Dergi dağıtımlarının işçiler ve emekçilerle doğrudan temas etmenin en önemli araçlardan olduğu defalarca kez kanıtlanmıştır. Bırakalım normal dönemleri, en baskıcı dönemlerde bile bu olanağı kullanmak için nice bedeller ödendiğini kendi tarihimizden biliyoruz. Gözaltılar, tutuklamalar hatta ölümler pahasına, bu meşru bir kazanım olmuştur. Bir yandan politikalarımızı ulaştırmak, bir yandan temas ettiklerimizin sosyal ve psikolojik durumlarını, ihtiyaçlarını bilmek ve bunları talepler ve taktikler etrafında toparlayabilmek önemlidir. Normal dönemlerde ve kitle hareketinin yüksek olduğu zamanlarda oldukça zevkli, mutluluk vericidir, o yüzden de istekle yapılan bir faaliyet olur. Ancak baskıcı dönemlerde -sıkıyönetim, darbe vb.- ya da bugünkü gibi salgın bir hastalığın olduğu ‘anormal’ dönemlerde kitlelere ulaştırmak ve temas etmek, zor ve sıkıntılı bir iştir; fakat bir o kadar da elzemdir.
Türkiye’de Kovid-19’un resmi olarak kabul edildiği Mart ayından itibaren görülen tablo, genel olarak faaliyetin askıya alınması ya da internet ortamına çekilmesini beraberinde getirdi. Dergi baskıları durduruldu ve internet yayıncılığı başat hale geldi. Bırakalım dergi dağıtımını, gelişen her olayla ilgili sosyal medya kullanımı öne çıktı. E mitingler, e-bildiriler, e-toplantılarla, sokak ve kitle ilişkileri unutulmaya başlandı. Üstelik sokağa çıkma yasaklarında bile işçiler ve emekçiler çalışmaya gönderilirken, ‘evde kal’ denilmesine rağmen sömürü katmerlendirilirken yapıldı bu.
Virüsü kendine bir fırsat bilen burjuvazi dünyanın her tarafında siyasal, ekonomik ve sosyal saldırılarını yoğunlaştırdı. Virüsten yüzbinlerce insan ölürken, milyonlarca vaka görülürken işçiler ve emekçilere virüs bulaşmazmış gibi üretime devam ettiler, ölüme sürüklediler, sürüklemeye devam ediyorlar. Burjuvazi hiçbir mekanizmasını durdurmazken, eylemleri yasakladı, sıkıyönetimler ilan edildi, sokağa çıkma yasaklarına başvurdu. “Ekonominin çarkları dönmeli”, işçiler ve emekçilerden kesilen paralar burjuvazinin cebine akmalıydı. Fonlarda biriken paralar işçilere değil, burjuvazinin cebine pompalandı, yüklü vergi borçları silindi, krediler verildi. Burjuvazi salgın günlerini lüks evlerinde, villalarında, her türlü konfor ortamında geçirirken, işçi ve emekçilere “ya evde açlıktan ya da işte virüsten ölmek” seçeneği dayatıldı. Elektrik, su, doğalgaz, telefon faturaları toplanmaya devam edildi. İşsizlik, ücretsiz izinler arttı. Lütufmuş gibi sundukları ve patronlar için çıkardıkları “kısa çalışma ödeneği”ni dahi vermemek için süründürdüler.
* * *
Bu koşullarda devrimciler ve komünistler ne yapmalıydı? Hiçbir güvencesi olmayan işçi ve emekçiler çalışıyorken onlar evde mi kalmalıydı? Faaliyetlerini birkaç sosyal medya paylaşımına, ‘klavye devrimciliği’ derekesine mi indirgemeliydi? Ya da ikinci ve doğru bir seçenek olan, koşulları zorlayarak işçi ve emekçilere gitmeye, sorunlarını dinleyip çözüm üretmeye mi çalışmalıydı?
Salgının Türkiye’de ilk başladığı günlerde, devletten önce reformistlerin yaptığı, ne kadar sokak eylemi, salon toplantısı varsa iptal etmek oldu. Daha devlet yasaklamamışken Newroz gösterileri iptal edildi örneğin. Duyarlılık adına aslında devletin ekmeğine yağ sürülmüş de oldu böylece. Bu koşullarda -ki daha henüz salgının boyutu belli değildi- dergi dahi dağıtılmaz denilerek matbaa baskıları durdurulup internete taşındı.
Bizde ise hiçbir etkinliğimiz iptal edilmediği gibi, faaliyetlerin sonuna kadar zorlanması geçerli oldu. Mart ayının ortalarından itibaren oluşan panik ve korku havasıyla birlikte, özellikle dergi dağıtımlarımızı daha dikkatli yapmaya başladık. Maskelerimizi takarak ve ‘sosyal mesafeye’ dikkat ederek kapıları çaldık.
Mart sayımızın dağıtımına ay başında başlamıştık. Bizim açımızdan da yeni bir deneyim olacaktı. İlk etapta ‘siz bu durumda hala çalışıyor musunuz’ sorusuyla karşılaştık, ama genelinde daha çok sahiplenici bir tutum vardı. Oluşturulan panik ve tedirginlik nedeniyle tepki gösterenler bir-iki kişiyi geçmedi. Bir kısmı ise, ‘biz dışarıdan birşey almayacağız bir müddet’ dediler. Bazıları, dergi ücretini verip yardım etmek istediyse de ‘dergiyi okumanız için dağıtıyoruz, bu şekilde biz kabul edemeyiz’ dedik. Ya da ‘fabrikalarda hala insanlar çalışıyor, insanların evde kalmadığı koşullarda bizler de dışarıda olacağız’ diyerek, dergiyi getirecekleri bir poşete koymayı, bir süre dinlendirip sonrasında okunabileceğini belirttik ve ikna ettik. Mart ayının sonlarında, devletin panik ve korku havasını pompalaması ve sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte kapılarını açmayanlarda bir artış oldu. Ancak bu kısa sürdü.
Nisan ayında dergimizi daha hedefli dağıtmaya başladık. Esnafların birçoğu kapandığı için açık olanlara gittik ve bunların büyük bir kısmı dergimizi aldılar. Evlerde ise daha olumlu karşılanmaya başladık. Bu koşullarda insanların sahiplenmesini görmek, hem sevindirici oluyordu, hem de kitlelerin durumu hakkında önemli ipuçları sunuyordu. Halkın salgın sürecinde yaşadıklarını, çevrelerinde neler olup bittiğini öğrendik, işsizliğin, yoksulluğun geldiği boyutu gördük. İşten atılmalar, ücretsiz izne çıkartılmalar yaygın bir şekilde yaşanıyordu.
Kapısını çaldıklarımızla uzun sohbetler ettik, süreci daha iyi kavramaları için dergi yazılarımızdan alıntılarla konuştuk. “İyi ki geldiniz, bugünlerde hala dergi dağıtıyorsunuz” diyerek, taktirlerini ve şaşkınlıklarını ifade ediyorlardı. Biz de yukarıda da belirtiğimiz gibi “evde kal” çağrılarının sahteliğini, fabrikalarda milyonlarca işçinin ve emekçinin salgına rağmen çalıştırıldığını anlattık. Onlar da durumu zaten kendi yaşamlarından örneklerle pekiştirdiler.
Doğru dürüst kapı önlerine çıkamadıkları dönemde derginin onlara ulaşıyor olması güzel bir sürpriz de oluyordu aynı zamanda. Eve çağırıp çay ikram etmelerinden tutalım da, uzun uzun konuşmaya tutmaları, aslında paylaşmaya duydukları özlemi ortaya koyuyordu. Bunu hissetmek de güzel oluyordu açıkçası.
Sokağa çıkma yasaklarının Nisan ayında artması, bizim kitlelere ulaşma olanaklarımızı ve zamanımızı kısıtlamasına rağmen, dergi dağıtımını kesintisiz sürdürdük. Salgın koşullarında ulaşabileceğimiz azami düzeye ulaştık da. Toplamda dergi dağıtımlarımız verimli geçti. Derginin böylesi koşullarda onlara ulaştırılması, saygılarını ve sevgilerini de büyüttü diyebiliriz. Kitlelere gidildiğinde bir biçimde sahiplendiklerini görebiliyoruz. Ayrıca salgınla ilk kez karşılaşıyor olmamız ve bizden yana insanlara bir hastalık bulaşmaması için önlemleri alarak gitmemiz de takdirle karşılandı.
* * *
Koşullara göre adapte edilmiş çalışma biçimleri yaratmak elbette önemli. Hergün bir çok saçma teorinin üretildiği, kafaların burjuvazi tarafından karıştırılmaya çalışıldığı böyle bir durumda, onlara doğruyu ve olması gerekeni ulaştırabilmek, kazandırıyor. Ki, Nisan sayısı aynı zamanda 1 Mayıs’ın öncesine denk geldiği için, afiş, pankart vb. faaliyetleriyle iç içe geçti. Afiş yaparken de, dergi dağıtırken de 1 Mayıs’ın nasıl yapılacağı konusunda sorularla karşılaştık ve dergimizdeki 1 Mayıs ile ilgili yazımızda önerdiğimiz gibi “Her koşulda 1 Mayıs”ın yapılabileceğini açıkladık. Salgından sonra hayatın nasıl olacağına dair soruları ise, sohbetlerimizde kendileri de yaşamlarından görmüş oluyorlardı. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünü anlıyorlar, ama nasıl yıkılabileceği, neler yapılabileceğini konusunda bir şey söyleyemiyorlar. Orada da yol gösterici olması gereken devrimcilerdir. Devrimcilerin bugünkü zayıflığı kitleleri endişelendirse de, umudu hala sıcak tutuyorlar.
Yani birçoklarının iddia ettiği gibi ‘bu koşullarda dergi dağıtılmaz, eylem yapılmaz’ değildi. Tam tersine her koşulda işçi ve emekçilere ulaşmak mümkündü ve ulaşıldığında onları mutlu ediyordu. Ne kadar olumsuzluk yaşasalar da, kendi yaşamlarından ve tecrübelerinden kurtuluşun devrimcilerde olduğunu görüyorlar. Yeter ki yol göstermesini, kavgadan kaçmadan dövüşmesini bilelim.
Bilindik bir şeydir; iyi günde herkes iyidir, önemli olan kötü günde yanlarında olmaktır. Bunu gördüklerinde değerini de biliyorlar, sahiplenmesini de. Hem kendi korkularını yeniyorlar, hem senin daha sağlam yürümeni sağlıyorlar.
Mesele bir dergi dağıtımı ile sınırlı değil. Mesele, geleceği görebilmekte, gösterebilmekte. Hayatın her alanında olduğu gibi emek harcamadan hiçbir şey alınmıyor. Birşey yapılıp yapılmayacağını denemeden anlayamazsın! Kolaya kaçmak ya da internetten laf salatası yapmak, “kaç kez tıklandığınla” sayı hesabına girmek, halkın sorunlarını çözmüyor. Birebir temas olanağı sağlayan her şeyi denemek ve örgütlenmeye hizmet edecek araçları devreye sokmak, olmazsa olmazdır.
Dönüp son iki aylık sürece bakıldığında, internetten örgütlenen e-mitinglere katılım, internet sitelerinin takip oranlarının düşüklüğü gözlemlenebilir. Bırakalım milyonlarca tıklanma oranını, binleri bulmaları bile istisna oluyor. Ki milyonlarca tıklanma oranıyla iki kapı çalma arasındaki kazanıma baktığımızda, ikincisinin çok daha fazla olduğu ve olacağı açıktır.
Görmek isteyen açısından salgın süreci birçok şeyi gösteriyor. Darbe, sıkıyönetim vb. baskıcı dönemlerde mücadeleyi tatil etmeye hazır tasfiyeciliğin ağırlığı ortada. Bize düşen, hem kendimizi yenilemek ve donatmak, hem de kitlelerle bağlarımızı güçlendirmektir. Doğru araçları doğru biçimde kullandığımızda, bunun yapılabileceğini görüyoruz.