Koronavirüs ve sonrası

pdd-arka-logo-1

Koronavüris salgını birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Nasıl ortaya çıktığından kimler tarafından üretildiğine, virüse karşı mücadelede en etkin yöntemin ne olacağından (karantina mı, test mi, “sürü bağışıklığı” mı) virüsten sonra nasıl bir dünyanın şekilleneceğine kadar pek çok konu tartışıldı, tartışılıyor.

Virüsün resmi olarak ortaya çıkış tarihinin Aralık 2019 olduğunu baz alırsak (gerçekte ise virüsün Eylül aylarından itibaren yayılmaya başladığı ileri sürülüyor), tartışmaların yaklaşık 5 aylık bir süreyi kapladığını söyleyebiliriz. Bilinmeyen pek çok yönü olduğunu da gözönüne aldığımızda, bu kadar kısa sürede tüm sorulara doğru ve tam yanıtlar verebilmek pek olası değil. Fakat sınıfsal bir perspektifle en azından nasıl yaklaşmak gerektiğini ortaya koyabilir ve yaratılan karmaşayı giderecek belirlemeler yapabiliriz.

Tartışma konularını üç ana başlıkta toparlayacak olursak; birincisi ve ilk tartışma konusu; koronavirüsün nasıl, ne zaman ve neden ortaya çıktığı oldu. Bu konuda “komplo teorisi” denilecek türden abartılı değerlendirmelerden, böyle bir şeyin gerçekte olmadığını söyleyenlere ya da mistik güçlere bağlayanlara kadar geniş bir yelpaze bulunuyor.

İkincisi, virüsle mücadelenin nasıl olacağı üzerineydi. En başarılı örneklerin hangi ülkede ve hangi yöntemle verildiği tartışıldı. Bir kesim karantina-sokağa çıkma yasaklarını savunurken; bir kesim de yaygın testin yapılmasını öne çıkardı. “Sürü bağışıklığı” ABD ve İngiltere tarafından açıkça savunulsa da kısa sürede geri çekildi. (Aslında Türkiye dahil birçok ülkede örtük bir şekilde uygulanıyor.) Elbette bu tartışmalarda işçi ve emekçilerin hakları, gözardı edilen bir konu oldu.

Üçüncü tartışma konusu ise, koronavirüs sonrası dünyanın nasıl şekilleneceğiydi. Kimisi, otoriter (faşist) eğilimlerin artacağını ileri sürerken; kimisi de, kamucu-devletçi bir yönelime yol açacağını savundu. Esasında her ikisi de kapitalizmin varlığını koruyacağı, sadece kendi içinde iki ayrı uca gidebileceğini varsayıyordu. Yani yeniden “sosyal devlet”e, Keynesgil ekonomiye mi dönülecekti; yoksa daha baskıcı yöntemlerle, hatta “big brother” tarzı bir gözetlemeyle neo-faşizm dönemi mi yaşanacaktı? Bu tartışmalarda “sosyalizm” bir seçenek olarak bile geçmiyordu. Ama yine en sık duyduğumuz söz; “hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı” idi.

Üç başlıkta topladığımız tartışma konularını açmaya çalışacağız. Fakat aslolarak üçüncüsü üzerinde duracağız. Gerçekten koronavirüs sonrası “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı? Yepyeni bir dünya mı şekillenecek? Bundan önceki salgınlar, yeni bir dünya yarattı mı? Bu salgının önceki salgınlardan, bu dönemin önceki dönemlerden farkı ne?

 

Koronavirüsün ortaya çıkış nedeni

Koronavirüs, resmi olarak ilk kez Çin tarafından Aralık 2019 tarihinde açıklandı. Başta ABD olmak üzere Batı emperyalistleri bu durumu, Çin aleyhtarı propagandanın malzemesi yaptılar. Koronavirüs Çin’den çıkmıştı! Kaynağı Çin’in Wuhan kentindeki hayvan pazarıydı!

Çin halkını aşağılayan biçimde onların her tür hayvanı yediklerini, virüsün de bu hayvanlardan, -özellikle de yarasadan- geçtiğini iddia ettiler. Yani virüsün müsebbibi Çin’di! Üstelik Çin, yeterince önlem almadığı için tüm dünyaya yayılmıştı! ABD Başkanı Trump, giderek artan biçimde Çin’i suçlamaya devam etti. Hatta koronavirüsü “Çin virüsü” olarak adlandırdı.

Elbette Çin de karşı atağa geçti. Çin’e ABD’li askerler tarafından getirildiğini ileri sürdü. Çin’den çok daha önce ABD’de görüldüğünü, fakat gizlendiğini söyledi. Zaten virüsün ilk olarak nerede ortaya çıktığı ve kaç kişinin öldüğü konusunda her ülke açısından ciddi şaibeler bulunuyor. (Türkiye’de de ilk resmi vaka 11 Mart’ta açıklandığı halde, bu tarihten aylar öncesinde koronavirüs semptomlarının görüldüğü pek çok hasta olduğu, bunlara “zatürre” teşhisi konulduğu biliniyor.)

Koronavirüs salgınıyla en çok karşılaştırılan “İspanyol gribi” de İspanya’da çıktığı için değil, ilk resmi açıklama İspanya tarafından yapıldığı için böyle adlandırılmıştı. İspanya’da 1918 yılının sonunda görüldüğü halde, savaş sırasında pek çok askerin bu gripten öldüğü biliniyor. Hatta Atatürk’ün de savaşta İspanyol gribine yakalandığı bu bilgiler arasında. Bolşevik önderlerden Sverdlov’un ölüm nedeni de İspanyol gribi. (1)

Dolayısıyla bu tür salgınlarda, ilk resmi açıklamanın yapıldığı yer, salgının başladığı yer anlamına gelmiyor. İlk nerede başladığı çoğu kez bilinçli bir şekilde gizleniyor. Çin’e bu argümanlarla saldırmanın çürüklüğü ve ırkçı bir karakter taşıdığı ortadadır. Ne var ki bu durum, Çin’in emperyalist bir ülke olduğu gerçeğini ve Çin’den yayılma ihtimalini ortadan kaldırmıyor. Devlet kapitalizmi altında yoğun işgücü sömürüsüyle teknolojik olarak da çok hızlı bir gelişme gösteren Çin, son 20 yılda ABD’nin en büyük rakibi haline geldi. 2000’li yılların başından itibaren yaşanan yeni hegemonya savaşı, esas olarak ABD ve Çin arasında geçiyor.

Onun içindir ki, koronavirüsün nerede-nasıl başladığı, Çin-ABD çatışmasının yeni zemini oldu. Virüsün “insan ürünü” yani “biyolojik silah” olduğunu ileri sürenler de Çin ve ABD olarak ayrıştılar. Bir kesim CIA’nin gizli laboratuvarlarında ürettiğini söylerken, bir kesim de Çin’de üretildiğini, yanlışlık sonucu dışarı çıktığını iddia etti. Ayrıca Çin tarafından ilk kez kullanılan 5G teknolojisinin virüsü doğurduğu söylendi. Zaten Çin’in teknolojik markası Huawei, son bir yıldır Çin ile ABD arasında yaşanan çekişmenin önemli bir odağı olmuştu. Çin’deki teknolojik gelişmeyi hedefe çakmak, ABD’nin işine geliyordu. Bir bütün olarak koronavirüs konusunda dikkatleri Çin’in üzerinde yoğunlaştırmak, bugün başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin en önemli uğraşlarındandır.

ABD, Çin ekonomisine darbe indirmek için elinden geleni yapıyor. Onun bugünkü aracı koronavirüstür. Tersten; Çin de ABD’yi zayıflatmak amacıyla karşı argümanlar geliştiriyor. Çin’in “savaş sanatı”ndaki ustalığı, saman altından su yürüten tutumu ve “savaşmadan kazanma” felsefesi bilinmektedir.

Buradan “biyolojik silah” meselesine geçebiliriz. “Biyolojik silah”ın tarihi çok eskilere dayanıyor. Sömürgeci devletler, rakipleriyle savaşlarda bu yöntemi çeşitli biçimlerde kullanmışlar. Emperyalizmle birlikte bilim ve teknolojinin gelişimiyle “biyolojik silah” çeşitleri de artmış ve rakip emperyalistlere karşı kullanılmış. I. ve II. emperyalist savaş döneminde olduğu gibi “soğuk savaş” olarak adlandırılan dönemde (gerçekte kapitalist kamp ile sosyalist kamp arasında süren kıyasıya savaşta), en açık haliyle Vietnam’da ABD tarafından kullanıldığı biliniyor.

Günümüzde de emperyalistler “biyolojik silah” üretiyor ve kullanıyorlar. Dolayısıyla bu olasılığı baştan kestirip atmak doğru olmaz. Ayrıca “komplo teorisi” kapsamında ele almak da yanlıştır. Çünkü “biyolojik silah” bir gerçektir, geçmişten günümüze artarak kullanıldığı tespit edilmiştir.

Kimileri, koronavirüsün tüm emperyalist ülkeleri etkisi altına aldığı, hepsine zarar verdiğinden dolayı “biyolojik silah” olamayacağını ileri sürüyor. Oysa emperyalizm, çelişkiler-paradokslar sistemidir. Ekonomik krizler ve savaşlar da hemen hepsini etkiler, ama bunu doğuran adımları atmaktan geri durmazlar. Ayrıca hepsini aynı oranda etkilemesi sözkonusu değildir; birileri bu durumu fırsata çevirir ve öne geçer. Kapitalizmin azami kar hırsı, günü kurtarmayı esas alır. Orta ya da uzun vadede kendini vuran bir silaha dönüşme ihtimaliyle ilgilenmez. Sistemin kaçınılması mümkün olmayan kuralları vardır, bu kurallar işler. Sonunda “imparatorluklar” yıkılır, ya da el değiştirir. Bu “son”u durdurma şansları yoktur.

Sistemin işleyiş tarzı böyle olunca, koronavirüsün de bir “biyolojik silah” olarak ABD veya Çin tarafından üretilmiş ve birbirine karşı kullanılmış olması mümkün görünmektedir. Sadece koronavirüs değil, son yıllarda artan salgın hastalıklar için de böyle bir ihtimal sözkonusudur. (2)

Bizim karşı çıktığımız nokta; buna odaklanıp sistemin genel özelliklerini gözardı eden, daha önemlisi yarattığı sonuçları, işçi ve emekçilerin ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarını geri plana iten yaklaşımlardır. Tartışmalar “virüs Çin’de mi Amerika’da mı üretildi”, “ABD dünyayı ele geçirmek için kaç yılında hangi planları yaptı”, “İsrail bunu zaten biliyordu” türü komplo teorilerine öylesine odaklanmaktadır ki; bugün salgın koşullarında kitlelerin ne kadar ağır bir baskı ile karşı karşıya olduğu ikinci plana düşmektedir. Virüsü bir emperyalistin mi ürettiği, yoksa doğanın intikamı olarak mı karşımıza çıktığı, bugün çözebileceğimiz bir sorun değildir. Biz bugün çözebileceğimiz güncel soruna, kitlelerin salgından etkilenmesi konusuna odaklanmalıyız, virüsün kaynağı elbette bilimsel olarak yarın ortaya çıkacaktır.

Sistemin kendi işleyişi, zaten her tür canlıyı tahrip ederek hastalık üretmektedir. Emperyalist-kapitalist sistem, ‘80’li yıllardan bu yana  -sosyalizmin basıncından da kurtulmuş olarak- insana ve doğaya açgözlüce saldırıya geçti. Genetiğiyle oynanmış GDO’lu ürünler başta olmak üzere insan sağlığına zararlı pek çok ürün ortalığı kapladı. Azami kar hırsıyla ormanları, su kaynaklarını kuruttu, bazı bitki ve hayvan türlerini yok etti. Keza savaşlarda kullanılan kimyasal ve nükleer silahlar, doğanın dengesini bozdu. Zehirli gazlarla kirlenen ve ısınan hava, iklim değişikliğini getirdi.. Hızlı kentleşme ile insanların yemek alışkanlığı değişti. vb…

Kısacası emperyalist kapitalizm, doğal yaşamı yerle bir ederek her tür hastalığın gelişmesinin zeminini oluşturdu. Koronavirüs bir “biyolojik silah” olmasa bile, -ya da bu ispatlanamasa da- sonuçta sistemin yarattığı bir hastalıktır. Üzerinde asıl durulması gereken nokta da burası olmalıdır.

Diğer yandan, “böyle bir hastalığın aslında hiç olmadığı, burjuvazinin krizini atlatmak için çıkardığı” veya “bu hastalığın on-onbeş yıl önceden hazırlandığı” türü savlar, iki ayrı uçtan aynı noktada buluşmaktadır. Her ikisi de, burjuvaziyi her şeyi önceden planlayıp yaşama geçirebilen bir sınıf; kapitalizmi de tıkır tıkır işleyen mükemmel bir sistem gibi gösteren, gerçeklikle bağı kopuk idealist yaklaşımlardır. Sözde kapitalizme karşıymış gibi görünen, aslında kapitalizm gibi çelişkilerle ve sorunlarla dolu bir sistemi ululaştırmaya hizmet eden, onu her şeye kadir ve yıkılmaz gösteren yanlışlıklarla maluldür. Ayrıca sadece sonuçlarına bakıp ona uygun teoriler üretmek (salgının burjuvazinin krizini atlatmasına yarayacağı) atı arabanın arkasına bağlamak gibi neden-sonuç ilişkisini tersyüz etmektir. Kaldı ki, burjuvazinin salgını bir fırsata çevirme isteği ve çabası ile onu başarabilmesi ayrı şeylerdir ve bu, tamamen sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır.

 

Koronavirüsle mücadele yöntemleri

Koronavirüs ortaya çıktığı andan itibaren en çok tartışılan konuların başında, ona karşı mücadele yöntemi geldi. İlk olarak Çin’in çok katı yöntemler izlediği, insanları zorla eve kapattığı üzerinden büyük bir anti-propaganda yürütüldü. Batılı emperyalistler ve bağımlı ülkeler koronavirüsü hafife aldı, Çin ve çevresiyle sınırlı kalacağını sandılar. Fakat önce İtalya’yı, ardından İspanya’yı vurunca, hafifseme yerini telaşa ve paniğe bıraktı. İtalya’dan başlamak üzere Avrupa ülkelerinde gecikerek de olsa bazı tedbirler alınmaya başlandı.

Sömürgeciliğin ve emperyalizmin “merkez”leri ABD ve İngiltere ise, -Avrupa’daki bu değişime rağmen- “sürü bağışıklığı”nı açıkça dillendirdiler. Ne var ki, koronavirüs bu ülkelerde çok hızlı yayılınca ve kitlelerden tepkiler yükselince, geri adım atmak zorunda kaldılar. Başlangıçta “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyen İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un koronavirüse yakalanıp hastaneye kaldırılması, tarihin cilvesi gibiydi. Bunun üzerine İngiltere de kimi kısıtlamalar yapılmaya başlandı. ABD ise, bu konuda adeta ikiye bölündü. Her eyalet politik görüşlerine göre farklı politikalar izlemeye başladı. Trump yanlıları koronavirüs önlemlerine karşı çıkarken, hatta hiç bir önlem almaksızın gösteriler yaparken, “Demokrat”ların ağırlıkta olduğu yerlerde önlemler arttırıldı. Fakat Trump, her fırsatta koronavirüsü hafife alan açıklamalar yapmaya devam etti ve bir an önce “normale” dönülmesini istedi.

Trump bu konuda yalnız değildi. Brezilya’da Bolsonaro, koronavirüsü hafife alan liderlerin içinde en öne çıkanı oldu. Bolsonaro, maskesiz biçimde sokaklarda dolaşıyor, insanlara sarılıyor, “bizi virüs değil, açlık öldürecek” diyen halka rağmen, işçilerin çalışmak istediğini söylüyordu. Bolsonaro’nun bu dönemki sloganı; “Brezilya duramaz”dı. Erdoğan’ın “çarklar dönecek” demesi gibi… Yani işçiler-emekçiler, ölümüne çalışmak zorundaydı!

Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban, aynı soydan geldiklerini gösteren açıklama ve uygulamalara imza attılar. “Sosyal-darvinizm” olarak da adlandırılan “güçlü olanın ayakta kalması” zayıf, güçsüz ve engelli olanın yokedilmesi, en açık haliyle Nazi Almanyası’nda görülen faşizmin en önemli ideolojik dayanaklarından biridir. Korona günlerinde açık ya da örtük “sürü bağışıklığı”nı savunan ve uygulayanlar, “sosyal-darvinizmin” günümüzdeki temsilcileridir. Bir yandan koronavirüs tehlikesini küçültmeye çalışarak kapitalistlerin karını her şeyin üzerinde tuttular, diğer yandan koronavirüsü bahane ederek varolan hak ve özgürlükleri gaspetmeye kalktılar.

Bu faşist liderler, sağlık sistemi başta olmak üzere özelleştirmenin de başını çektiler. Örneğin Bolsonaro, geçen yıl sağlık bütçesinden yaklaşık 10 milyar kesinti yapmış, hastalara tedavi için gerekli kaynakların sağlanmasını güvenceye alan bir yasayı veto etmişti. Keza doktorların belli bir süre küçük köylerde, yerlilerin yerleşim bölgelerinde çalışmasını zorunlu kılan düzenlemeye son verdi. Böylece yerli-yoksul halkı ölüme terketti. Şimdi Brezilya, Latin Amerika ülkeleri arasında en fazla vakanın ve ölümün yaşandığı ülke durumunda. Bolsonaro’nun “küçük bir grip” olarak nitelediği koronavirüsten hastaneler dolup taşıyor, toplu mezarlar açılıyor. Tabii orada da ölümler, en fazla yoksul yerliler, Afro-Brezilyalılar arasında görülüyor.

Faşist liderler, halkın sağlığını hiçe saydıklarını, kapitalistlerin karına zarar gelmemesi için her şeyi yapabileceklerini en açık ve en kaba haliyle gösterdiler. Bunda şaşılacak bir yan da yoktu. Ama bu durum, “burjuva demokrasisi” ile yönetilen ülkeleri aklama işlevi gördü. Sanki bu ülkelerde insan sağlığına önem veriliyor, koronavirüsle doğru bir şekilde mücadele ediliyormuş gibi bir hava yaratıldı. Ve sanki faşizm, kapitalizmden ayrı, farklı bir sistemmiş gibi gösterildi.

Oysa başta İskandinav ülkeleri olmak üzere sözde demokratik ülkelerde koronavirüsün nasıl yayıldığı ortada. İsveç, zaten “sürü bağışıklığı”nı açıktan savunan ülkelerden biri oldu. Diğerleri de örtük biçimde bunu uyguladılar. Keza salgının yükü yine işçi ve emekçilerin üzerine yıkıldı. Türkiye gibi bağımlı ülkelere nazaran salgınla mücadeleye çok daha büyük miktarda paralar ayırmış olabilirler. Önemli olan, onların nereye nasıl harcandığı…

Emperyalist ülkeler arasında “en başarılı” gösterilen Almanya’da bile, 600 milyar avro büyük sermaye için, 50 milyar avro ise küçük işletmeler ve esnaf için fon ayrılmış durumda. (Bu fonların asıl olarak otomobil tekellerine aktığı belirtiliyor.) “Evden çalışma”ya geçenlere, ücretlerinin yüzde 60 ile 70 arasında ödeme yapılıyor. Ayrıca sağlık sistemi de özelleştirme furyasından nasibini almış. Son 30 yılda hastanelerin üçte biri kapatılmış (2400 hastaneden 1940 hastaneye düşmüş) geri kalanların yüzde 32’si özelleştirilmiş, sağlık çalışanlarının ücretleri yüzde 28 oranında düşürülmüş. Salgını fırsata çevirme konusunda da diğer ülkelerden geri kalmıyor. Nazi Almanyası’nı çağrıştıracak şekilde polise yetkiler veriliyor. Ordunun “kamu güvenliği” adına idareyi ele alacağı yasalar hazırlanıyor. Üstelik koronavirüs sayesinde halkın onayını da alarak…

Almanya’nın öne çıkmasında (Güney Kore gibi) çok fazla test yapmasının da rolü vardı. Bir milyonu aşkın test yapmış olması, diğer ülkelerle kıyaslandığında fazlaydı tabii. Fakat bu rakamların göreceli olduğunu unutmamak gerekiyor. Hem nüfusa oranı yönüyle, hem de neden herkese test yapılmadığı yönüyle sorgulatıyor. (Kaldı ki, son günlerde Almanya’daki koronavirüs rakamlarının gerçeği yansıtmadığını, verilen rakamları 10’la çarpmak gerektiğini ileri sürenler de oldu.)

Sonuçta bir bütün olarak emperyalist-kapitalist dünyanın koronavirüs karşısında dökülen halini görüyoruz. En gelişmiş silahları, teknolojileri ile övünen emperyalist ülkelerin tüm halkı tarayacak “test kiti” yok, (ya da özel hastanelerde binlerce liraya yapılıyor) maske bile dağıtamaz durumdalar. Sağlık sistemi başta olmak üzere sistemin çürümüşlüğü gözler önüne serildi.

Bir İngiliz yazarın “Çekiç ve Dans” şeklinde formüle ettiği “koronavirüsle mücadele”nin (kimi ülkelerde katı, kimi ülkelerde esnek biçimler alması) en önemli eksikliği, bu “mücadele”nin sınıfsal içeriğini gizliyor olmasıdır. Bu makalenin burjuva-liberal kesimde rağbet görmesi de bu yüzdendir.

Kuşkusuz ülkeler arasında yöntemsel farklar oldu, oluyor. Fakat en “katı”sından en “liberal”ine hepsinin önceliği, kendi burjuvalarının ve devletlerinin çıkarlarını korumaktı. Çin’inden ABD’sine kadar bu böyledir. Yöntemsel farklara rağmen hepsinde işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha da ağırlaştı. Devletlerin baskıcı yöntemleri arttı, denetim ve gözetleme ağı gelişti. Hepsinde ölenlerin ezici çoğunluğu yoksullardı, göçmenlerdi, farklı ulusların ezilen kesimleriydi.

Çünkü hepsi emperyalist-kapitalist sistemin birer parçasıdır. Devlet ya da özel sektörün başat olması, en fazla nüans diyebileceğimiz yöntemsel farklılıklar yaratır. Sorunun özü, yani bir sistem sorunu olduğu, bunun da sınıfsal bir nitelik taşıdığı ortaya konmadıktan sonra, her türlü değerlendirme ve “çözüm” arayışı nafiledir ve kitleleri kandırmaya hizmet eder.

Bugün yaşananların sorumlusunu, bir bütün olarak kapitalist sistem değil de, birkaç açgözlü kapitalistmiş gibi gösterenler veya Trump, Johnson gibi liderlerin beceriksizliğine bağlayanlar; “çözüm” olarak “sosyal devlet” ve kamusal ekonomiyi öneriyorlar. İçinde bulunulan koşullarda bu önerilerin ne kadar yaşama geçebileceği bir yana, emperyalist-kapitalist sistem varolduğu sürece salgınların önünün alınamayacağı, ölümlerin durdurulamayacağı gerçeği de örtbas ediliyor.

Diğer yandan koronavirüsün daha baskıcı bir yönetimi getireceği, faşizmi güçlendireceğini söyleyenler de, egemenleri her isteğini yerine getirecek bir güç olarak gören, sınıf mücadelesini yok sayan kişilerdir. Kapitalizmin sağ ve sol versiyonları diyeceğimiz bu kesimlerin ufukları, bu sistemin sınırlarının dışına çıkmıyor. Sosyalizm ve sınıfsız toplum, bilinçli bir şekilde gizleniyor ya da “devlet kapitalizmi” sosyalizm olarak sunuluyor.

Türkiye’de de sosyal-demokratlardan reformist partilere, bir bütün olarak reformist kesimler, salgının görüldüğü günden bu yana ülke çapında (sonrasında “hiç olmasa İstanbul’da” diyerek) “en az 15 günlük karantina uygulanması”nı istediler, AKP’yi buradan sıkıştırdılar. Örneğin “yaygın test yapılması” talebini yeterince dillendirmediler. Daha önemlisi, 15 gün boyunca evde kalacak olan işçi ve emekçilerin ne yiyip içecekleri, yaşamlarını nasıl idame ettirecekleri ortada bırakılan bir konu oldu. Yer yer “işsizler fonunda biriken para”lar veya yandaş müteahhitlere yapılan ödemeler dile getirilse de, teşhir boyutunun ötesine gitmedi.

Zaten AKP’nin “15 günlük karantina”yı kabul etmemesinin asıl sebebi, işçi ve emekçilere ödenecek fazladan birkaç milyonun ötesinde, “çarklar dönecek” diye ifade ettikleri, kapitalist tekellerin çıkarlarına helal getirmemekti. Halkın tepkisini yatıştırmak için de “sadaka” niyetine yardım vaat ettiler. Ki onların da ne kadar yetersiz ve göstermelik olduğu ortaya çıktı.

CHP’li belediyelerle “halka yardım” konusunda yaşanan kapışma, “yardım paralarının” kimin elinde toplanacağı üzerine oldu. Her şeyi kendi tekeline almak isteyen Erdoğan yönetimi, CHP’li belediyelerin ayrı bir güç odağı olmasını istemediler. Koparılan onca yaygaradan halkın payına düşen ise, daha fazla yoksulluktu. CHP’li belediyeler de kendilerine bağlı doğalgaz ve su faturalarını indirmek veya 3 ay almamak gibi bir uygulamaya gitmediler; “askıda fatura” uygulamasıyla, yoksul faturalarını bağış kampanyalarına terkettiler. Asıl olarak ekmek-yiyecek yardımlarıyla sınırlı bir faaliyet yürüttüler. Hele ki, büyük umutlarla İstanbul Belediye Başkanlığına getirilen İmamoğlu, hükümetten yakınmak ve destek istemek dışında dişe dokunur bir şey yapmadı.

Kısacası hükümeti muhalefetiyle, faşisti liberaliyle tüm düzen savunucuları, koronavirüs günlerinde halkı açlık ve ölümle karşı karşıya bıraktılar. “Çözüm” diye sundukları şeyler, işçi ve emekçilerin çıkarına değildi. Daha önemlisi gerçek kurtuluşu perdelemeye hizmet ediyordu.

Bu konuyu önümüzdeki sayıda daha ayrıntılı ele alacağız.

Sürecek

 

 

Dipnotlar

1- İspanyol grevi, ilk olarak 1918 yılının Mart ayında Amerika’da görülüyor. Amerika’dan Avrupa’ya giden askerler bütün Avrupa’ya yayılmasına neden oluyorlar. 1918’in Eylül-Kasım aylarında zirve noktasına ulaşıyor. Türkiye dahil tüm dünyayı etkiliyor. İspanyol gribi olarak adlandırılmasının sebebi, İspanya’nın I. emperpalist savaşta yeralmamış olması ve savaş sansürü nedeniyle diğer ülkelerde salgından sözedilmezken, İspanyol basının bunu yazmasıdır.

 

2- Son dönemde kuş gribi, domuz gribi vb. isimlerle neredeyse her yıl bir salgın hastalık görülüyor. Bunların hepsinde de aktör virüsler. Bunun bir nedeni, virüslerin çok sayıda türlerinin olması ve her türün onlarca alt türünün bulunmasıdır. Ayrıca dışarıdan herhangi bir müdahalede bulunulmadan bile genetik mutasyon geçirerek tür değiştirebilmesidir. Bunlar, emperyalistlerin biyolojik silah konusunda aradığı özelliklerdir. Tür değiştirmek kolay olduğu için, daha önce hiç tanınmayan, dolayısıyla aşısı da bulunmayan yeni bir salgın başlatmak zor olmuyor. Salgını yapan virüs tespit edilene ve aşı üretilene kadar milyonlarca insan ölüyor. Ayrıca genetik müdahale son derece kolay olduğu için, virüslerin hastalık yapma gücü ve bulaşma şekli de değiştirilebiliyor. Bu güne kadar kuşlarda bulunan ama insanlara bulaşmayan H5N1 virüsü, birden insanlara bulaşmaya başlamıştı. Çünkü kuş gribiyle insan gribi birbirinden farklıydı. İki yıl sonra domuz gribi ortaya çıktı, yine bu güne kadar domuzlarda bulunan ama insana bulaşmayan H1N1 virüsü birden insanlara da bulaşmaya başladı. Ama bu sefer insandan insana da bulaşıyordu. Birbirinden farklı olan kuş gribiyle insan gribi, domuzun vücudunda bir araya gelip yeni bir tür oluşturmuş ve bu yeni tür, insandan insana da bulaşmaya başlamıştı! Ne tesadüf değil mi? Bugün karşılaştığımız Covid-19 da, daha önce görülen griplerin mutasyona uğramasıyla oluşmuş. Ötekilerden daha bulaşıcı bir özelliğe sahip. Asıl olarak da yaşlıları, kronik rahatsızlığı olanları (yani toplumda “üretme gücü” zayıflamış ya da kaybolmuş olanları) öldürüyor. Yaşlı nüfusun çokluğundan ve “yük” olmasından yakınan burjuvazi için, adeta biçilmiş kaftan!

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …