Y azımızın ilk bölümünde koronavirüs salgını ile birlikte tartışılan konuları üç başlık altında toplamıştık. Bunlardan birincisi, koronavirüsün nasıl ve nereden çıktığına dair ortaya sürülen tezlerdi. İkincisi, koronavirüse karşı alınan tedbirler ve mücadele yöntemleri konusunda oluşan görüş ayrılıklarıydı. Üçüncüsü ise, koronavirüs sonrası nasıl bir dünyanın şekilleneceği konusunda yapılan tahminler, farklı uçlardan ifade edilen öngörülerdi.
İlk iki başlığı geçen sayımızda ele almıştık. Kısaca özetlemek gerekirse; koronavirüsün nasıl çıktığına dair tartışma, onun “insan üretimi” mi (yani biyolojik silah mı) yoksa “doğal bir oluşum” mu (yani doğanın kendiliğinden yarattığı bir virüs mü) olduğu noktasında yürütülüyordu.
Sömürgeci toplumlardan itibaren biyolojik silahların savaşlarda kullanıldığına dair sayısız örnek vardır. Kapitalizmle birlikte bunun daha ince biçimlerde yapılabildiği, I. ve II. emperyalist savaş başta olmak üzere savaşlarda denendiği görülmüştür. Dolayısıyla “biyolojik silah” ihtimali yabana atılacak bir şey değildir. Hele ki, III. emperyalist savaşın yürütüldüğü bugünün koşullarında çok daha geçerlidir. Zaten karşılıklı suçlamalar da, savaşın tarafları olan ABD ve Çin arasında yaşanıyordu. Her iki güç, birbirini koronavirüsü yaratmakla ve yaymakla suçluyordu. Bütün bunları bir kenara bırakıp doğal yollardan oluştuğunu farzetsek bile, koronavirüs dahil artan salgınlar, kapitalist sistemin azami kar hırsıyla doğaya verdiği zararların, yarattığı tahribatın bir sonucudur. Dolayısıyla buna da “doğal” demek, pek olası değildir. Her halükarda koronavirüsün (tabi ki son iki yüzyıldaki hastalıkların da) müsebbibi, kapitalist-emperyalist sistemin kendisidir. Odaklanılması gereken yer de burasıdır.
Koronavirüs, dünya ölçeğinde bir salgına dönüşünce, bu kez ona karşı alınması gereken tedbirler, mücadele yöntemleri başat hale geldi. Karantina mı, test mi, sürü bağışıklığı mı tartışmaları yapılırken, her ülke kendine göre bir tarz tutturdu. Faşist yönetimler açıktan “sürü bağışıklığı”nı savunurken, kapitalist ülkelerin çoğu örtük biçimde bunu yaşama geçirdiler. Kimisinde daha fazla test, kimisinde uzun süreli karantina yapılsa da, hepsinde başta işçiler olmak üzere yoksul kesimler, göçmenler ve sahipsiz yaşlılar, ilk gözden çıkarılanlar oldu. Yani bu kesimler için her yerde tek yöntem “sürü bağışıklığı” idi. En fazla ölüm de bu kesimlerde yaşandı. Çünkü “çarklar dönmeli”, “kapitalist üretim devam etmeli”ydi! Bu noktada faşisti, gericisi, reformisti tüm düzen savunucuları birlik içindeydiler. Tek farkları, bunun daha açık ya da daha örtük yapılmasından ibaretti. Örneğin işçiler ölümüne çalıştırılırken, yasal olarak “işten kaçınma hakkı” olduğu halde, muhalefet partileri bu yönde çağrı yapmadı. Sendikalar da bu konuda etkili bir çalışma yürütmedi. Bu sadece bizde değil, tüm dünyada aşağı-yukarı böyle seyretti. Fransa gibi sendikaların güçlü olduğu yerlerde bile, işçilerin ölümüne çalıştırılmasına, eylemli bir karşı duruş olmadı.
Bu tablo koronavirüse karşı mücadelenin biçimsel değil, özsel bir farkla; yani sınıfsal bir içerikle yürütülmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Esasında koronavirüs, ilk andan itibaren varolan sınıfsal farklılığı açık biçimde gözler önüne sermişti. Bu durumda emekten yana olan tüm kesimlerin “koronavirüs küresel mücadele sınıfsal” sloganıyla karşı bir kampanya yürütmesi ve bunu eylemleriyle ortaya koyması gerekirdi. Fakat sendikalara, kitle örgütlerine çöreklenen reformist partiler ve teslimiyetçi-tasfiyeci çemberi kıramayan devrimci kesimler, buna yanaşmadılar. Dünya ölçeğinde yaklaşık 6 aydır süren dönem boyunca, -kendiliğinden yükselen kimi direnişler dışında- koronavirüse karşı sınıfsal, güçlü bir mücadele yürütülemedi.
Bugün artık hemen hemen tüm ülkelerde “yeni normal” dedikleri bir düzene geçiliyor. Zenginlerin “korunaklı” biçimde tatil yapabilecekleri, işçi ve emekçilerin ise, eskisinden daha az ücretle daha çok çalışacakları ya da işsizlik ve açlık girdabında can çekişecekleri “yeni normal” ne kadar sürecek? Koronavirüs sonrası için yapılan öngörülerden hangisi gerçekleşecek? Faşist yönetimler altında daha fazla baskı ve denetim ve daha ağır çalışma koşulları mı; yoksa kıran kırana sürecek bir mücadele ile hak ve özgürlüklerin genişleyeceği, devrimlerin patlak vereceği yeni bir ayaklanma-isyan dalgası ile sosyalizme yönelen bir dünya mı?
Koronavirüsün yarattığı sonuçlar ve bundan sonrasına dair olası gelişmeleri bu bölümde ele alacağız. İlkin koronavirüsün sonuçları üzerinde duralım. Bir başka ifadeyle salgınla birlikte daha görünür bir hal alan, derinleşen sorunları ortaya koyalım.
Sağlık sistemi çöktü
Herhalde birinci sıraya yazılması gereken; kapitalist sağlık sisteminin ne denli rezil durumda olduğunun herkes tarafından görülmesi, artık bunun teslim edilmesidir. Parası olanın sağlık hizmetleri alabildiği, olmayanın ise ölüme terk edildiği, başta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist ülkelerde apaçık ortaya çıkmıştır. Öyle ki, ABD’de de sağlık çalışanlarının içinde bile 1 milyon kişinin sağlık sigortası yoktur.
Virüsten en çok ölümlerin “en gelişkin” emperyalist ülkelerde olması, bu durumu çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Dünyadaki toplam ölümlerin yüzde 87’si ABD ve Avrupa’da yaşanmıştır.
Kapitalizmde sağlık dahil her alana azami kara göre yatırım yapıldığından bu tabloya şaşmamak gerekiyor. Burjuvazi için esas olan azami karıdır, yani sınıfsal çıkarlarıdır. Bir de sosyalist sistemin basıncından kurtulduğu, genel olarak komünist ve devrimci örgütlerin zayıfladığı ‘80’lerin sonundan itibaren gemi azıya alan özelleştirme furyası, elde edilen kazanımları da yoketmiştir. Bunların başında sağlık gelmektedir.
Hemen belirtelim; koronavirüsle birlikte daha fazla açığa çıkan kapitalist sistemin çürümüşlüğünü, “neo-liberalizm”e bağlamak, yaşanan her şeyi “neo-liberalizm”le açıklamak doğru değildir. Neo-liberalizm (özelleştirme-taşeronlaştırma, esnek çalışma saldırılarıyla) sömürü ve soygun düzenini daha çekilmez kılan, varolan sorunları depreştiren bir rol oynamıştır kuşkusuz. Ancak kapitalizmin son 30 yılını kapsayan bu dönemini lanetleyip sistemin bütününü gözlerden saklamaya çalışmak, onu aklamak olur. Zaten bugüne dek kapitalizmi karşılarına almaktan kaçınanlar, “neo-liberalizm”i hedefe çakmışlardır. Yani sorun kapitalist-emperyalist sistemde değil de, onun bir türevinde, bir yönteminde, uygulanış biçimindeymiş gibi göstermişlerdir. Koronavirüsle birlikte bunu daha sık ve daha geniş kesimlerden duyar olduk. Sistem her yönden dökülmeye başlayınca, bu koruya katılanlar çoğaldı. Sanki “neo-liberalizm” öncesi kapitalizmin yarattığı hiçbir sorun yokmuş, işçi ve emekçiler gayet iyi besleniyorlar, hastalandıklarında hemen sağlık hizmetleri alabiliyorlar, eşit, özgür ve mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış gibi!
Bu kesimlerin çözüm olarak önerdikleri en ileri şey de “kamucu yöntemlere dönülmesi” oluyor. Neo-liberalizme karşı devlet kapitalizmi!
Oysa kapitalizm 17. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış, 19. yüzyılın sonlarında ise emperyalizm aşamasına geçmiştir. En gelişmiş kapitalist ülkeler olan İngiltere, ABD, Fransa’da halk, salgın hastalıklardan ölmekte, sağlıksız koşullarda yaşamaktadır.
Yani “neo-liberalizm” yokken de kapitalizmin sağlık sistemi kar amaçlıdır. Ne kadar çok hastalık ürer ve yayılırsa, başta ilaç sektörü olmak üzere sağlık alanına yatırım yapan tekeller o kadar çok kar elde ederler. Son yıllarda başta kanser olmak üzere hastalıkların yayılması, hatta geçmişte kalan hastalıkların yeniden nüksetmesi tesadüf müdür? Hastalığı iyileştirmeye değil uzatmaya ve ölene dek ilaçla yaşatmaya endeksli bir sağlık sistemi boşuna mı kurulmuştur? Binlerce yatak kapasiteli “şehir hastaneleri”nde devlet “hasta güvencesi” vermekte, aksi halde zararı hazineden karşılamaktadır. Sağlık sektörüne yatırım yapan tekellerle devlet el ele halkın sağlığıyla oynamaktadırlar. Örneğin Türkiye’de Şehir Hastaneleri kirasına verilecek 5 milyarla birçok önleyici sağlık tedbirleri alınabilir ve halk hastalıklardan korunabilir.
Koronavirüsten insanlar sapır sapır ölürken bile, ilaç reklamları yapmaya devam ettiler; hem de devlet başkanları ya da yetkili kişi ve kurumlar aracılığıyla… Üç kuruşa mal edilen maske ve eldiveni dahi parasız dağıt(a)madılar, yaygın test yap(a)madılar. Özel hastaneler koronavirüs şüphesiyle gelenlerden bir test için binlerce lira istedi. Parası olanlar test kitlerini paket paket alırken ve sıkça test yapma imkanına sahipken, parası olmayanlar kamuya ait hastanelerin kapılarında kuyruklara girmek zorunda kaldı. Bir çoğu da hastalık belirtisi göstermelerine rağmen ne test yaptırabildi, ne de tedavi olabildi.
“Önleyici sağlık hizmetleri” ve “parasız sağlık” yani herkesin sağlık hizmetlerine rahatlıkla ulaşabilmesi, 1917 Ekim Devrimi’yle kurulan sosyalist Sovyetler Birliği ile gündeme gelmiştir. Devrimden hemen sonra bir yandan iç savaş, diğer yandan açlık ve hastalıkla boğuşan Sovyet yönetiminin yaptığı ilk işlerden biri, sağlık sistemini değiştirmek oldu. 1919 yılında “acil görevler” kapsamında şu kararlar alınıyor: “Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önleyici tedbirler alınması, bilimsel ve hijyenik ilkelere uygun şekilde halkın beslenmesinin sağlanması, erişilebilir, özgür ve kaliteli bir tedavi ve ilaç tedariki…” SSCB’de bunlar yaşama geçirilirken, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir uygulama yoktur.
Bugün de sağlık konusunda en ileri ülkeler, halkçı yönetimlerin olduğu yerlerdir. Bunların başında Küba geliyor. Küba’da devrim sonrası özel sağlık kurumları kamulaştırıldı, “önleyici sağlık hizmetleri”ne geçildi. Bu, herkesin temiz suya, sağlıklı gıdaya ulaşması, beslenmeye bağlı hastalıkların en aza indirilmesi, en küçük birimde (köyünde, mahallesinde) sağlık hizmetlerine ulaşabilmesi demekti. Böylece hastalık ve ona bağlı olarak ilaç tüketimi de oldukça azaldı. Zaten ilaç sektörü devlete aitti ve kar amacı gütmüyordu.
Sadece sağlık alanında yaşananlar bile, sınıfsal farklılıkları olanca çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Aynı zamanda özelleştirmeci faşist yönetimlerle, halkçı-devletçi yönetimler arasındaki farkı, daha fazla gün yüzüne çıkarıyor. Vaka sayısı ve ölüm oranıyla ABD, İngiltere, Brezilya gibi ülkeler başı çekerken, halkçı yönetimlerin olduğu Küba, Venezüella gibi ülkelerde bu oranlar oldukça düşüktür.
Küba,kendi ülkesinde hastalıkları en aza indirirken, 55 ülkeye doktor, ilaç vb. tıbbi yardım gönderdi. Bunların başında Venezüella gibi halkçı yönetimlerin işbaşında olduğu ülkeler vardı. 2000’lerin başından itibaren “önleyici sağlık sistemi”ne ağırlık veren Venezüella, şu anda Latin Amerika’nın en korunaklı ülkesi durumunda. Yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen Venezüella’nın salgın döneminde öne çıkması, -Küba’nın da desteğiyle- sağlık alanında katettiği mesafeden dolayıdır. Halen nasıl bir yönetimin şekilleneceği belirsizliklerle dolu Rojava’da bile, koronavirüse karşı mücadele başarıyla yürütülebildi. Sınırlarını erken kapatması, şehir meclisleri ve mahalle komünleri ile halkı doğru bilgilendirip ihtiyaçlarını karşılaması, bu süreci rahat atlatmasını sağladı.
Kaldı ki, bu yönetimlerin hiç birisi sosyalist değildir. Ne yazık ki, günümüzde sosyalist bir ülke ve onun yarattığı somut örnekler bulunmuyor. Böyle olunca, halkçı yönetimler bile vahşi kapitalizm koşullarında yıldız gibi parlıyorlar. Diğer yandan sosyalist Sovyetler Birliği’nin 40 yıl gibi kısa bir sürede (bu sürenin çoğu savaşlarla geçtiği halde) başta sağlık olmak üzere pekçok alanda neleri başardığı ortadadır. Onlara henüz ulaşan hiçbir ülke yoktur.
Sosyalizmin bir alternatif olarak ortaya çıkması ve içte verilen mücadeleyle kapitalist ülkelerde de belirli haklar elde edilebildi. Bugün kapitalist ülkelerde kimi olumlu yönler varsa (Türkiye’de yaygın sosyal güvencenin olması gibi) bu sayededir.
Koronavirüs salgınıyla birlikte kapitalizm ile sosyalizm arasındaki fark, çok daha net görülmeye başlandı. En hafifinden insanlığın ve doğanın kurtuluşu için emperyalist-kapitalist sistemden kurtulmak gerektiği, geniş kesimler tarafından ifade edilir oldu. “Kamuculuk” istemi, özellikle sağlık alanında öne çıktı. Bütün bunların en ileri haliyle sosyalizmde yaşam bulacağı ise, tartışmasız bir gerçektir.
Kriz derinleşti
Emperyalist-kapitalist sistem uzun süredir ekonomik kriz başta olmak üzere çok yönlü bir krizi yaşıyordu. Koronavirüs salgını bu krizi daha da derinleştirdi. Bunu en açık haliyle sistemin “imparatoru” ABD’de görüyoruz. ABD’den başlayıp tüm dünyayı saran kriz, başta işsizlik ve servet uçurumu olmak üzere varolan sorunları katlayarak büyütüyor.
İlkin ABD’ye bakacak olursak; salgının ortaya çıkmasından sonraki iki aylık dönemde işsizlik ödeneğine başvuranların sayısı 33 milyona ulaşmış. Bunlara salgın öncesindeki 7 milyon işsiz de eklendiğinde, toplam işsiz sayısı 40 milyonu buluyor. Bu da işsizlik oranını yüzde 24.9’a yükseltiyor. “Büyük buhran” olarak geçen 1929-39 yılları arasında yaşanan bunalımda, işsizliğin zirve yaptığı oran yüzde 25.6’dır; rakamsal olarak 50 milyon civarındadır. Yani o günlere ramak kalmıştır. Kaldı ki bu işsizlik oranları, iş aramaktan vazgeçmiş olanları, tam günlük işini kaybederek yarım günlük ve daha düşük ücretli işlere geçenleri kapsamıyor. Bunlarla birlikte düşünüldüğünde, ABD’deki işsizliğin ’29 bunalımını aştığı görülüyor. (*)
Burjuva kurumlar ve ekonomistler de, koronavirüsle birlikte derinleşen krizi “büyük buhran”la kıyaslıyorlar. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun tahmini, salgın yeni dalgalarla iki yıla yayılırsa, krizin boyutunun 1929 bunalımını çok aşacağı yönünde. Sadece işsizlikte değil, diğer verilerde de ’29 bunalımını aştığı veya aşacağı görülüyor. Amerikalıların yüzde 43’ünün ya gelirini kaybettiği ya da gelirinde azalma olduğu söyleniyor. 2017 yılında 40 milyon Amerikalı yoksulluk ve açlıkla mücadele ederken, salgın sonrası bu sayı 54 milyona çıktı. Bunun 18 milyonu ise çocuk!
Krizin derinleşmesini gösteren bu veriler, sadece ABD ile sınırlı değil elbette. Avrupa ülkelerinde salgın sonrası işsiz kalanlar 9 milyona ulaştı. Dünya ölçeğinde ise, 305 milyon tam zamanlı çalışanın işsiz kalacağı bekleniyor.
Diğer yandan ILO’ ya göre dünyadaki istihdamın yüzde 61,2’si kayıt dışıdır. Buralarda çalışan işçilerin çok büyük bir kısmı, “işsizlik fonu” dahil, devletin “yardım paketleri”nden de yararlanamıyorlar. Bu nedenle kriz dönemlerinde bu işçiler tamamıyla korumasız kalıyor ve açlığa terkediliyor.
Açlık tehlikesi tüm dünyada artıyor. Birleşmiş Milletler’in 2020’nin ikinci yarısını kapsayan “Dünya Ekonomik Durumu ve Beklentiler Raporu”nda, salgının yol açtığı ekonomik daralma nedeniyle, sadece bu yıl 34,3 milyon kişinin “mutlak yoksulluk” sınırının altına düşeceği tahmin ediliyor. 2020 sonuna kadar ise, 130 milyon kişinin daha açlık sınırının eşiğine gelebileceği belirtiliyor ve bir “açlık salgını”na dikkat çekiliyor. Ayrıca acil önlemler alınmazsa açlıktan günde 300 bin insanın öleceği söyleniyor.
Yoksul halkın büyük oranda kırımı sözkonusudur. İnsanlığın adım adım uçuruma itildiği, karanlık bir döneme girilmektedir. En temel hak olan “çalışma hakkı”nın ortadan kalkmasıyla kitlesel açlık kapıdadır.
Ama her zaman olduğu gibi krizi fırsata çevirenler de var! Halk ölümle pençeleşirken, emperyalist tekeller karlarını arttırıyor mesela. İnsanlığın mahvoluşunu bile kara havale etmenin yollarını buluyorlar. Ve bu sistemin ne kadar insanlık dışı olduğunu bir kez daha resmediyorlar.
Örneğin ABD’de sadece salgın döneminde 33 milyon kişi işsiz kalmışken, aynı dönemde Amerikan milyarderlerinin net servetleri yüzde 10 (yani 282 milyar dolar) artmış. Bu kişilerin servetlerin yaklaşık 3.3 trilyon dolara ulaştığı belirtiliyor. Dünya ölçeğinde ise, salgın boyunca Netflix ve Amazon şirketlerinin zenginliklerini arttırdığı, devletlerin “evde kal” stratejisinin bazı sermaye gruplarına yaradığı ortaya çıkmış durumda. Netflix bu yılın ilk üç ayında, geçen yılın aynı dönemine göre karını iki kat arttırarak, 799 milyon dolar kâr elde etmiş. Amazon şirketinin kurucusu Jeff Bezos’un serveti ise, şirketinin borsa değerinin yüzde 5 artmasından dolayı 25 milyar dolar daha artmış. (Türkiye’de de iki aylık salgın sürecinde milyonerlerin sayısının yüzde 33 artarak 266 bin 844 kişiye yükseldiği tespit edilmiş.)
Servet uçurumu, salgın öncesinde bile korkutucu boyutlardaydı. Burjuva kurumlar dahi, bunun yaratacağı vahim sonuçlara dikkat çekiyor, egemenleri uyarıyorlardı. Örneğin yüzde 1’lik kısım, dünyadaki servetin yaklaşık yarısını elinde tutarken, bu serveti yaratan milyonlar hastalık ve açlıkla pençeleşiyordu. Salgın sonrası bu uçurum daha da derinleşti.
Tabi ki, bu süreçte zarar eden, hatta iflasa uğrayan işletmeler de bulunuyor. Zaten sistem, büyüklerin daha da büyümesi, küçük ve orta kesimlerin ise giderek fakirleşmesi üzerine oturmuştur. ILO’nun verileri de bu gerçeği teyit ediyor. ILO, işveren ve kendi hesabına çalışanlardan oluşan 436 milyon işyerinin (dünyadaki toplam işyerlerinin yüzde 68’i) kapanma riskiyle karşı karşıya olduğunu belirtti. Bunların yarısından fazlası (232 milyon işyeri) toptan ve parkende ticaretiyle uğraşan işkollarından oluşuyor. Bu tür işyerlerinde çalışanların sayısı ise, 2,7 milyar kişidir. Neredeyse dünya nüfusunun yarısı!
Salgın sonrası nasıl bir dehşet tablosu ile karşı karşıya kalınacağı verilerle ortada. Bırakalım tek tek kişileri ve şirketleri, devletlerin bile iflası gündemdedir. Çünkü dünyadaki toplam borçlar, toplam gelirin 3 katından fazladır. Uluslararası Para Fonu (IMF) bile bu borçların ödenemeyeceğini söylüyor. Çözüm olarak “yeni bir Marshall Planı”nı öneriyorlar. Fakat bugün, bu planın uygulandığı ikinci emperyalist savaş sonrası dünyadan çok farklı koşullar sözkonusudur. ABD o dönemde Marshall Planı ile Türkiye dahil birçok ülkeyi kendine bağımlı kılmışken, şimdi krizi en şiddetli yaşayan devletlerin başında geliyor.
Bugün artık ABD ile birlikte emperyalizmin ekonomik-siyasi kurumları da çatırdamakta, işe yaramaz hale gelmektedir. En başta Birleşmiş Milletler’in (BM) salgın dönemindeki etkisizliği, yeni dönemde bu kurumların değişmesi gerektiği yönünde oluşan düşünceleri kuvvetlendirmiştir. Esasında 2000’li yıllardan itibaren ivme bu yöndedir. Irak işgali sırasında ABD Başkanı Bush, işgale karşı çıkan AB’ye ve BM kararlarına açıkça meydan okumuştu. “AB mi kaldı, alın işte üçe böldüm. 21. yüzyılda Birleşmiş Milletler gerekli mi değil mi ona bakıyorum” sözleri hatırlardadır. Şimdi Trump, salgından dolayı Dünya Sağlık Örgütü’nü suçluyor ve bu örgütten çekildiklerini açıklıyor.
Yeniden ekonomik verilere dönersek; IMF’ye göre “küresel ekonomik büyüme” son 10 yılın en alt seviyesine düşecek. (Dünya ekonomisinin büyümesini yüzde 3,2 olarak tahmin ediyorlar.) Bu da işsizliğin ve sınıfsal kutuplaşmanın daha da artması demektir. Elbette bu durum, büyük işçi direnişlerini, halk ayaklanmalarını yaratacaktır. Nitekim ilk olarak Lübnan’da görülen salgın sonrası kitlesel eylemler, şimdilerde ABD’nin geneline yayılan bir halk ayaklanmasına dönüştü. Keza başta Fransa olmak üzere Avrupa’ya yayılan bir direniş dalgası var.
Krizin çözümü de, “yeni Marshall Planı” ile değil, bu ayaklanmalar sonucu oluşacak konjonktürde ortaya çıkacaktır. Kesin çözüm ise, halk ayaklanmalarının devrim ve sosyalizmle taçlanmasıyla olacaktır.
Çin öne çıktı
2000’li yılların başında ABD’nin “önleyici savaş konsepti” adıyla yeni bir emperyalist savaşı başlatması, büyümekte olan Çin’i durdurmak içindi. Çin’i, henüz ABD ile her yönden boy ölçüşecek düzeye gelmeden geriletmeyi, ABD hegemonyasını güçlendirmeyi amaçlıyordu. Önce Ortadoğu’ya yönelmesi de, enerji kaynakları ve yollarına tamamen hakim olma düşüncesinden ileri geliyordu. Afganistan, Irak işgalleri, ardından Libya ve Suriye’de içsavaş yaratma, bölme girişimleri, bu amaç doğrultusunda gerçekleşti. Asıl hedefi İran’ı ise, en fazla ambargolarla sıkıştırmaya çalıştı, içteki muhalefeti kışkırttı, en son İran’ın Devrim Muhafızları komutanı Süleymani’yi katletmeye varan suikastlar gerçekleştirdi vb… Fakat doğrudan müdahaleyi göze alamadı.
Diğer yandan Afganistan ve Irak işgallerinde istediği sonuçlara bir türlü ulaşamadı. Hatta bölgede İran’ın güçlenmesinin önüne geçemedi. Keza Libya’da Kaddafi’yi devirmeyi başardı, fakat tam bir hakimiyet kuramadı. Libya halen çeşitli güçlerin savaş alanı durumunda. Suriye’de ise, Türkiye üzerinden cihatçı çetelerle giriştiği savaşı kaybetti. Esad yönetimi -Rusya’nın da desteğiyle- kaybettiği yerleri büyük oranda ele geçirdi. Şimdi ABD, Kuzey Suriye’de kendine bağımlı bir yönetim kurma peşinde. Bunu da ne kadar başarabileceği belirsizdir.
Kısacası ABD, kendi başlattığı savaşta yenik durumdadır. En büyük kozu olan askeri üstünlüğü bile tartışmalı hale gelmiştir. Ekonomik yönden Çin, zaten ABD’yi zorluyordu. ABD’nin gümrük duvarlarını yükseltmesi de Çin’in yayılmasını durduramadı. Çin aynı zamanda İran’la Ortadoğu’daki savaşa müdahale edebiliyor. Keza Latin Amerika ve Afrika ülkeleri üzerinde nüfuzunu arttırmış durumda. Böylece ekonomik üstünlüğünü siyasi ve askeri olarak da büyütüyor.
ABD üstün olduğu alanlarda bile gerilerken Çin’in bu atılımı, ABD-Çin rekabetinde ona büyük bir avantaj sağlamıştı. Koronavirüs sonrası bu durum daha da belirginleşti. Başlangıçta koronavirüsün ilk olarak Çin’de görülmesi, Çin’i zorlayan bir faktördü. Fakat koronavirüsle mücadelede aldığı mesafe, ardından ABD ve Avrupa’nın salgında yaşadıkları çöküş, Çin’i öne çıkardı. Kendi ülkesindeki başarısı bir yana, başka ülkelere tıbbi yardım göndermesi, Çin’in prestijini ve psikolojik üstünlüğünü arttırdı.
Öyle ki, salgından en çok etkilenen İtalya, üyesi olduğu AB’den yardım alamazken, Çin doktor ve ilaç gönderdi. Bu yüzden İtalya’da (sonrasında İspanya’da) AB’ye karşı tepkiler arttı, AB’nin geleceği tartışma konusu oldu. Adeta “her koyun kendi bacağından asılır” misali, başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin her biri kendi derdine düşmüş, sınırlarını kapatmıştı. Bu durum halkta büyük bir hayal kırıklığı yarattı. (O dönem yapılan bir ankette, İtalyanların yüzde 52’si Çin’i “güvenilir dost ülke” olarak görürken, yüzde 45’i Almanya’yı “düşman ülke” olarak niteliyebiliyor.)
Salgın hem ABD’nin hem de AB’nin yaldızlarını söküp attı. Bir zamanların “rüya ülkesi” Amerika’da milyonlarca kişi sağlık hizmeti alamadığı için ölüme terkedildi. Uzmanlar, hızla tedbir alınmazsa 130 bin kişinin açlıktan ölebileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Dünyanın en önemli şehri New York’ta (Florida, Teksas, Kaliforniya gibi birçok eyalette daha) ücretsiz yemek dağıtılan yerlerde, insanlar saatlerce süren uzun kuyruklar oluşturuyor. Yine New York’ta bir kamyonun içinde kokuşmuş 60 ceset bulunuyor. Son olarak polisin George Floyd isminde bir siyahiyi öldürmesi, bardağı taşıran damla oldu.
Bütün bu olaylar, Amerikan rüyasının bittiğini, dahası kabusa dönüştüğünü gösteriyor. ABD sadece ekonomik, siyasi, askeri olarak değil, ideolojik-psikolojik üstünlüğünü de yitirmiştir artık. Salgın süreci bunu perçinleyen, ilan eden bir süreç oldu. Trump başkanlığındaki ABD, bu dönemde her eyaletin ayrı baş çektiği bir yönetim krizi yaşadı, yaşıyor. Trump yanlılarının Nazilerin ünlü “çalışma özgürleştirir” sloganıyla gösteriler yapması, silahlı milislerin ortaya çıkması, polis terörünün artması, “ABD ‘neo- faşist’ bir yönetime mi geçti” sorularını arttırdı. New York valisinin “bizim bir kralımız yok, olmasını da istemedik; bizim bir anayasamız var” sözleri, bu gidişata bir tepkiyi ifade ederken, yönetimdeki çatlakları da ortaya koyuyordu.
Trump, salgınla birlikte ortaya saçılan yapısal sorunları hasıraltı etmek için, sürekli olarak Çin’i suçladı. Koronavirüsü Çin’in üretip dünyaya yaydığını iddia ederek, Çin’den tazminat isteyeceğini söyledi. Avrupa ülkelerini de bu doğrultuda harekete geçmeye zorladı. Kimi ülkelerden destek aldıysa da, genel olarak Avrupa, ABD’den uzaklaşmaya başladı. Zaten Almanya son yıllarda ABD’nin kararlarından duyduğu rahatsızlığı daha sık ifade ederek, AB’nin bağımsız bir duruş sergilemesini savunmuştu. Almanya’nın AB ile bunu ne kadar başarabileceği, dahası AB’nin varlığını koruyup koruyamayacağı tartışma götürür; fakat gerilemekte olan ABD’den kopmalarına şaşmamak gerekir. Salgın sonrası bu ihtimal daha da güçlenmiştir.
ABD ve AB zor dönemler geçirirken ve ikinci emperyalist savaş sonrası oluşan birlikler, ittifaklar dağılır, kurumlar işlevsiz hale gelirken, Çin yeni emperyalist güç olarak yükseliyor. 20. yüzyılın ortalarına kadar yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olan Çin, 1949’da gerçekleşen demokratik halk devrimi sonrasında gelişmeye başladı. 60’lı yıllarda SSCB’de yaşanan geriye dönüşle birlikte tüm dünyada etkisini arttırdı; Çin Komünist Partisi (ÇKP) ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren güçlerin önderi haline geldi. Ne var ki ÇKP, anti-ML görüşleri ve bitmeyen hizip kavgalarıyla zikzaklar çiziyor ve sosyalist inşaya geçemiyordu. Mao’nun ölümünden sonra Deng kliğinin güçlenmesiyle adım adım emperyalist bir rotaya girdi. Buna karşın ÇKP varlığını korumaya ve Çin Halk Cumhuriyeti ismini taşımaya devam etti. Bu noktada SSCB’nin yaşadığı çöküşten dersler çıkarıp daha temkinli ve dikkatli adımlar attıklarını söyleyebiliriz. Böylece -eskiyi biçimsel olarak koruyarak- halkların emperyalizme olan tepkilerini kendi amaçları doğrultusunda kullanabildi. Gerçek kimliğini saklamayı, hatta “sosyalist” görüntüyle nüfuz alanlarını arttırmayı başardı. Ülke içinde ise gerçekleştirdiği yoğun sömürü sayesinde “dünyanın atölyesi” durumuna geldi.
Bugün Çin yönetiminin en büyük avantajı, devrimin sermayesini yemesi ve halk üzerindeki otoritesidir. Koronavirüsle mücadeleyi de bu sayede kazandı. Halkın büyük oranda gönüllü ve disiplinli katılımı, devletin en alt birimlere dek örgütlü yapısıyla bunu başardı. Böylece koronavirüsü yenen ve diğer ülkelere yardıma koşan ülke görüntüsüyle puan topladı. ABD ve AB’nin salgın sürecinde dökülen halleri ise, işini kolaylaştırdı.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, koronavirüsle mücadele için toplamda 2 milyar dolar yardım yapacaklarını, Afrika’da 30 hastane ve “Salgın Kontrol Merkezi” kuracaklarını duyurarak, lehine gelişen bu süreci değerlendirmeye çalışıyor. ABD ve diğer emperyalistler kriz içindeyken, Çin ekonomisinin (önceki yıllara göre düşse de) büyümeye devam etmesi, ayrı bir üstünlük sağlıyor. IMF bile, salgının Çin’in büyümesini çok fazla etkilemeyeceğini, 2020 büyüme oranının yüzde 5.6 olacağını söylüyor.
Kısacası Çin, salgın sürecinde daha fazla göz doldurdu. ABD’nin dünya liderliği son bulurken, buna en yakın aday olduğunu gösterdi. Özellikle AB ülkelerinde kurduğu ilişki ve halkların gözündeki imajıyla prestijini arttırdı. Ekonomik üstünlüğünü siyasi-psikolojik üstünlükle birleştirdi.
ABD’yle çöken emperyalist-kapitalist sistemdir
İkinci emperyalist savaş sonrası ABD’nin inşa ettiği uluslararası düzen yıkılıyor. Salgın süreci zaten sarsılmakta olan “eski düzen”e adeta son noktayı koydu.
Tarihsel olarak baktığımızda, tüm sömürgeci toplumlarda öne çıkan bir devletin, bir “imparator”un olduğunu görüyoruz. Sistemler, o devletlerle özdeşleşmiş durumda. Örneğin “köleci toplum” denilince, Roma İmparatorluğu akla gelir. Feodal toplumda Fransa, kapitalizmde ise İngiltere öne çıkmıştır. Emperyalizm döneminin “imparatoru” ise, ABD’dir. Tarihteki ilk emperyalist savaş da ABD’nin İspanya’ya açtığı savaştır. Her ne kadar dünya üzerindeki tam hakimiyetini ikinci emperyalist savaş sonrası kurmuşsa da, 1900’lerin başından itibaren büyüyen bir güçtür. Osmanlı’nın son döneminde “yeni dünya” olarak adından sıkça sözedilmesi, kurtuluş savaşı öncesi “Amerikan mandacılığı” savunucularının artması, bunun bir göstergesidir.
Öyle ki, koskoca bir kıta onun adıyla anılmaktadır. Amerika, vahşi kapitalizm demektir. Başta Kızılderililer olmak üzere yerlilerin katledilmesi, yeraltı-yerüstü tüm zenginliklerin talan edilmesi, köle ticareti ve sömürüsüyle büyük bir birikimin sağlanması demektir. Onu emperyalizm döneminin “imparatoru” haline getiren de bu yapısıdır. Kurulduğu andan itibaren dolu-dizgin bir gelişme ivmesi yakalamıştır. ’29 bunalımı öncesi “kükreyen 20’ler” olarak geçer. ‘29’da bir sarsıntı yaşamışsa da onu daha büyük bir sıçramanın basamağı yapmıştır. Ve emperyalist-kapitalist sistemin en büyüğü olmayı başarır. Sosyalist sistemin çöküşünün ardından ise, “dünya lideri”dir artık. 2000’li yıllara kadar böyle sürer. 11 Eylül 2001 tarihindeki “ikiz kuleler” saldırısı, “sonun başlangıcı” gibidir adeta. Sonrasında başlattığı savaş, oluşturduğu “yenilmezlik mit”ini yok eder. ABD artık eskiyen ve gerileyen emperyalisttir. Koronavirüs bu durumu daha görünür kılmış, herkesin görebileceği bir gerçek haline getirmiştir.
ABD’de yaşanan çöküş, gerçekte emperyalist-kapitalist sistemin çöküşüdür. Burjuva aydınların ve reformistlerin iddia ettikleri gibi sadece neo-liberalizmin değil, bir bütün olarak emperyalist sistemin dikişleri atmaktadır. İnsanlığa açlık ve ölüm dışında bir şey sunamadığı gibi, doğayı da katletmekte, dünyayı yaşanmaz hale getirmektedir. Krizler, savaşlar, doğa felaketleri, salgın hastalıklar, sistemin “normali”dir artık. Bir siyahinin öldürülmesiyle ABD’de başlayan “nefes alamıyoruz” eylemleri, esasında tüm insanlığın bu sistemde “nefes alamadığı”nı haykırmaktadır.
Nasıl ki, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı köleci toplumun sonunu getirmişse, (keza Fransa’nın gerilemesiyle feodalizm, İngiltere’ninkiyle serbest rekabetçi kapitalizm tarihe karıştıysa) ABD’nin çöküşü de emperyalist-kapitalist sistemin sonunu getirecektir. Tarihsel ve teorik olarak böyledir; fakat pratik olarak gerçekleşmesi elbette kendiliğinden olmayacaktır.
Koronavirüsle birlikte gözler önüne serilen sistemin çürümüşlüğünü “neo-liberalizm”le açıklayanlar; çözümü de “sosyal devlet”, “kamuculuk”, “Keynesyen ekonomik model” olarak görüyorlar. Ufuklarının kapitalizmin dışına çıkmaması, sürekli düzen-içi çözüm arayışına götürüyor. Bu onların en büyük handikapıdır. Sınıfsal, siyasal duruşlarının doğal sonucudur aynı zamanda. Fakat temeldeki yanlışlıkları bir yana, yöntemsel olarak da nesnellikten kopuk, kapitalizmin yapısal özelliklerini kavramaktan uzak önerilerdir bunlar. Çünkü ekonomik alanda “kamuculuk” siyasi alanda “sosyal devlet” kapitalizmin bir tercihi olarak ortaya çıkmadı. ’29 bunalımı sonrası ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında gerçekleşti. Sosyalizmin uygulamaları (sağlık ve eğitim başta gelmek üzere) dünya halkları tarafından ilgiyle izlenen ve kendi ülkesinde de gerçekleşmesini talep ettiği bir örnek yarattı. Bunun basıncı altında kalan kapitalistler, üstelik ciddi bir kriz içine düşünce, bu tür adımlar atmak zorunda kaldılar. Yani birçok faktörün içiçe geçtiği özgün bir dönem sözkonusuydu.
Bugünkü koşullar ise çok farklıdır. Gerek nesnel gerekse öznel faktörler çok değişmiştir. Burjuvazinin bir dönem yapmak zorunda kaldığı uygulamalara yeniden dönmesini beklemek, “akan suyla iki kez yıkanmak” gibi olmayacak bir şeydir. Hele ki, içine düştüğü durumu kavrayıp buna gönüllü olması, asla mümkün değildir. Burjuvaziden mantıklı ve insancıl adımlar beklemek ham hayaldir. O, her zaman sınıfsal yaklaşacak, azami karını esas alacaktır. Aksi halde kapitalizm, kapitalizm olmaz!
“Parasız sağlık”, “parasız eğitim” gibi temel hak ve özgürlükler mücadelesiyle kimi kazanımlar elde edilebilir kuşkusuz. Keza vergi sistemine dair (dolaylı vergilerin kaldırılması, son zamanlarda sıkça dillendirilen “servet vergisi” gibi) taleplerin yükseltilmesi mümkündür. Bu ve benzeri düzen-içi talepler, mücadelenin yükseltilmesi sonucunda kazanılabilir. Fakat kapitalist sistem varolduğu sürece bu kazanımların da geçici olacağı, aslolarak da sömürüyü ve baskıyı ortadan kaldırmayacağı bilinmelidir. Devrim ve sosyalizm hedefiyle yürütülmediği sürece reformların sınırları ve akıbeti bellidir ve tarihsel deneyimlerle kanıtlıdır. Hal böyleyken “sol” adına emperyalist-kapitalist sistemin krizine çözüm aramak, çöküşünü durduracak yöntemler önermek, ya bir siyasi cehalet ve körlüktür ya da burjuvazinin gönüllü işbirlikçiliğini üstlenmektir.
Sonuç yerine
Olağanüstü dönemler, öncesinde gizlenebilen veya önemsenmeyen pek çok şeyi gün yüzüne çıkarır. Şeyleri gerçek halleriyle görmemizi sağlar. Koronavirüs de böyle bir işlevi yerine getirmiştir. Sistemin tüm çarpıklıkları, arızaları, handikapları olanca çıplaklığı ile gözler önüne serildi. Aynı zamanda yalan ve demagojileri de güneş görmüş kar misali eriyip gitti.
Örneğin uzun süredir kapitalizmin teknolojik olarak gelişimi üzerinden üretimi artık robotların yapacağı, işçilere gerek kalmayacağı propaganda ediliyordu. “Elveda proletarya” çığlıkları kulakları sağır etmişti. Ancak koronavirüs salgını sırasında robotlar değil, yine işçiler üretime sürüldü. Fırınların çalışabilmesi için bile işçilere ihtiyaç duyuldu. Sağlık, taşımacılık, gıda gibi sektörlerde işçiler çalışmazsa hayat dururdu çünkü.
Koronavirüsün ortaya çıkardığı gerçeklerden bir diğeri ise, kapitalizmin azami kar dışında hiçbir şeyi umursamadığıydı. “Sermaye, kar olmaması ya da çok küçük bir kar olması halinde dehşete kapılır; münasip bir kar olsun aslan kesilir” demişti Marks. Ve şöyle devam etmişti: “Yüzde 10’luk emin bir karla her yere gider, her işe girişir. Yüzde 20 ile canlanır. Yüzde 50 ile cüreti mutlaklaşır. Yüzde 100 ile bütün kanunları ayaklar altına alır. Yüzde 300 için işlemeyeceği cinayet yoktur.”
Böyle çalışan bir sistemden insan sağlığını önemsemesi, insanca bir düzene geçmesi beklenebilir mi? Kapitalizmin tek alternatifi sosyalizmdir. Bu teorik bir doğru olmanın ötesinde yaşanmış bir gerçektir. En fazla 40 yıl süren sosyalist Sovyetler Birliği deneyimi, bunu somut olarak göstermiştir. Böyle bir olguyu görmezden gelip, çözümü “neo-liberalizme karşı devlet kapitalizmi” diyebileceğimiz bir formülde aramaya kalkmak, can çekişen sistemi suni teneffüsle yaşatmaya çalışmaktır.
Koronavirüs sonrası “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” sözleri çok edildi. Daha önceki salgınlarla da karşılaştırma yapılarak, salgın sonrası değişimlere dikkat çekildi. Bir çoğu koronavirüs sonrası yaşanacak değişimi; “ya otoriterlik artacak, ya da kamucu-halkçı bir sisteme geçilecek” şeklinde formüle etti. Yukarıda belirttiğimiz gibi “kamucu-halkçı sistem” hiçbir zaman kapitalizmin tercihi olmayacaktır, o yönde bazı gelişmeler olacaksa da, ancak büyük mücadeleler sonucu gerçekleşecektir. Ama daha önemlisi “kamucu-halkçı sistem” gibi düzen-içi çözümlerle sosyalizm seçeneğinin üstü kapatılmaktadır. “Otoriterlik” ile de faşizmin üstü örtülmektedir.
Koronavirüs sonrası dünyanın eskisi gibi olmayacağı, birçok değişimin yaşanacağı kesindir. Öncesinden başlayan halk ayaklanmalarının koronavirüsle birlikte daha radikal biçimlere bürünerek büyüyeceğinin ilk işaretlerini Lübnan ve Amerikan halkı vermiştir. Bunu diğerlerinin izleyeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Devletlerin salgını bile sömürü ve baskıyı artırmak için bir fırsata çevirme çabasına duyulan tepki, kitlelerde salgından ölüm korkusunun üzerine çıkmıştır.
Fakat değişim, “ya… ya da…” şeklinde kesin çizgilerle ayrılarak gerçekleşmez. Bazen birinin bazen diğerinin ağır basacağı içiçe geçen bir süreçtir bu. Marks’ın belirttiği gibi “devrim, daha güçlü karşı-devrimi yaratarak ilerler.” Nihai olarak sınıfsız-sömürüsüz bir toplumun kazanacak olması, bu sürecin dümdüz gideceği anlamına gelmez. Sosyalist devrimlerden bile geriye dönüşlerin yaşanması, bunu açıkça ortaya koymuştur.
İlkin hiçbir şeyin kendiliğinden değişmeyeceğini bilmemiz ve ona göre hareket etmemiz gerekir. Diğer sömürücü toplumlarda değişim ve geçiş süreci altyapıdaki değişimler ile başlamıştı. Oysa kapitalizmden sosyalizme geçiş, üstyapının ele geçirilmesi ile başlayacaktır. Bu da öznel faktörü, kitleleri örgütleyecek bir öncü gücün varlığını gerektirmektedir.
Geleceğin mutlak sosyalizmin olduğu bilinç açıklığı ile böyle bir öncü gücü yaratmak gerekir. Koronavirüs bunun ne denli yaşamsal ve acil bir görev olduğunu göstermiştir.