Salgın günlerinde DEVRİMCİ FAALİYETİN ÖNEMİ

pdd-arka-logo-1

Koronavirüs salgını, bir ayı aşkın süredir tüm dünyayı kapladı. İnsanlar evlerine hapsedildi, sokaklar boşaldı. Salgın öncesinde dünyanın dört bir yanında başlayan ayaklanmalara, direnişlere, doğal olarak ara verildi. Rahatlayan hükümetler de, salgını fırsata çevirip yeni bir saldırı dalgası başlattılar. O güne dek geçiremedikleri yasaları arka arkaya geçiriyorlar. Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde benzer uygulamalar görüyoruz.

Emperyalist-kapitalist sistemin “imparatoru” ABD, bu ülkelerin başında geliyor. Bir zamanların “rüyalar ülkesi” şimdilerde kabusu yaşıyor. Her tür sosyal güvenceden yoksun insanlar, ölüme terkedilmiş durumda. Özgürlük heykeli ile ünlü NewYork, koronavirüsten en fazla ölenlerin şehri oldu. Başta sağlık olmak üzere sistemin nasıl çürüdüğü apaçık ortaya serildi.

Benzer bir durum İngiltere için de geçerli. Kapitalist sistemin doğup geliştiği ilk yer olan İngiltere, çöküşün de simgesi adeta. En fazla ölüm sayısında ABD’nin arkasından geliyor. İngiltere başbakanı Boris Johnson, salgına karşı hiç bir önlem almayacaklarını, “sürü bağışıklığı”nı uygulayacaklarını duyurmuştu. “Ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir” dedi açıktan. “Kaderin cilvesi”ne bakın ki, koronavirüse ilk yakalananlardan biri oldu.

Keza Trump, salgını küçümseyen ve önlem alınmasını durduran liderlerin başında geliyor. Her gün binlerce kişinin öldüğü bir dönemde, o seçimleri düşünüyor. Bir de virüsü kimin çıkardığı konusunda Çin’le atışıyor. Aynı biçimde Brezilya’da Bolsonaro, Macaristan’da Orban, bir yandan salgını yok sayarken, diğer yandan onu bir fırsata çevirmenin gayreti içindeler.

Elbette bu tutum, sadece faşist ve gerici liderlerle sınırlı değil. Ancak bu liderler, salgın döneminde daha açık ve kaba yöntemleriyle öne çıktılar. Dahası, salgın bahanesiyle işçi ve emekçilere dönük saldırıların başını çektiler; kırıntı düzeyindeki hakları bile gaspettiler. OHAL ilan etmek, göstermelik parlamentoyu rafa kaldırıp ülkeyi kararnamelerle yönetmek, başta emeklilik olmak üzere işçi-emekçi aleyhine yeni düzenlemeler yapmak vb…

En demokratik görünen ülkelerde bile, koronavirüs salgını ilk önce işçi ve emekçileri vurdu. Zaten krizden dolayı varolan işsizlik, salgın sonrası zirveye çıktı. Avrupa’da 9 milyon kişi daha işsiz kaldı. Demokrasinin en gelişkin sayıldığı İskandinav ülkeleri, keza İsviçre, nüfuslarına oranla en fazla vakanın görüldüğü yerler oldu.

Kısacası emperyalist-kapitalist sistemin halk düşman yüzü, salgınlıkla birlikte daha net görüldü. Ne yazık ki bugün dünyanın tümü bu sistemin içinde ve yoksul halk zor günler geçiriyor. En çok onlar ölüyor, sevdiklerini kaybediyor, daha ağır sömürü koşullarında çalışıyor, ya da işsizlik ve açlıkla baş başa bırakılıyor…

 

Zor günlerde halkın yanında olmak

Egemen sınıfların saldırılarını arttırdıkları, işçi ve emekçilerin ise ölüm ve açlıkla karşı karşıya kaldığı bu koşullarda, komünist ve devrimci önderlik hiç kuşkusuz daha önem kazandı. Egemenlerin yaptıklarını teşhir etmek, görünenlerin arkasında yatan gerçekleri ortaya sermek, işçi ve emekçileri bu yönde uyarmak ve harekete geçirmek, her zamankinden daha yaşamsal. Çünkü gerçek anlamda bir ölüm-kalım savaşı veriliyor.

Buna karşın salgınla birlikte devrimci faaliyette gözle görülür bir azalma var. Uzunca bir süredir internet yayıncılığını esas alan birçok devrimci örgüt, salgın sonrası faaliyetlerini neredeyse tamamen internetten yürütmeye başladılar. Dergiler basılıp dağıtılmıyor artık. Bildiriler çıkmıyor, afişler bile çok azaldı. Yani kitlelere doğrudan seslenen, bire bir temas kuran araçlar devre dışı bırakıldı.

Devrimci faaliyet; ajitasyon, propaganda, örgütlenme, eylem, geniş bir alanı kapsıyor. Kuşkusuz koşullara göre biçimler değişebilir, biri diğerinin önüne geçebilir. Fakat bu faaliyetlerin her biri, -özellikle de örgütlenme ve eylem- kitlelerle yüz yüze teması gerektiriyor. Günümüzde internetin giderek yaygınlaştığı bir gerçek. Bu aracın kullanılması da yanlış değil, nitekim kullanılıyor. Yanlış olan, neredeyse tek araç haline getirilmesi. (Kaldı ki, burjuva gazeteler bile hala basılıyor, salgın günlerinde dağıtılıyor.)

Diğer yandan interneti olmayan ya da  kullanamayan çok insan var. Ama daha önemlisi, yüz yüze görüşmenin, karşı karşıya konuşmanın yarattığı etkiyi sağlayamaması. Adı boş yere “sanal ortam” olmamış! Tek tek kişilere dokunmak, duygu ve düşüncelerini gözlemleyip karşılıklı alış-verişte bulunmak, “gerçek hayat”ta yanında olmak çok farklıdır ve devrimci faaliyetin temeli yine bu şekilde olmalıdır.

Bunları “genel doğru” olarak kabul edip pratikte uygulamamak, ya da korona günlerinde geçerli olmadığını düşünmek, en hafif deyimle koşullara teslim olmak, kolayı seçmektir.

Salgın başladığından beri en sık duyduğumuz kelimeler, “izolasyon”, “karantina”, “sosyal mesafe” oldu. Yani kendi kendini tecrit etmek, insanlarla teması olabilecek en aza indirmek telkin edildi. Fakat biliyoruz ki, işçi ve emekçiler büyük oranda çalışmaya devam ediyor. Onlar hergün işyerlerine giderken, bizlerin “evde kal”ması, asıl olarak internet üzerinden birşeyler yapması doğru olabilir mi? Sadece siyaseten değil, ahlaken de bu, rahatsız edici bir durumdur.

Nasıl ki bu koşullarda talebimiz; gıda, sağlık, hizmet vb. temel ihtiyaçlar dışında işyerlerinin kapatılması, (tabii işçilerin ücretlerinin tam ödenmesi koşuluyla) zorunlu çalışılan yerlerde ise, gereken sağlık tedbirlerinin alınması ise; kendi adımıza da bunu uygulamalıyız. Yani önlemlerimizi alarak, yeni biçimler bularak “olmazsa olmaz” faaliyetlerimizi sürdürmeliyiz. Salgın öncesi gibi olmayacağı açıktır. Kullandığımız biçimler değişecek, kimi sınırlamalar olacaktır. Ancak zorunlu gördüğümüz faaliyetlere devam edilecek ve kitlelere gidilecektir. Onları bu zor günlerde yalnız bırakmadığımız, bırakmayacağımız gösterilecektir.

Bunları yaparken tabi ki, bilimsel uyarıları dikkate alacağız. Hem kendimizi, hem de görüştüğümüz herkesi korumak gibi bir yükümlülüğümüz var. Maske ve eldiven takmak dahil, sağlık kurallarına uygun davranacağız. Önemli olan; her koşul altında faaliyetleri sürdürme kararlılığıyla hareket etmektir. Bu aynı zamanda işçi ve emekçilere karşı sorumluluğun, devrimci kimliğimizin bir gereğidir.

Salgın sonrası faaliyetlerimizi bu bakışaçısı ile yürütüyoruz. İlk olarak “Salgın küresel, Mücadele sınıfsal!” başlıklı, işçi ve emekçilerin acil taleplerini içeren ozalit ve afişlerimiz, başta emekçi semtler olmak üzere birçok merkezi noktaya yapıldı. Ardından dergimizin Nisan sayısını çıkardık. Matbaa sektöründe virüsün hızla yaygınlaşmış olmasından dolayı dergi bastırmak kolay değildi. Ama başarıldı. (Teknik bir aksilik olmadığı sürece de dergimizi yine aylık peryodlarla çıkarmaya devam edeceğiz.) Basılması kadar -hatta ondan daha zoru- dağıtımını gerçekleştirmekti. Halkın evlere kapatıldığı, dükkanların çoğunun açılamadığı, sokakta bulunmanın bile “suç” sayıdığı koşullarda, dağıtımın daha zor olacağı aşikardı.

Fakat dağıtımlar esnasında gördük ki, böylesi bir dönemde dergimizi çıkartıyor ve kapılarına kadar getiriyor olmamız, genel olarak memnuniyetle karşılandı. Kapısını açmamak, gelen hiçbir şeyi almamak, daha çok orta sınıflarda görülüyor. İşçi ve emekçilerin kapıları, onlara birşeyler getiren, dertlerini dinleyen devrimcilere açık. Yeter ki, komünist ve devrimciler, o evlerin kapılarını çalmaya, sorunlarını dinlemeye, çözüm üretmeye devam etsin…

Sadece dağıtım değil, örgütlenme faaliyeti de kesintisiz sürmeli. Hiçbir yoldaşımızı, ilişkimizi, dostumuzu, bu zor günde yalnız bırakamayız. Salgın günlerinin en kötü yanlarından biri, yalnızlığı ve bencilliği körüklemesidir. Buna izin veremeyiz. Bunun bir yanı, örgütsel faaliyetin devam etmesidir; diğeri ise, bulunduğumuz her yerde dayanışma ağını örmektir. Sokağa çıkamayan yaşlıların ihtiyaçlarını gidermekten, zor durumda olanlara yardım toplamaya kadar, çıkan sorunlara çözüm üretmektir. Bu yönde diğer devrimci yapılarla da ortak hareket etmeye çalışmalıyız.

Biliyoruz ki, ne devlet ne belediyeler halkın ihtiyaçlarını karşılıyor. Sözde birçok yardım sıralanıyor, hatta birbirleriyle bu alanda da kavga sürüyor; ancak gerçekte halka ya hiç ulaşmıyor, ya da çok sınırlı kalıyor. Bunları sadece teşhir etmekle yetinemeyiz; hak almanın yol ve yöntemlerini göstermeli ve kitlelerle birlikte yaşama geçirmeliyiz. Bu da faaliyetlerin ajitasyon-propaganda ile sınırlı kalmamasını, örgütlenme ve eylemle birleştirmeyi gerektiriyor.

 

1 Mayıs’ı salgına karşı mücadele günü yapalım!

Önümüz 1 Mayıs! Bu 1 Mayıs, savaşa, krize, salgına karşı mücadele günü olmalıdır. Salgın günlerinde 1 Mayıs’ı kutlamak, çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Dünyada ve ülkemizde 1 Mayıs yüzyılı aşkın süredir her koşul altında kutlandı, yine kutlanacaktır. Julis Fuçik, “Darağacından Notlar” kitabında, Alman faşizminin zindanlarında bile 1 Mayıs’ın nasıl kutlandığı anlatıyor. Bizde de 12 Eylül hücrelerinde 1 Mayıs kutlandı.

Ayrıca egemenler, milli ve dini bayramları bu koşullarda kutlamaktan vazgeçmiyor. Aksine milliyetçi-dini duyguları güçlendirmek için kullanıyor. 23 Nisan’da herkesi İstiklal Marşı söylemeye çağırıyorlar mesela. Onlar bunu yaparken, işçi ve emekçiler kendi bayramlarını kutlamaktan neden vazgeçsin?

2 Nisan günü basılan dergimizin son sayısında bu konuyu işledik ve kutlamanın hangi biçimlerde olabileceğine sıraladık. Devrimci-demokrat kesimlerle düşüncelerimizi paylaştık. Ayrıca DİSK’le de görüştük. Sonuçta Nisan ayının ortalarında 1 Mayıs görüşmeleri başlamış oldu.

1 Mayıs enternasyonal bir gün! Kutlaması da enternasyonal olmalı. Özellikle salgın günlerinde bu çok büyük bir önem taşıyor. Tüm dünyada aynı saatte aynı sloganlar atılabilir, ya da aynı anda yapılacak başka biçimler bulunabilir. Bugün tüm dünya aynı sorunla boğuşuyor. İşçi ve emekçiler, her yerde benzer koşullarda çalışıyor. Talepleri ortak. 1 Mayıs’ın kutlanış biçimi de ortak olmalı. Bu, işçi sınıfının enternasyonal bir sınıf olduğunu duyumsaması ve dünya egemenlerinin karşısına bir sınıf olarak dikilmesi bakımından çok daha anlamlı olacaktır. Her ülke kendi koşullarına göre farklı kutlamalar da yapabilir; fakat ortak kutlamanın yollarını bulmak, bugün her zamankinden daha gerekli ve mümkündür.

1 Mayıs öncesi ajitasyon-propaganda çalışmaları sürdürülmelidir. Giderek azalan pankart, afiş gibi biçimler, en azından 1 Mayıs döneminde artmalıdır. İşçi ve emekçiler arasında 1 Mayıs’a dair sözlü-yazılı propaganda yapılmalı ve salgınla birlikte ağırlaşan sömürü ve yaşam koşullarına karşı eyleme çağrılmalıdır. Çalışmaya zorlanan işçilerin üretimi durdurması, 1 Mayıs’a dair konuşmaların yapılması önemlidir.

Kısacası bu 1 Mayıs, salgın bahanesiyle egemenlerin artan saldırılarına, işçi ve emekçilerin yanıtı; mücadelenin yükselmesinde bir basamak olmalıdır. İşçi ve emekçilerin “ölüm mü, açlık mı” seçeneği ile baş başa bırakıldığı bir ortamda 1 Mayıs kutlamak, belirleyici bir öneme sahip. Virüsten ölen işçilerin sayısı hızla artıyor. “İşten kaçınma hakkı”nı kullananlara yasaklar getiriliyor. Salgın sonrası hükümetin ilk yaptığı işlerden biri, işyerlerinde sendikal faaliyeti, TİS ve grevi yasaklamak oldu. Bu cendere elbet bir yerde patlayacak! 1 Mayıs bunun işareti olmalı!

Sendikaların bu süreçte ne kadar etkisiz kaldıklarını görüyoruz. Komünist ve devrimcilerin güç kaybettiği, faaliyetlerini azalttığı her dönemde olduğu gibi, sendikalar iyice işlevsizleşiyor. 1 Mayıs’ın kutlanması dahil, salgın günlerinde işçi ve emekçilerin haklarının korunması da, komünist ve devrimcilerin varlığına, faaliyetlerinin devam etmesine bağlı. Bu gerçek ayan-beyan ortada.

 

Devrim ve sosyalizm bayrağını yükseltelim!

Tarihsel günlerden geçiyoruz. Tüm dünyayı esir alan salgın hastalıklar daha önce de yaşanmış. Bu salgın, en son 1918 yılında yaşanan İspanyol gribi ile karşılaştırılıyor mesela. Öncesinde veba, cüzzam, kolera gibi salgınlar var. Fakat bunlar yüzyılda bir görülüyor. Emperyalizm, her şeyi hızlandırdığı gibi, salgınların süresini de kısalttı. AIDS, domuz gribi, kuş gribi vb…

Koronavirüs hepsinden daha etkili ve yaygın oldu. Bunun “insan üretimi” yani “biyolojik silah” olup olmadığı tartışılıyor. Ayrıca birçok “komplo teorisi” ortaya atılıyor. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşını yaşadığımız bir dönemde bu virüsün de pekala “biyolojik silah” olarak üretilmiş olması mümkün. Ama bunun nasıl ve kimler tarafından üretildiğinden daha çok, sonuçlarıyla ilgilenmeliyiz. Aslolarak da buna karşı nasıl mücadele edeceğimiz üzerinde durmalıyız.

Kesin olan şudur; emperyalist sistemin azami kar hırsı, insanı ve doğayı yok ediyor. Bunu savaşlarda gördüğümüz gibi, deprem, sel, çığ gibi doğa olaylarında ve artan salgın hastalıklarda görebiliyoruz. Koronavirüs bitecek, başka bir hastalık başlayacak. Şimdiden koronavirüsün mutasyon geçirdiği, önümüzdeki yıllarda başka biçimlerle yeniden nüksedeceği söyleniyor. Savaş ve kriz gibi salgın hastalık da bu sistemin yarattığı ve kaçınılmaz hale getirdiği felaketlerden biri oldu.

Engels, yüzyıl öncesinden “doğa intikamını alacak” demişti. Salgın hastalıklar da, doğanın tahribatının sonuçlarından biri. Oysa doğayla barışık bir sistem mümkün. Komünizm tam da bunu öngörüyor. Azami karın, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kalkması, bu tür sorunları da ortadan kaldıracak. Proletaryanın kurtuluşu, hem insanlığın, hem de doğanın kurtuluşu olacak.

Nihai hedefi asla gözden kaybetmeden ve bunun propagandasını ihmal etmeden, somut durumda yapılması gerekenleri tespit edip yaşama geçirmeliyiz. Salgın sonrası “acil talepler” olarak sıralanan işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi, bunun başında geliyor. Keza bu zor günlerde destek ve dayanışma ağını örebilmek gerekiyor.

Bütün bunlar, salgın döneminde komünist ve devrimci faaliyetin kesintisiz sürmesine bağlı. Devrimci öncülüğe ihtiyacın arttığı bir dönemde, geriye çekilmek kabul edilemez. Eskisinden daha büyük zorluklarla karşılaştığımız ve karşılaşacağımız ortada. Ama gerçek devrimcilik zaten zor dönemlerde belli olur. Reformizmle devrimciliğin, teslimiyetle direnişçiliğin en net ayrıştığı dönemler, böylesi dönemlerdir.

Bizi biz yapan, zor dönemlerin devrimcisi olmaktır. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde faaliyetlerini kesintisiz sürdüren bir geleneğe sahibiz. Keza faşizmin saldırılarını arttırdığı ve tasfiyeciliğin kol gezdiği 2000’lerin başında, 15 Temuz darbesi sonrası OHAL ilanıyla estirilen terör altında da, ne ML görüşlerimizi savunmaktan, ne de faaliyetlerimizi sürdürmekten geri durduk. Şimdi buna salgın günleri eklendi. İdeolojik-siyasi görüşlerimizin sağlamlığından ve geleneklerimizden aldığımız güçle faaliyetlerimizi kesintisiz sürdürmeye devam edeceğiz.

İşçi ve emekçilerin “ya ölüm ya devrim” dışında bir seçeneğinin kalmadığı günlerde, devrim ve sosyalizm bayrağını daha da yükseltmek, buzkıran olmak gerekiyor.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …