıldı; James Connolly’nin de aralarında olduğu 15 devrimci idam edildi, yüzlerce insan tutuklandı ve işkenceden geçirildi.

1918’de Sinn Fein, parlamento seçimlerinde büyük bir başarı elde etti. Ancak milletvekilleri Londra’daki parlamentoya gitmeyerek, toplantılara katılmayı reddettiler. Kendini İrlanda Meclis üyeleri sayarak ihtilalci bir cumhuriyet hükümeti kurdular.

Sinn Fein’in silahlı kanadı olan İrlanda Gönülleri’nin arkasından oluşturulan IRA, 1920 yılında Michael Collins önderliğinde gerilla savaşına başladı.

1921’de, İngiltere ile imzalanan anlaşma ile bağımsızlığını ilan eden İrlanda, ülkenin kuzey kısmını bir süre daha İngiltere’nin denetimine bırakacak bir modeli kabullenmek zorunda kaldı. Güney’de bağımsız İrlanda Cumhuriyeti kuruldu. Kuzey İrlanda’da ise, yeni bir bağımsızlık ve “birleşik İrlanda” mücadelesi başladı.

1920’lerden itibaren direnişler inişler ve çıkışlarla devam etti. 1939 yılında IRA, İngiliz şehirlerinde bombalama eylemlerini başlattı. 1960’larda IRA’nın mücadelesi daha güçlenmiş ve kitleselleşmişti. Mücadele talepleri iş, ev, oy verme hakkı gibi temel taleplere odaklanmıştı. 1969 yılında İngiltere, IRA ve Kuzey İrlanda halkına dönük olarak en kapsamlı saldırıyı, 300 bin asker ile başlattı.1970’lerde İngiliz devleti, mahkemesiz gözaltı ve işkence uygulamalarını yoğunlaştırdı; IRA’nın İngiliz ordusuna karşı gerilla savaşı ve bombalama eylemleri de arttı. 1972 ve 1975’te IRA iki defa ateşkes ilan etti ve hükümetle görüşmeleri başlatmak istedi; ancak İngiltere görüşme konusunda en küçük bir adım atmadan saldırılarını sürdürdü.

1980’li yıllar, ‘Demir Leydi’ lakaplı İngiliz Başbakan Margaret Thatcher’in azgın saldırısı altında geçti. IRA’ya karşı dizginsiz şiddet uygulandı. Yoğun tutuklamalar yapıldı; büyük sorgu ve işkence merkezleri kuruldu. 1981 yılında, IRA üyesi Boby Sands ve 21 arkadaşı, siyasi tutukluluk haklarının tanınması ve tek tip elbise uygulamasının kaldırılması talebiyle ölüm orucuna başladılar. Eylemde on devrimci şehit düştü.

1991 yılında IRA ile İngiltere arasında görüşmeler başladı. Üç yıl sonra 1994’te IRA, eylemlerine son verdiğini açıkladı. Bu süreç, IRA’nın bölünmesiyle sonuçlandı. Barış görüşmelerini onaylamayan bir grup, ‘Gerçek IRA’ adıyla mücadeleye devam kararı aldı, ancak çok etkili olamadı. 2005 yılında IRA resmi olarak silah bıraktı ve bu dönemin sonu ilan edildi.

IRA, silahlı mücadeleyi yükselttiği dönemlerde çok güçlü bir halk desteğini arkasına almıştı. Dini ve ulusal motiflerin birleştiriciliğinin de etkisiyle, İrlanda halkı IRA’yı sahipleniyordu. Öyle ki, gerilla cenazeleri silahlı gerillaların katıldığı büyük kitlesel eylemler biçiminde gerçekleştiriliyor; ÖO eylemindeki Boby Sands, cezaevinde iken milletvekili seçiliyor; IRA içinde sayısız ‘uyuyan gerilla’ (günlük yaşamına devam eden ve ihtiyaç olduğunda eyleme katılan gerillalar) bulunuyordu. Ancak mücadele ufkunun ulusal kurtuluşçulukla sınırlandırılması, önderlerden kayıpların çokluğu ve uzun süren gerilla mücadelesinde yorgunluk; verilen mücadelenin ve harcanan emeğin büyüklüğüne denk bir kazanımla bitmemesine neden oldu.

Sonrasında kurulan Gerçek IRA, Yeni IRA gibi örgütlenmeler ise, nadiren yapılan kimi eylemlerle isimlerini duyurdular; ancak bir daha IRA’nın eylem gücüne ve kitle desteğine ulaşamadılar.

 

ETA silahlı mücadeleye son verdi

ETA (Euskadi Ta Askatasuna-Bask Yurdu ve Özgürlük), İspanya’da 1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı mücadele içinde kurulmuş bir örgüttü. Fransa ve İspanya sınırları içinde yeralan Bask bölgesinin bağımsızlığını savunan, devrimci-ulusal kurtuluşçu bir çizgiye sahipti.

1968 yılına kadar silahlı eylemi olmayan, daha çok bir kültürel hareket olarak mücadele içinde yer alan bu örgüt, 1968’den itibaren, silahlı eylemleriyle, özellikle de üst düzey bürokratlara suikastlarıyla adını duyurdu.

Bask bölgesi, kapitalist sanayinin geliştiği bir bölgeydi. Burada ETA, işçi sınıfını mücadeleye çekme hedefini taşıyan ve “asfalt gerillası” adı verilen yöntemle, şehir gerillası olarak örgütlendi. Dönemin “demokrasiye geçiş süreci” olarak adlandırılan, gerçekte ise ağır baskıcı yöntemleri sürdürmeyi hedefleyen koşullarını “Francosuz Francoizm” olarak tanımladı. Bask halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere bir çok koşulu içeren bir program ileri sürdü.

‘70’li yıllarda dünya genelinde etkili olan devrimci mücadele, İspanya’da da yankısını bulmuştu. 1978 yılında, ETA’nın siyasi kanadı olarak Herri Batasuna partisi kuruldu. Giderek kitleselleşen devrimci savaşım sonucunda 1979 yılında Bask özerk bölge statüsü kazandı.

2 milyon insanın yaşadığı bu bölgede özerkliğin kazanılmasının ardından, bağımsızlık mücadelesinde bir güç kaybı ortaya çıktı. Birçok etkenin birleşmesi, bu sonucu doğurmuştu. Bir taraftan yoğun devlet şiddeti ETA ve onun yan kurumları üzerinde yoğunlaşmıştı. Diğer taraftan özerklik ortamı, Bask halkında bir rehavete yol açmıştı. Bu tabloya, ETA’nın bazı silahlı eylemlerine duyulan tepki de eklendi. (“Devrim vergisi” ödemeyi reddeden Bask iş-insanlarının ya da İspanyol yargı mensuplarının hedef alınması vb) Bu koşullarda ETA’yı tecrit politikası öylesine etkili oldu ki, 1980’lerin başında kitlerinin “ETA halk seninle” eylemlerinin yerini, “ETA’ya hayır, barış zamanı” eylemleri almaya başladı.

Bu tablo, dünyadaki genel durumdan bağımsız değildi kuşkusuz. IRA’nın ateşkes ve silahsızlanma kararıyla birlikte, ETA Avrupa’da silahlı mücadeleyi sürdüren tek ulusal-devrimci hareket olarak kalmıştı. O da 1989 yılında, hükümetle ilk müzakere ve “barış” görüşmelerini Cezayir’de başlattı.

ETA’nın “teslim” olmaya henüz hazır olmadığını gören hükümet, görüşmeleri hızla bitirdi. On yıl sonra, 1998 yılında yeni bir süreç başlarken, ETA’nın silah bırakmasını ön-şart koştu. Bask bölgesindeki siyasi parti, sendika ve kurumların imzaladığı, İrlanda “barış anlaşması” sürecini model alan bir süreç başlatıldı. Ancak ETA dahil olmak üzere Bask kurumları bu kadar taviz vermişken, İspanya’nın gözaltı ve tutuklama terörünü sürdürmesi, Bask’ın militan gençlerinin sokak savaşlarına yönelmesine neden oldu. 1999 yılında ateşkes ve müzakere süreci fiilen bitirildi. Fakat bir kere kırılma yaşanmış, mücadele sekteye uğramıştı.

ETA daha büyük bir kırılmayı Mart 2004’teki seçimlerden sonra yaşadı. 11 Mart 2004 günü El Kaideci çeteler Madrid’de 3 ayrı tren istasyonunda bombalı saldırı düzenlediler. Saldırılarda yaklaşık 200 kişi öldü, binlerce kişi yaralandı. Saldırının El Kaide tarafından düzenlendiği bilinmesine rağmen, hükümet saldırıdan ETA’yı sorumlu tuttu. Bu durum halkta büyük bir tepki yarattı. Saldırıdan 3 gün sonra seçimler vardı ve 8 yıldır hükümette olan Halk Partisi (PP) seçimleri kaybetti, Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) seçimleri kazandı. PSOE, seçimlerden sonra ekonomik ve siyasi yetkileri artıran yeni bir özerklik anlaşması imzaladı. Bu anlaşmanın ertesi günü ETA, ateşkes ilan etti.

Ateşkese rağmen, zaman zaman silahlı eylemler (2006 yılında Madrid Havaalanı’nda saldırı, 2008’de Legutiano’da jandarma kışlasının önünde patlama vb.) gerçekleştirdi. Ancak bunlar artık devrimci bir yükselişin değil, tükeniş öncesindeki son çırpınışların işareti gibiydi. 2010 yılında “artık demokratik yollarla mücadele edeceğini” duyurdu, 2011 yılında kalıcı ateşkes ilanı ve silah bırakma kararı geldi. Mart 2017’de tamamen silahsızlanacağını açıkladı ve silahlarının bulunduğu 8 depoyu devlete teslim etti. 2018’de ise, 60 yıllık siyasi varlığına son verdiğini açıkladı.

 

FARC, paramiliter saldırılarla zayıflatıldı

Kolombiya, hem Atlantik hem de Pasifik Okyanusu’na komşu olan, Latin Amerika’nın giriş kapısı konumundaki bir ülke. Bu nedenle ABD için büyük önem taşıyor. Kolombiya topraklarında ABD’nin 10 askeri üssü bulunuyor ve ABD tarafından Latin ülkelerine karşı “jandarma” olarak kullanılıyor.

Yoksulluk ve işsizliğin pençesinde ve ABD’nin sömürüsü altında yaşayan Kolombiya’nın en önemli üretimi uyuşturucu. Ancak basit bir uyuşturucu üreticisi olmanın ötesinde; hayatın tüm alanlarını belirleyen, üretiminden işlenmesine, ardından tüm dünyaya dağıtımına kadar uluslararası boyutları olan bir narko-devlet sözkonusu. Yanısıra bizzat devletin kendisi paramiliter bir mafya örgütlenmesi.

FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) bu ağır baskı koşulları altında doğan, tarihi 1948’e kadar uzanan bir örgüttü. Devrim ve sosyalizm hedefiyle anti-emperyalist bir mücadele yürütüyordu. 1964 yılından itibaren de gerilla savaşını başlattı. Bu savaş sırasında çoğu paramiliter güçler tarafından öldürülmüş 220 bin kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor; 45 bin kişi kayıp, 7 milyon kişi de zorla göç ettirilmiş.

“Barış” görüşmelerinin başlangıç tarihi 1990’lara dayanıyor. Söylemde “barış” varken, devletin saldırı ve katliamlarının arttığı bir dönem bu. En son 2012 yılında başlatılan  “barış görüşmeleri” 4 yıl sürdü ve Ağustos 2016’da bir anlaşma ile sonuçlandırıldı. Kolombiya devleti adına anlaşmayı imzalayan başkan Santoz’a “Nobel Barış Ödülü” de verildi. Geçmişte Filistin ve Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde “barış anlaşması” imzalandığında, ödüller iki tarafa birden verilmişti; ancak Kolombiya’da sadece devlete ödül verilmesi yeterli bulundu. Üstelik ödülü alan Santoz, FARC’a karşı yürütülen savaş sırasında, binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan eli kanlı bir katildi.

Anlaşma bir hafta sonra referanduma sunuldu; ancak referandumdan “hayır” çıktı. Amaç, FARC’ı daha da geriletmek, çok daha ağır koşullarda anlaşmaya razı etmek, tamamen diz çökertmekti. Bunu başardılar da. Her aşamada taviz veren devlet değil, FARC oldu.

Anlaşma maddelerinde, BM gözetiminde altı ay içinde FARC’ın “silahlarını gömmesi” ve tasfiye olup yasal siyasete atılması vardı. “Hakikatleri araştırma komisyonu” ve “barış mahkemeleri” kurulacak; “suçlarını” itiraf edenlere hapis yerine “toplum hizmeti” gibi cezalar verilecekti. Buna uygun davranmayan gerillalar ise 20 yıla kadar hapis cezaları ile karşı karşıya kalacaklardı. Bu demekti ki, diz çöktükleri koşulda FARC üyeleri affedilecek, devletin katiller ordusu ise aklanacaktı. Bir diğer madde, FARC’ın hakimiyetindeki bölgede, devletin “altyapı yatırımları” yapmasını içeriyordu. Bu bölgeler, başta petrol olmak üzere önemli hammadde yataklarını barındırıyordu. Anlaşma için 10 milyon dolar harcadığını söyleyen ABD, “altyapı yatırımları” adı altında, uyuşturucu ticaretini ve petrol yataklarını kontrol altına almayı hedefliyordu. Üstelik “masadaki görüşülenler kamuoyuna yansıtılmayacak” diye bir madde de eklenmişti. Yani olası bir muhalefetin yükselmesini önlemek için görüşmeler halktan gizleniyordu; çünkü halkın zarar göreceği-onaylamayacağı koşullar sözkonusuydu. Halkın en önemli talebi olan “toprak reformu” geçiştiriliyor, hatta “örgütçe el konulan toprakların sahiplerine iadesi” gibi bir madde ile fiilen kazanılmış topraklar bile gaspediliyordu.

Sonrasında süreç bu yönde ilerledi. Paramiliter şiddet, kimi zaman eskisinden daha da sertleşerek sürdü: Barış anlaşması sonrasında silah bırakmış 150’ye yakın eski gerilla ve çoğunluğu kırsal alanda olmak üzere 750 halk önderi öldürüldü, binlercesi ölüm tehdidi aldı. 82 bin 600 kişinin kayıp olduğu açıklandı. BM’nin raporuna göre, 2018-2019 yıllarının ilk 6 ayı verileri karşılaştırıldığında, sivillere yönelik saldırılarda yüzde 55 artış tespit edildi.

Paramiliter saldırıların bir sonucu da zorla yerinden edilmeler oldu. Barış görüşmelerinin sürdürüldüğü 2015 yılından 2019 ortalarına kadar, yaklaşık 8 milyon kişi yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Buna Avrupa’ya kaçan yaklaşık 1 milyon Kolombiyalı dahil değil. Zorla yerinden edilmelerin nedeni, büyük toprak sahiplerinin küçük üreticilerin topraklarına el koyması, bu alanlarda kokain üretiminin ve maden talanının yaygınlaştırılmasıydı. Zaten, “barış” sürecinin temel konularından biri olan koka üretimi alanları ve miktarında, anlaşma sonrasında ciddi bir artış olduğu da biliniyor.

Kolombiya’nın tarihi, silah bırakan örgütlerin nasıl yokedildiğinin tarihidir aynı zamanda. Ancak FARC, göz göre göre bu yoldan yürümekten geri durmadı. Ve “barış”tan bu yana geçen sürede katledilen kadrolarının yanısıra, başka büyük kayıpları da oldu. Kurdukları yasal partinin tek bir binasını bile resmi olarak açamadılar. Zorla göçettirilen milyonlarca insan nedeniyle kitle tabanlarını ve “kale”lerini kaybettiler. Girebildikleri tek seçimde yüzde 1’in altında oy aldılar. Dünyanın en büyük gerilla hareketlerinden birisi, karşılığında hiçbir şey kazanamadan tüm gücünü kaybetmiş oldu.

Kolombiyalı bir başka devrimci gerilla örgütü olan ELN, FARC barış görüşmelerini yürütürken bunu reddetmiş ve mücadeleye devam kararı almıştı. Geçen 5 yıl içinde de etki alanlarını iki katına çıkarmayı başardı. ELN’nin Venezüella topraklarında ciddi bir milis gücü bulundurduğu ve Venezüella devlet başkanı Maduro ile koordineli biçimde Kolombiyalı paramiliter güçlerle çatıştığı söyleniyor.

FARC’ın içinden bir grup da yeniden silahlanacaklarını ve mücadele edeceklerini duyurdu. Ancak mücadele “hedefi” olarak “barış görüşmelerini hayata geçirecek bir hükümet kurulması” talebini ifade etmeleri, eski radikal çizgiye dönmeyeceklerini gösteriyor. FARC’ın sol kanadının da ELN gibi Venezüella ekseninde bir mücadele yürüteceği söyleniyor. Latin Amerika ülkelerinin “solcu”larının “Bolivarcı” çizgisi, bu türden ilişkileri meşru kılıyor. Ancak dünyanın en gelişkin ve radikal gerilla örgütlerinden birisi olan FARC’ın, yasalcılığın kıskacına kapılarak eridiği gerçeğini değiştirmiyor.

 

Zapatistalar’ın uzun yürüyüşü

Zapata Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN), 1 Ocak 1994’te Meksika’nın güneyindeki en yoksul eyaleti olan Chiapas’a bağlı San Cristobal de las Casas kentinde bir ayaklanma başlattı. Bu tarih, NAFTA (Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması) adı verilen anlaşmanın yürürlüğe girdiği gündü. Ayaklanma için bu tarih özel olarak seçilmişti. Çünkü Zapatistalar, yerli halkın yaşadığı adaletsizlik ve aşağılanmanın, emperyalizme ve neo-liberalizme karşı verilen uluslararası mücadele ile bağlantılı olduğunu biliyorlardı. NAFTA, bu iki yönlü sömürüyü birden temsil ettiği için, ayaklanma bu güne denk getirilmişti. Ayaklanmanın sloganı da bunu ifade ediyordu: Ya basta! (Artık yeter!)

Zapatistalar, kendilerini emperyalizme karşı 500 yıldır süren yerli direnişinin bir parçası olarak görüyorlar. Ve 1910 yılında Meksika Devrimi’ne önderlik eden Emiliano Zapata’nın çizdiği mücadele hattını temel alıyorlar.

Emiliano Zapata, Meksika’nın ulusal kahramanıdır. Dönemin devlet başkanı Porfirio Diaz’ın diktatörlüğüne karşı, yoksul yerli halkın-köylülerin ayaklanmasını örgütlemişti. Diaz’ın devrilmesinin ardından yönetime gelen Madero hükümeti de, yerli halkı rahatlatacak bir toprak reformu yapmayı erteleyip, plantasyon sahiplerini destekleyen adımlar atınca, Zapata yeniden Kurtuluş Ordusu’nu harekete geçirdi. Ayaklanma sırasında Madero hükümeti devrilince, ayaklanma büyüdü; Pancho Villa komutanlığında yeni bir ordu daha kuruldu. Hareket bir taraftan büyürken, diğer taraftan karşı-devrimin taktikleri sonucunda bölünüyordu. Nisan 1919’da bir suikast sonucunda öldürülen Zapata’nın ardından, Kurtuluş Ordusu güç kaybetti ve tamamen dağıldı.

Zapatistalar, mirasçısı oldukları mücadele geleneği doğrultusunda, Subcomandante Marcos’un önderliğindeki bir grup gerilla tarafından 1982 yılında yeniden kuruldular. 1994 yılında başlattıkları silahlı ayaklanmada, Chiapas eyaletinin büyük bölümünü hızla kontrol altına aldılar. Ancak Meksika ordusu hareke geçti, 150’den fazla kişiyi öldürdü ve ayaklanma iki hafta içinde sona erdi; Katolik Kilisesi’nin aracı olduğu müzakereler sonucunda ateşkes anlaşması imzalandı.

Müzakerelerde, Zapatistaların bölgedeki yerliler için temel yaşam talepleri (toprak, konut, gıda, sağlık, eğitim ve iş) ve genel olarak Meksika halkı için adalet, demokrasi, özgürlük gibi talepleri vardı. Bütün Meksika’daki işçilerin ücretlerinin artırılmasını istemişlerdi. Hükümet “siz sadece yerlilerin-Mayaların taleplerini ileri sürebilirsiniz” dediğinde, bütün Meksika için eşitlik, özgürlük ve adalet taleplerini tekrarladılar.

Zapatistaların bu müzakereler sırasındaki “açıklık” tutumları, özel olarak üzerinde durmayı gerektiriyor. Bu türden “barış” görüşmeleri sırasında, masaya oturan tarafların tümü, görüşülen konularla ilgili kamuoyuna fazla açıklama yapmazlar. Üzerinde uzlaşılan en genel konular açılır; bunun dışında asıl unsurlar perde arkasında bırakılır. Zapatistalar ise, görüşmelere ilişkin her detayı, bekletmeden kitlelere açıkladılar.

Hükümet elbette söz verdiği talepleri yerine getirmedi. Ancak Zapatistalar, sonrasında hiçbir silahlı eylem gerçekleştirmediler, yeniden bir ayaklanma girişiminde bulunmadılar.

2001 yılında EZLN, hükümeti anlaşmanın uygulanmayan temel noktalarını yasalaştırmaya zorlamak amacıyla, başkente bir yürüyüş gerçekleştirdi. “Zapatur” adı verilen yürüyüşe onbinlerce Zapatista militanı katıldı; propagandif etkisi çok oldu, ancak bir sonuç alınamadı. İkinci yürüyüş, 2005 yılında “Başka Kampanya” adı ile gerçekleştirildi. 2006 yılında, seçimler öncesinde yeniden “Başka Kampanya”nın ikinci ayağı düzenlendi. Komutan Marcos’un yanında yine binlerce Zapatistalı vardı. Amaçlarını Meksika’nın 31 eyaletinin tümünü ziyaret edip halkla konuşarak örgütlenmek; seçim politikalarına alternatif sunmak; ülke çapında politika yapmak olarak açıklamışlardı. Bu seçimlerde, EZLN’nin solcu aday Obrador’u desteklememesi ve Obrador’un seçimleri kaybetmesi, dünya siyasetinde büyük tartışma yarattı. Ancak EZLN, genel olarak Küba dışında Latin Amerika’daki “sol” başkanların tümüne eleştirel bakıyor, bunların kitlelerin ihtiyaçlarına cevap olamadığını savunuyordu.

EZLN, Meksika ordusunun sürekli kuşatması ve baskısı altında olmasına rağmen, 1994 yılındaki ayaklanmadan bu yana, kendi özerk alanlarını oluşturmayı ve bunu sürdürmeyi başardı. Her yeni gelişme sonrasında bu özerk bölgelerin sayısını artırdı. Son olarak Ağustos 2019’da, Chiapas eyaletinde 11 yeni özerk bölge ilan ettiler. Bu ilanla birlikte, EZLN 43 özerk belediye ve 16 direniş merkezine sahip oldu. Sonradan Meksika Devlet Başkanı Obrador, bu özerklik ilanlarını tanıdığını açıklıyor.

Devlet başkanının siyasal kimliğinden bağımsız olarak Meksika, bir mafya devleti örgütlenmesine sahip bir ülke. ABD’li çetelerin merkezi durumunda. Bu nedenle ekonomisi oldukça kötü, nüfusun büyük çoğunluğu ağır bir yoksulluk kıskacında. Buna rağmen önemli mücadele birikimlerini içinde barındırıyor. Bu koşullarda devrimci bir önderlikten yoksun oluşu en önemli sorun.

Zapatistalar ise, bir dönem sadece yerli halka değil, genel olarak Meksika emekçilerine büyük umut vermiş bir hareketti. Üstelik Latin Amerika’daki diğer gerilla hareketleri gibi mücadeleyi bir diktatörü devirme hedefiyle sınırlandırmayan, sistemi ve emperyalizmi hedef alan devrimci çizgisiyle önemli bir fark yaratmıştı. Ancak bugün gelinen noktada silahlı mücadeleden “kitlesel siyasi baskı” noktasına çekilmiş olmaları, ciddi bir gerilemenin göstergesi.

 

Nepal’de Maoistlerin seçim zaferi

Nepal, Çin ile Hindistan arasında yer alan, siyasal olarak da bu iki ülkedeki gelişmelerden etkilenen bir ülke. Çin ve Hindistan’ın sosyalizmden etkilenmeleri süreci, Nepal’de de yankısını bulmuştu. Ülkede çok sayıda Maoist parti kuruldu. Monarşiye karşı mücadele ve 1940’lardan itibaren antiemperyalist mücadele hız kazandı.

Praçanda liderliğindeki NKP(M)-Nepal Komünist Partisi (Maoist) 1996’da krallık rejimine karşı gerilla savaşı başlatmıştı. 2001’de bir saray darbesi ile iktidara geçen ve Şubat 2005’te meclisi feshederek mutlak monarşi ilan eden Kral Gyanendra’nın baskıcı rejimi, özellikle kırsal kesimdeki halkın NKP(M)’ye desteğini artırdı, mücadele büyüdü ve birçok alanda “kurtarılmış bölgeler” kuruldu. Öyle ki, ülkenin yüzde 80’i Maoistlerin denetimine girdi; kraliyet birkaç kente sıkıştı. Yüzbinlerce kişinin katıldığı kitle gösterileri ve başkentin aylarca NKP(M) tarafından kuşatılması sonucunda, Kral geri adım atmak zorunda kaldı. Yeni bir anayasa hazırlayacak kurucu meclis için seçimler yapılması kararı alındı. NKP(M) de, tek taraflı ateşkes ilan ederek seçimlere kadar geçici hükümete katıldı. Meclis, 2006 yılında kralın yetkilerini sınırladı, 2007’de cumhuriyeti ve federalizmi ilan eden bir yasa çıkardı. 11 Nisan 2008’de gerçekleşen seçimleri, ABD’nin “terörist örgütler” listesine koyduğu NKP(M) açık ara farkla kazandı.

Aslında ABD destekli krallık rejimi, fazla sarsıntı oluşturmadan “parlamenter monarşi”ye geçmeyi planlıyordu. NKP(M)’nin seçim zaferi, hem bu planları bozdu, hem de Nepal’de Çin etkisinin artacağı düşüncesini yarattı. Bu nedenle, krallık ve NKP(M) karşı karşıya gelmekten kaçınamayacakları bir durum içine düştüler.

Bu koşullarda, 2008 seçimleri sonrasında büyük zorluklarla yeni koalisyon hükümeti kuruldu. NKP(M) genel sekreteri başbakan oldu. Ancak geçmişte Maoistlere karşı savaşmış olan genelkurmay başkanının görevden alınmaması üzerine kısa sürede istifa etti. Aynı süreçte, ülkenin güneydoğusunda özerklik talebiyle hem eski krallık rejimine hem de yeni hükümete karşı ayaklanma başladı.

Mücadele yaklaşık 10 yıl sürmüş ve resmi rakamlara göre 18 bin kişi hayatını kaybetmişti. Böyle bir mücadelenin ardından, üstelik başkent abluka altına alınmışken, NKP(M)’nin askeri bir zaferle iktidarı ele geçirmek yerine, ateşkes ilan edip, krallığı devirmeyi değil yetkilerini sınırlandırmayı esas alan ve başta ABD olmak üzere emperyalistlerle ilişki içinde olan bir yönetim içinde yer alması, önemli bir geri adımdı. 2008’de kazandıkları seçim sonrasında “çok partili demokrasiye”, “barış sürecine”, “kapitalist ekonomik sisteme” bağlı kalacaklarını açıkladılar. “Kolektifleştirme, toplumsallaştırma ve uluslaştırma gündemimizde değildir” diyerek, düzen partisi olma yönünde adımlar attılar. Dahası, burjuvaziye güvence vermek için gerillaların “sanayi alanında güvenliği sağlayacağı”, yani patronların karlarını korumak için kullanılacağı sözünü verdiler. Ve dayandığı asıl güç olan yoksul kitlelerin desteğini kaybetmeye başladılar.

Bir kere kayma başladıktan sonra, durmak da kolay değildir. “Silahlı devrim” fikrinden vazgeçildiği anda, seçimle kazandıklarını da hızla kaybetmeye başladılar. NKP(M), hiçbir partinin kendisiyle hükümet kurmak istemediği, kralın sarayı terketmeye yanaşmadığı, gerillayı ordu ile birleştirme çabasına subayların büyük tepki gösterdiği bir tablo ile karşı karşıya kaldı. Bu süreçte Maoistlerin kurtarılmış bölgelerde kurmuş oldukları halk mahkemeleri, okullar, komünler gibi yerel iktidar kurumları tasfiye edildi. 30 bin kişiye ulaşan gerilla ordusundan sadece 3 bini orduya (geçmişte gerillaya karşı savaşan subaylar tarafından çok ağır bir gözlem sürecinden geçirildikten sonra) katıldı, bir kısmı emekliye ayrıldı, bir kısmı da “BM gözetiminde eğitimden geçirilerek sivil hayata” kaydı. Devrimin kazanımları, seçim başarısına kurban edilmişti.

2008’den itibaren, hemen her yıl bir başbakan değişti; çoğu “sol” partilerdendi, hatta bir dönem devlet başkanı “feminist-komünist” olarak tanınan biri oldu. Sağ partilerin oy ve sandalye oranları ise son derece azalmıştı.

Maoistlerin bu süreçteki önemli başarısızlıklarından biri de, önayak oldukları ve uğruna silahlı mücadeleyi bıraktıkları anayasa çalışmalarını, bir türlü istedikleri şekle sokamamaları oldu. Taleplerinin büyük çoğunluğunda bir ilerleme kaydedilmedi, tersine fiilen kazanılmış bir çok hak, hukuki güvenceye kavuşturulmadığı için kaybedildi. Kurtarılmış bölgelerdeki toprak devrimi bu kayıplardan biriydi. Egemen sınıfların baskıları sonucu, el konulan topraklar yasal sahiplerine, üstelik Maoistler tarafından teslim edildi.

Maoistlerin yönetiminde Nepal halkının yaşam koşullarında iyileşme olmayınca, halka dönük vaatler yerine getirilmeyince, üstelik bir de parti kadroları hükümette yer almanın getirdiği olanaklarla yozlaşma-yolsuzluk girdabına düşünce, 2013 yılında yapılan seçimlerde NKP(M) büyük bir hezimete uğradı. 3. parti konumuna düştüler; NKP(BML)-Birleşik Marksist Leninist- ile sosyal demokratlar (Nepal Kongre Partisi), Maoistlerin kaybettikleri oyları toplayarak birinci ve ikinci sıraya yükseldiler. Kral yanlısı sağcı parti ise 4. sıraya tırmandı.

2015 yılında yeni anayasa onaylandı. Buna göre Nepal federatif cumhuriyet oldu, ülke 7 eyalete bölündü. Merkezde iki meclis, her eyalette bir meclis oluşturuldu. Anayasa azınlıkların hakları, laiklik, kadın-erkek eşitliği, insan hakları gibi konularda önemli maddeler içeriyordu, fakat özerklik talebi olan kesimlerin beklentileri karşılanmamıştı.

Maoistler, 2006 yılından itibaren parlamento içinde yer almış, 2008 sonrasında ise 6 yıl yönetimi ellerinde tutmuşlardı. Bu süreç boyunca, ülkenin krallıktan kurtulması ve önemli hakların resmileştirildiği bir anayasanın kabul edilmesi elbette önemli bir gelişmeydi. Ancak dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alan Nepal’de, gelir dağılımındaki eşitsizlik başta olmak üzere, kitlelerin temel sorunlarına çözüm getirilmedi.

2008’de seçim zaferini elde ettiklerinde, bu zaferin dünyada “uluslararası devrimci dalganın işaret fişeği” ve “21. yüzyılın komünist hareketleri için uluslararası önemde yol gösterici” olduklarını ileri sürüyorlardı. Geçen zaman içinde, “Dünyanın çatısı”nda, Çin ile Hindistan arasında sıkışmış olan bu ülkede, devrimci-Maoist çizgideki bir gerilla hareketinin reformist bir partiye evrimleşmesi süreci, bütün çarpıcılığıyla ortadaydı.

 

Sri Lanka’da Tamil Kaplanları yokedildi

Sri Lanka (eski adı Seylan) yukarıda sıraladığımız örneklerden farklı bir yol izlemesiyle dikkatleri üzerine çeken bir ülke oldu.

Sri Lanka’da bağımsızlık mücadelesi veren “Tamil Kaplanları”nın (Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları -LTTE) askeri bir müdahale ile yenilgiye uğratılması, “Sri Lanka modeli” olarak tarihe geçti; benzer sorunları yaşayan devletlere “şiddet yoluyla bastırma” seçeneğini yeniden tartıştırdı. Öyle ki, Türkiye’de “Kürt açılımı”nın konuşulduğu, generallerin bile sorunun askeri değil siyasi yolla çözüleceğini söylediği bir dönemde, şiddet yanlısı kesimlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Sri Lanka üzerinden PKK’ye gözdağı vermeye kalktılar. Zaten ömrü çok kısa olan “Kürt açılımı”, ardından “çözüm süreci” Sri Lanka’yı aratmayacak bir vahşetle sonlanacaktı. (Bu süreci daha sonra ele alacağız.)

Sri Lanka ordusu, 2009 Ocak ayından itibaren, Tamillerin bulunduğu bölgeye dönük saldırılarına hız vermişti. Mayıs 2009’da ise, öldürücü darbeyi indirmek üzere harekete geçti. Tamil Kaplanları, güçlü bir kitle desteğine sahipti. Bu yüzden öncelikle Tamil halkı hedef alındı. Bölge, 50 bin kişilik orduyla kuşatıldı. Haftalarca yoğun top ateşi ve hava saldırısına maruz kaldı; en temel uluslararası savaş kurallarının bile hiçe sayıldığı vahşi bir saldırı yürütüldü. Saldırı bittiğinde, Tamil Kaplanları’nın tüm lider kadrosu, gerillaların ezici çoğunluğu ve bölge halkıyla birlikte, yaklaşık 10 bin kişinin katledildiği korkunç bir katliam gerçekleştirildi. 21 milyon nüfuslu Sri Lanka’da 1983’te başlayan çatışmalardan itibaren, toplam 100 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor.

Hindistan’ın güneyinde bir ada ülkesi olan Sri Lanka, farklı ulusal ve dinsel topluluklara sahip. Nüfusun yüzde 70’ini Sinhaller, yüzde 20’sini Tamiller, yüzde 10’unu ise, Sri Lanka Mur’ları ve diğer etnik gruplar oluşturuyor. Egemen ulus olan Sinhaller genel olarak Budist iken, Tamillerin çoğu Hindu, küçük bir kısmı Hıristiyan, Mur’lar ise Müslüman inanca sahipler.

Sri Lanka, önce Portekiz’in, sonra Hollanda’nın, 1796’dan sonra da İngiltere’nin sömürgesi olmuş. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası, 1948’de bağımsızlığına kavuşuyor ve 1972 yılına kadar Seylan olarak anılıyor.

Sinhaller ve Tamiller, adanın en eski yerlileri. Sinhaller, adanın güney ve orta kısımlarında, Tamiller ise kuzey ve doğusunda, ayrı krallıklar altında yüzyıllarca birbirlerinden kopuk yaşamışlar. İngiliz sömürgeciliği bu iki ayrı yönetimi tek çatı altında birleştirmiş ve hakimiyeti sağlayabilmek için Tamillere sınırlı ayrıcalıklar tanımış. Adada yerleşik olan Tamiller “Seylan Tamilleri” olarak anılırken, İngiliz sömürgecilerinin çay ve kahve plantasyonlarında çalıştırmak için Hindistan’dan getirdiği Tamiller, “Hint Tamilleri” diye biliniyor. (Bu durum Tamillerin kendi içinde de ayrılık yaşamasına, dahası Sinhal egemenlerinin şovenist demagojilerine de neden oluyor.)

İngiliz sömürgeciliği döneminde kapitalizmin kısmen gelişmesiyle birlikte Sinhal ve Tamil burjuvazisi oluşuyor. İngiltere, iktidarı bu kesimler arasında paylaştırıyor ve onları temsil eden partiler aracılığıyla ülkeyi yönetiyor. 1950’lerin ortalarından itibaren Sinhal milliyetçiliği güçleniyor ve azınlıkta olan Tamilleri yönetimden uzaklaştırmakla kalmıyorlar, kamusal ve sosyal hayattan tümden dışlıyorlar. “Hindistan’dan gelmiş işgalciler” olarak niteleyip zorla Hindistan’a göndermeye kalkıyorlar. Tamillerin bulunduğu yerlere Sinhal göçmenlerini yerleştirmeye; Sinhal dilini zorunlu dil, Budizmi ise tek din haline getirmeye başlıyorlar. Yani bildik egemen ulus uygulamaları devreye sokuluyor. Tamil burjuvazisinin barışçı yöntemlerle kendini savunma çabaları ise, büyük katliamlarla karşılık buluyor. Tamil halkına karşı girişilen sistemli saldırılar, barışçıl direnişin de sonunu getiriyor. Ulusal kurtuluşun silahlı savaşımla olacağına inananlar artıyor ve bunu esas alan Tamil örgütleri kurulmaya başlıyor.

Tamil Kaplanları bunlardan biridir. Tamil Kaplanları 1977’de kuruluyor. İsmini 1983 yılında 13 askerin yaşamını yitirdiği bir eylemle dünyaya duyuruyor. Bu eylem sonrası Sinhal şovenizmi doruk noktasına çıkıyor; binlerce Tamilin öldürüldüğü, yüzbinlercesinin evini terkettiği büyük bir saldırı furyası başlıyor. Bunun ardından Tamil halkı yığınlar halinde Tamil Kaplanları’na katılıyorlar ve gerilla savaşı hız kazanıyor. Öyle ki, “Asya’nın en uzun süren gerilla hareketi” olarak tarihe geçen bir ulusal kurtuluş savaşını başlatıyorlar.

1986’da Hindistan’ın güney ucundaki Tamil Nadu eyaletinde yaşayan Tamillerin de desteğiyle Sri Lanka’nın kuzeyi ve doğusu, Tamil Kaplanları’nın denetimi altına giriyor. Bunda Hindistan’ın Sri Lanka üzerinde hegemonya oluşturma isteği de rol oynuyor. Hint egemenleri, bir yandan Tamiller’den yana görünürken, bir yandan da bunu Sinhaller üzerinde baskı kurma ve pazarlık gücünü arttırma aracına dönüştürüyor. Nitekim 1987’de Tamillere özerklik şartıyla Sri Lanka’nın bütünlüğünden yana olduğunu açıklıyorlar ve Tamil Kaplanları’nın denetimindeki bölgeye asker yığıyorlar. İki yıl süren çatışmaların ardından Sri Lanka devletinin de talebiyle Hint askerleri bölgeden çıkıyor. Ve bir kez daha Sri Lanka egemenleri ile Tamil Kaplanları karşı karşıya kalıyor. İç savaş boyutlarına varan çatışmalarda devlet güçleri ağır kayıplar veriyor. Üstelik Tamiller ellerindeki bölgeyi korudukları gibi, yeni mevziler de elde ediyor. Kısa süreli bir ateşkesler olsa da, çatışmalar 2000’lere kadar sürüyor.

ABD’de meydana gelen 11 Eylül saldırısının ardından Tamil Kaplanları, çatışmaların barışçıl bir şekilde sonlandırılmasını istiyorlar. Norveç’in arabuluculuğunda,  Şubat 2002’de yapılan bir anlaşma ile kalıca ateşkes sağlanıyor. Elbette Sri Lanka devletini masaya oturtan, Tamil Kaplanları’nın askeri başarılarıdır. Ne var ki, Tamil Kaplanları, bağımsızlık talebini geri çekiyorlar, federal bir yapıyı yeterli görüyorlar. Hükümet, anlaşma gereği Tamillere uyguladığı ambargoya son veriyor ve iki taraf tutsak değişimi yapıyor.

Fakat bu “balayı” kısa sürüyor. Tamiller konusunda egemen klikler arasında farklılıklar sözkonusu. Tamillere fazla taviz verildiğini ileri sürenler, 2005 yılında yönetime geliyorlar ve çatışmalar yeniden başlıyor.

Diğer yandan Tamil Kaplanları içinde de bir bölünme yaşanıyor. Doğu’daki Tamillerin komutanı, kendi bölgesine yeterince söz hakkı verilmediğini ileri sürerek 5 bin kişilik ordusuyla ayrılıyor. 2004 yılında gerçekleşen bu ayrılıkla birlikte kendi içinde de çatışmalı bir dönem başlıyor. Bu durum doğal olarak Tamil halkında moral bozukluğuna yol açıyor. Bunu fırsat bilen hükümet, saldırılarını yoğunlaştırıyor ve 2007 yılında adanın doğusunu ele geçiriyor.

Başta ABD olmak üzere İngiltere, Çin, Hindistan, Pakistan gibi emperyalist ve gerici devletler, Sri Lanka hükümetinin arkasında yer alıyor. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Tamil ayaklanmasının bastırılması konusunda anlaşıyorlar. Devrimci bir savaşın başarıya ulaşması, emperyalistlerin tümü açısından ürkütücü olduğundan, Tamillerin yenilmesi için kolektif bir çaba içine giriyorlar.  Ve Sri Lanka ordusu, 2 Ocak 2009’da Tamillerin başkenti Kilinoçi’yi ele geçiriyor; Mayıs 2009’da ise son darbeyi indiriyor. Tamil Kaplanları yenildiklerini ve silahları bıraktıklarını açıklıyorlar.

Sonrasında zaman zaman Tamillerin örgütlendiği ve mücadeleye başlayacağı söylense de, bu bugüne dek gerçekleşmedi. Aldıkları yenilgi gerçekten çok ağırdı. Gerillaların tamamına yakını öldürülmüş, sağ kalanlar ise hapishanelerde ağır bir baskı altında teslimiyete zorlanmıştı. Daha önemlisi, Tamil halkı pervasızca katledilmiş, sonrasında yüzbinlercesi toplama kamplarına doldurularak yıllarca kuşatma altında yaşamaya zorlanmıştı. Bu koşullar altında Tamillerin yeniden örgütlenmesi başarılamadı.

Elbette bundan sonra hiç başarılamayacağı, artık doğrulamayacağı anlamına gelmiyor. Savaşın nedenleri ortadan kalkmadığı sürece, bir yerde yeniden patlak vermesi kaçınılmaz. Öte yandan düşmanın eline geçmemiş binlerce Tamil savaşçısı olduğu söyleniyor. Ayrıca yaklaşık 30 yıllık bir savaş deneyimine ve direnerek alınan bir yenilginin yarattığı “öç alma duygusu”na sahipler. İşin bir diğer boyutu ise, devlet bütçesini askeri harcamalara akıtmış, bu yüzden ekonomisi çökmüş Sri Lanka devletine karşı, işçi ve emekçilerin tepkileridir. Önemli bir kısmı şovenizmle zehirlenmiş de olsa, ekonomik-siyasi baskılardan bunalan geniş halk kesimlerinin hoşnutsuzluğu büyüyor. Bütün mesele, ulusal kurtuluş mücadelesini de sınıfsal bir bakışaçısıyla ele alıp işçi ve emekçilerin birleşik savaşımını örgütleyebilmekte düğümleniyor.

Yazımızın başında belirttiğimiz gibi, ‘80’lerden sonraki nesnel koşullar, işçi ve emekçilerin ve bir bütün olarak devrim cephesinin aleyhine gelişti. Düz bir çizgide ilerlemese de adım adım geriye gidildi. Bu koşullarda birçok örgütün yenilgiye uğraması şaşırtıcı değildi. Elbette tek başına nesnel koşullarla açıklanamayacak, her örgütün hata ve eksiklerinin de büyük bir rol oynadığı durumlar sözkonusuydu. Sri Lanka gericiliğine karşı yıllarca başarılı bir mücadele yürütmüş olan Tamil Kaplanları için de bu geçerliydi.

En başta Tamil Kaplanları’nın ufku, Tamil halkının bağımsızlığı ile sınırlıydı. Diğer uluslardan işçi ve emekçileri de kapsayan sosyalist bir perspektife sahip değillerdi. Sinhal işçi ve emekçileriyle bağ kurmak şöyle dursun, onları tarafsızlaştırmayı bile başaramadılar. Dahası Sinhalli ve diğer etnik kökenden emekçileri hedef alan eylemler gerçekleştirdiler. Onların tepkilerini üzerlerinde topladılar. Ayrıca kendi içinde de şiddet uygulaması, en sonu ayrılan grupla yaşanan çatışmalar, Tamil halkında bile uzaklaşmalara yol açtı. 2002’de Sri Lanka devletiyle yapılan anlaşmayla kazandıklarını, sürecin tamamlandığını sandılar. Oysa emperyalistler ve işbirlikçileriyle yapılan hiçbir anlaşmanın kalıcılığı yoktu. Hele ki, 2000’li yıllarda, karşı-devrimin azgınca saldırıya geçtiği, emperyalist paylaşım savaşının başladığı bir dönemde… Nitekim tüm emperyalistler ve bölge devletleri blok halde davranıp 30 yıllık gerilla hareketini bastırdı. Tamil Kaplanları belli ki, bu değişimi farkedemedi, elde ettiği başarıların sarhoşluğuna kapıldı. Ve bunun bedelini çok ağır ödedi.

 

Gerilla hareketlerinin ufuk darlığı

1990’lar ve 2000’ler, dünya genelinde daha bir çok etkili gerilla hareketinin barış masasına oturarak eritildiğine ya da askeri olarak yokedildiğine tanıklık etti.

Bunların önemli bir kısmı ulusal kurtuluşçu hareketlerdi. Bir kısmı da gerilla savaşını temel mücadele biçimi alan örgütlerdi. Hepsinin ortak keseni ise, gerek sınıfsal gerekse siyasal olarak küçük-burjuva dünya görüşüne sahip olmalarıydı. İkinci emperyalist savaş sonrası dünyanın üçte birinin sosyalist kampa dahil olması ve sosyalizm prestijinin artmasıyla Marksizm-Leninizmden etkilenmişlerdi, programatik düzeyde bile olsa sosyalizm hedefini dillendiriyorlardı; fakat bu onların küçük-burjuva sınıfsal ve siyasal kimliklerini değiştirmedi.

Bu örgütlerin ezici çoğunluğu ikinci emperyalist savaş sonrası kurulmuştur. Özellikle de 60’lı yılların yükselen anti-emperyalist dalgasının üzerine binmişler ve oradan güç kazanmışlardır. O yıllar, aynı zamanda Asya ve Latin Amerika’da gerilla savaşının yükseldiği yıllardır. Vietnam ve Küba, ABD emperyalizmine diz çöktürmesiyle öne çıkan ve ilham alınan örnekler oldu. Bu durum, ideolojik olarak Maoculuk ve Castroculuğu dünya ölçeğinde bir akım haline getirdi. Sosyalist SSCB’de devlet kapitalizmine dönüşün başlaması, Kruşçev’in “barış içinde birarada yaşama” adı altında emperyalistlerle uzlaşma politikası, mücadeleden yana olan birçok örgütü, Çin ve Küba’ya yaklaştırdı. “Uzun süreli halk savaşı”, “kırın şehri kuşatması”, “kurtarılmış bölgeler” ya da “suni denge”, “gerilla savaşı” gibi kavramlar, en çok tartışılan ve rağbet gören kavramlar oldu. Devrim stratejileri böyle oluştu.

Elbette gerilla savaşının tarihi çok daha eskiye dayanır. 18. yüzyılın son çeyreğinde başladığını biliyoruz. İlk örneklerini, Amerikan halkının İngiltere’ye, İspanyolların Napolyon ordusuna, Fransız halkının Prusya işgaline karşı verdikleri bağımsızlık savaşlarında görüyoruz. Eğitimli, donanımlı, her tür askeri teçhizata sahip büyük ordulara karşı, sınırlı silah gücüne dayanan bir halkın ya da bir ulusun savaşı olarak öne çıkıyor; her döneme ve her ülkenin durumuna göre zenginleşerek günümüze dek ulaşıyor.

İlk çıkışında sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı biçiminde geliştiği için önderliğini burjuvazi üstleniyor, ancak savaşanlar toplumun en alt kesimleri oluyor. Bu durum süreç içinde yozlaşmasının nesnel temelini de oluşturuyor. “Çete örgütlenmesi” haline dönüşüyorlar.

Marks ve Engels, gerilla savaşının tarihsel evrimini incelemişler; bir mücadele biçimi olarak kullanılmasında sakınca görmezken, özsel bir değişime tabi tutmuşlardır. En başta sınıfsal olarak proletaryanın önderliğini ve proletaryanın çıkarlarına hizmet etmesini vurgularlar. Ayrıca gerilla savaşının tek ya da temel mücadele biçimi olarak fetişleştirilmesine karşı çıkarlar. Onu silahlı halk ayaklanmasını güçlendiren bir biçim olarak ele alır ve uygularlar.

1905 Devrimi’nin deneyimleri üzerinden Lenin, bunu şöyle ifade ediyor: “Bundan çıkarılacak sonuç; proletarya partisinin gerilla savaşını hiçbir zaman tek, hatta başlıca mücadele aracı saymaması gerektiği, bu mücadele yolunun diğerlerine bağlı olarak başlıca mücadele biçimleriyle birlikte doğru ölçüde ve uyum halinde kullanılması gerektiği, sosyalizmin öğretici ve örgütleyici etkisiyle soylulaştırılması gerektiğidir. Bu sonuncu koşul yerine getirilmezse… proletaryayı kendisinden üst ya da alt düzeydeki proleter olmayan tabakalara yaklaştırır ve onların kendi akışına bırakılmış olarak yıpranır, bozulur, soysuzlaşır.” (Partizan Savaşı, Yar Y, sf. 95, abç)

Lenin’in “sosyalizmin öğretici ve örgütleyici etkisi” ile “proletarya” vurgusu boşuna değildir. Bu sınıfsal ve siyasal perspektiften yoksun bir gerilla savaşının yıpranması, bozulması ve ensonu yokolması kaçınılmazdır.

Nitekim sözkonusu gerilla örgütleri bu zaaflarla maluldüler. Kuruldukları dönemdeki konjonktürün etkisiyle dillendirdikleri sosyalizm hedefi de, ‘90’lı yıllardan itibaren silinmeye başladı. Ufukları, ulusal kurtuluşla ya da kısmi demokratik kazanımlarla sınırlı hale geldi. Özellikle ulusal hareketler, savaşan halkın değil, kendi burjuvalarının çıkarlarını esas almaya başladılar. Bu da onları burjuva sınıfına daha fazla yaklaştırdı; emperyalizme uzlaşmaya, işbirliğine açık hale getirdi. Dünya genelinde sosyalizmin yenilmiş olması ve emperyalist-kapitalist sistemin geçici üstünlüğü, zaten proleter bir sınıfa ve ideolojiye dayanmayan bu hareketlerin sınıf işbirliği eğilimini güçlendirdi.

Bir kez bu eğik düzleme girildi mi, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin eline düşülüyor ve onların minderinin dışına çıkılamıyor. ‘90’lardan itibaren “siyasal çözüm” kulvarına girip de “barış görüşme”lerine başlayan hiçbir örgüt, bundan kurtulamadı. İyice tırpanladıkları hedeflerine bile ulaşamadılar. Ateşkesler, anlaşmalar, buza yazılmış yazı misali silinip gitti. Burjuvazi, her defasında daha fazlasını istedi; anlaşmaların altındaki imzası bile kurumadan darbe üzerine darbe indirdi. Gerileyen örgütler de bu darbeler karşısında direnemediler; ya eski yapılarını tümden tasfiye ederek ya da yenik düşerek siyaset sahnesinden çekildiler. (Benzer süreçleri yaşamakla birlikte bu “son”u paylaşmayan belki de tek örgüt PKK oldu. Bunun nedenlerini “Kürt sorunu” başlıklı raporda ele alacağız.)

Yaşanan somut örnekler de göstermiştir ki, devrim ve sosyalizm hedefinden, işçi sınıfının fiili ve ideolojik önderliğinden yoksun hiçbir hareketin (ulusal kurtuluşçu olanlar da dahil) günümüzde başarı elde etme şansı yoktur. Aslolan bu sınıfsal-siyasal duruştur. Tek başına silahlı mücadeleyi sürdürmek, o örgütü komünist ya da devrimci yapmaz. Dünün gerilla örgütlerinin bugün geldikleri nokta, bunun açık bir kanıtı olarak ortada durmaktadır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“MÜHENDİSSEN, Mühendislerin Sendikası Girişimi” ilk toplantısını gerçekleştirdi

Ağır sömürü koşulları altında çalışmaya zorlanan mühendisler, sınıf mücadelesi içinde kendi örgütleriyle yer almak için …

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …