Korona süreci AKP-MHP blokunun saldırılarını bir üst boyuta sıçrattığı bir dönem oldu. Son olarak mecliste bir oldu-bittiyle muhalifet partilerinden üç milletvekilinin daha görevine son verdiler. MİT tırları davasından önceden tutuklanmış olan CHP milletvekili Enis Berberoğlu, KCK davasından yargılanan HDP milletvekilleri Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nun dokunulmazlıkları kaldırıldı. Bu vekillere verilen cezaların kesinleşmesi, buna “gerekçe” yapıldı.
Fakat bu saldırılara hukuki bir gerekçe aramak, oradan mahkum etmeye çalışmak, boşa kürek çekmektir. Ne yazık ki, muhalefet partileri halen aynı nakaratı yineliyorlar. “Yapılan yasalara aykırıdır”, “Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını çiğnemektir” vb. sözlerle ve yine “hukuki mücadelemizi sürdüreceğiz” teraneleriyle sözümona tepkilerini gösteriyorlar.
CHP, “demokrasi için bedel ödenecekse, ödemeye hazırız” gibi cafcaflı sözlerle, saldırılar karşısındaki sinik tutumunu kapatmaya çalışıyor. Sanki ortada bir “demokrasi” varmış gibi göstererek de rejime meşruiyet sağlamaya devam ediyor. HDP, eski eşbaşkanları dahil binlerce partilisi tutuklandığı, belediye başkanları görevden alındığı halde, saldırıları püskürtecek bir mücadele hattı kurmuyor.
Her ne kadar son saldırı üzerine tepkiler daha güçlü ifade edilse de, saldırıların boyutuna denk ve onu durduracak düzeyde değildir. Onun içindir ki, saldırıların ardı arkası kesilmiyor ve şiddeti artıyor.
Örneğin, üç milletvekilinin dokunulmazlıklarını apar-topar kaldırmakla kalmadılar, hemen evlerine baskın yaparak gözaltına aldılar ve tutukladılar. ’94 yılında Leyla Zana’ların meclis kapısından alınıp götürülmesini çağrıştıran görüntüler oluştu. Keza salgın döneminde bile HDP’li belediyelere kayyum atamaları devam etti. 31 Mart seçimlerinden bu yana, HDP”nin kazandığı 65 belediyenin 45’ine kayyum atandı, 8’i KHK gerekçesiyle gaspedildi.
Saldırılar çok yönlü
Erdoğan, koronavirüs salgınının başladığı günlerde “bunu bir fırsata çevirmeliyiz” diyerek, niyetini açıkça ilan etmişti. Öyle de yaptı. En başta işçilerin “ücretli izin hakkı”nı gaspetti, dahası günlük 49 TL’ye mahkum etti. Salgın koşullarında ölümle burun buruna çalışmaları yetmiyormuş gibi, mesai saatleri arttı, ücretler kısıldı. Şimdi de “izole üretim alanı” adı altında işçi toplama kampları yapıyorlar.
Salgında ön mevzide çarpışan sağlık emekçileri bile, alkışlar ve vaatlerle sözde taltif edildiler, ancak asıl talepleri karşılanmadı. Üstelik yeterli ekipman ve koruyucu malzemeden yoksun uzun saatler çalışmak zorunda kaldıkları için binlercesi koronavirüse yakalandı, 38 sağlıkçı yaşamını yitirdi.
Koronadan en fazla ölenlerin işçiler olması, saldırıların merkezini ve sınıfsal yönünü ortaya koyuyor. Hal böyleyken SGK genelgesiyle koronavirüsü “meslek hastalığı ve iş kazası” kapsamına almayarak, işçilerin tazminat hakkını da gaspetmeye kalkıyorlar.
Salgınla birlikte yaptıkları ilk işlerden biri de, işyerlerinde sendikal faaliyeti durdurmak olmuştu; arkasından TİS ve grev yasakları geldi. Zaten çok sınırlı olan sendikalaşma düzeyi, bu tür yasaklarla fiilen sıfırlandı.
Meslek örgütleri de saldırı altında. Salgın sürecinde en azından “Bilim Kurulu”nda yer alması gereken Türk Tabipler Birliği (TTB) devre dışı bırakıldı. Gerçekleri açıklanmasınlar diye gözdağı verdiler, baskı kurdular. Sadece TTB değil, Türk Mimar Mühendisler Odası (TMMOB) Türkiye Barolar Birliği (TBB) gibi meslek örgütleri de hedefe çakıldı. Tüm baskılarına rağmen bu birliklerin devrimci-demokrat yönetimlerini değiştirmeyi başaramadıklarını için, bölüp parçalamaya, darbelemeye çalışıyorlar. Seçimle ele geçiremedikleri her mevzide olduğu gibi, yeni yasalarla güçsüzleştirme, yandaş hale getirme çabası içindeler.
Bu çabalar, saldırı sağanağı altındaki işçi ve emekçilerin zaten sınırlı olan örgütlülüğünü de yok etmek, her tür muhalif sesin çıkmasını engellemek içindir. Olası bir kitle hareketini önlemek, yalnızlaşıp sinmelerini, boyuneğmelerini sağlamak içindir.
Bu noktada kitle ve meslek örgütlerinin dik durması, üyelerine ve geleneklerine sahip çıkması elzemdir. Saldırılar karşısında atılan her geri adım, bir mevzi kaybıdır ve arkası gelecektir. O yüzden uzlaşma, “orta yol” sözkonusu olamaz! Ya direnilecek, ya yok olunacaktır!
Demokrasicilik oyununa
son verilmelidir
Salgın süresinde yaklaşık iki ay meclis kapalıydı. Açılmasını talep eden muhaliflere, AKP’li meclis başkanı “ihtiyaç yok” demişti. Alınması gereken önlemleri, yapılması gereken düzenlemeleri, Erdoğan zaten yapıyordu! Sözde “halkın vekilleri” de ceplerine maaşlarını indirip kendilerini korumaya almalıydı!
Böyle de oldu. Haziran’ın ilk haftasında meclis açıldığında, muhalif vekilleri bir sürpriz bekliyordu. Öncesinden AKP ve MHP’li milletvekilleri uyarılmış, hepsinin meclise gelmesi sağlanmıştı. Aksi halde meclise gelen vekil sayısı parmakla sayılacak kadar az oluyordu zaten. Bu hazırlığın, üç muhalif milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırmak için olduğu çok geçmeden anlaşıldı.
Bir de bekçilerin görev ve yetkilerini genişletmek için çağrılmışlardı onları. Polisi, jandarması yetmiyordu bu devlete. AKP-MHP teşkilatlarından bir bekçi ordusu yarattılar. Önce “kolluk kuvvetlere yardımcı güç” dediler, sonra silah kullanma yetkisi de verdiler ve polisten daha geniş yetkilerle donattılar. Sokak sokak halkı denetlemeleri, en küçük bir itirazı bastırmaları gerekiyordu.
Meclise duydukları ihtiyaç buydu! Sadece salgın sürecinde değil, öncesinde de meclis, rejimin ayıbını örten bir “şal”dı aslında. “Cumhurbaşkanı hükümet sistemi” dedikleri ucube yönetim biçiminde ise buna bile gerek duyulmuyordu. Kararnamelerle, genelgelerle, hatta twitlerle ülkeyi yönetiyorlardı!
Durum buyken, muhalif partiler hala meclisin önemi, “mecliste mücadele” üzerine ahkam kesiyorlar. Kayyumlar ve dokunulmazlıklarla, seçimlerin de meclisin de bir önemi kalmamıştır. Bunlara “darbe” deyip mecliste kalmayı sürdürmek, AKP-MHP blokunun değirmenine su taşımaya devam etmektir.
Demokrasicilik oyununa artık son verilmelidir. Başta HDP olmak üzere muhalefet partileri meclisten çekilmeli, bu gerici-faşist rejime meşruiyet kazandırmaktan vazgeçmelidir.
Tarihsel deneyimlerle de sabittir ki, “faşizm bir aç kurt gibidir, tavize doymaz!” AKP’yi bu noktaya getiren de,verilen tavizler olmuştur. Artık bir adım dahi geri atılmamalı, her mevziden direniş yükseltilmelidir.