İki yönlü kriz, etkisini giderek yoğunlaştırıyor ve yaşamımızı daha fazla kuşatıyor. Bir tarafta koronavirüs salgınının yarattığı sağlık ve can kaygısı, diğer yanda burjuvazinin ekonomik krizi bizlere fatura etme çabası. Oysa her iki kriz de bizden kaynaklanmıyor, ama en çok bizi, işçi ve emekçileri etkiliyor.
Salgın önlemleri kimin için?
Dünya Sağlık Örgütü, “henüz en kötüsüyle karşılaşmadığımızı” belirtiyor. Daha 1. dalganın bile tamamlanmadığı, 2. dalganın ise daha kötü geçeceği konusunda sayısız açıklamalar var. Dünyada her gün binlerce insan koronavirüs nedeniyle ölmeye devam ediyor. Türkiye’de günlük ölüm sayısı 15-25 arasında gidip geliyor; günlük vaka sayısı binin altına düşmüyor.
Tablo bu kadar tedirgin ediciyken, 1 Haziran tarihinden itibaren “normalleşme” adımları peşpeşe geldi. AVM’ler, lokantalar-kafeler, oteller açıldı, lise-üniversite sınavları yapıldı, düğün sezonu başlatıldı… Bütün sektörlerde patronlar neredeyse “bizde virüs yok” diye yemin edecekler. Yeter ki “çarklar dönsün”; yeter ki müşteri gelsin, alışveriş yapılsın, turizm canlansın! Her tür önlemleri aldıklarını, kendi mekanlarının güvenli olduğunu kanıtlamak için reklam filmleri çekiyorlar, “müşteri”yi rahatlatacak açıklamalar yapmaya çalışıyorlar. Hepsi de, salgın öncesi ile sonrası arasındaki hizmet farklarını anlatıp duruyor.
Ancak “benim fabrikam güvenlidir, virüse karşı önlem alınmıştır” diyen bir fabrika patronu yok! İşçiler salgın öncesinde hangi koşullarda çalışıyorlarsa, bugün de aynı koşullarda çalışmaya devam ediyor. Toplu taşıma araçları da eski günlere dönmüş durumda; emekçi semtlere çalışan minibüslerde 40 kişiyle tıkabasa yolculuk yapıyor. Otobüslerde ise, “burada durunuz” yazılarının arasında 40-50 santim ancak var; nerede kaldı güvenli mesafe!
İşçi ve emekçiler sözkonusu olduğunda virüs önlemleri bir kenara bırakılıyor. Devletin sorumluluğu burada bitiyor; üstelik bir de insanlar sanki bireysel önlemlerle korunabilirmiş gibi bir hava yaratılıyor. Tıka basa toplu taşıma araçlarına binen ve fabrikasında olağan koşullarda çalışan bir işçi haber değeri taşımıyor; ama sokakta-açık havada yürürken maskesini burnunun altına indirmiş olan kişiye “vatan haini” muamelesi yapılıyor.
Dünyanın her yanında aynı görüntüler yaşanıyor. “Demokrasinin beşiği” İsveç’ten, yoksul Afrika ülkelerine kadar kapitalist dünyanın tamamında “sürü bağışıklığı” politikası izleniyor; işçi ve emekçiler “sürüler halinde” ölürken, bir de yeterli önlem almamakla suçlanıyor.
Ancak bu tablo, devletlerin bu umursamazlığı karşısında kitlelerin tepkisinin-öfkesinin de büyümesine neden oluyor. Bir tarafta kapitalist sistemin yaşadığı “yönetme krizi” tüm çıplaklığı ile kendisini ortaya koyuyor. Diğer tarafta ise, pandemi koşullarının sıkışmışlığını yaşarken, üzerindeki ekonomik-siyasi-insani baskının daha da ağırlaştırıldığını gören kitlelerin arayışları artıyor.
Salgının ölümcül etkilerinin dizginsizce yayıldığı ABD’de, bir de ekonomik krizin ağırlaşması, üstüne siyah bir insanın polis tarafından göz göre göre öldürülmesi, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen bir direniş meşalesini yaktı. Önümüzdeki dönem bu direnişlerin büyüyeceği ve daha etkili hale geleceği bir dönem olacaktır.
Ekonomik krizin etkileri
Uluslararası kamuoyu araştırma şirketi İPSOS’un Haziran ayında yayımladığı, “dünyayı neler endişelendiriyor” isimli rapor, dünya genelinde kitlelerin asıl gündeminin ne olduğunu, kaygı ve beklentilerinde nasıl bir değişim yaşandığını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
Salgın öncesinde dünya genelinde kitlelerin en önemli “endişe”si, “güvenlik” merkezli sorunlar iken, Haziran ayındaki rapor bugün dünyayı en çok endişelendiren ilk beş sorunu şöyle sıralıyor: Koronavirüs yüzde 47, işsizlik yüzde 42, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik yüzde 31, mali ve siyasi yolsuzluk yüzde 27, sağlık yüzde 23.
Aynı araştırma Türkiye’deki durumu da şöyle belirtiyor: Kitlelerin en önemli sorunu yüzde 49 ile işsizlik. Bunu yüzde 34 ile yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik izliyor, koronavirüs yüzde 29 ile üçüncü sırada geliyor. Arkasında enflasyon ve vergiler var. Daha çarpıcı olan ise, Mayıs ayında yapılan araştırma ile Haziran ayında yapılan araştırma karşılaştırıldığında, işsizlik ve vergiler başlıklarında ciddi artışın görülmesidir.
Araştırma sonuçları, işçi ve emekçilerin en önemli sorunlarının neler olduğunu ortaya koyuyor. Kitleler kendilerini virüs karşısında savunmasız buluyorlar elbette; ancak işten atılma korkusu, işyerinde virüs kapma korkusunun önüne geçmiş durumda. Sadece virüsün etkili olduğu son 3 ay içinde, 1 milyon 700 bin işyeri kapandı. Kapanan işyerlerinde işini kaybedenlerin sayısı milyonlara ulaştı. Buna kapanmayan işyerlerindeki işten çıkarmaları da eklemek gerekiyor. DİSK-AR’ın Haziran 2020 İstihdam Raporu’na göre, koronavirüs sürecinde işten çıkartılanların sayısı 5.6 milyona ulaştı. Sadece 3 ayda yaşanan bu iş kaybı rakamı, kitlelerin en büyük korkusunun neden işsizlik olduğunu açıklamaya yetiyor.
Üstelik bu rakamlara, günlük 39 TL’lik kısa çalışma ödeneğinden yararlandığı için “işsiz” kapsamına alınmayan, pandemi bahanesiyle keyfi ücret kesintileri ile karşı karşıya kalan işçileri eklediğimizde, işçi ve emekçilerin nasıl bir yaşam mücadelesi vermekte olduğunu görebiliriz. Son günlerde beyaz eşyasını satarak günü kurtarmaya çalışanların sayısının ne kadar artmış olduğuna dair haberler de bunun bir örneği. Buzdolabını satıyorlar insanlar, bu yaz sıcağında… Yoksullaşmanın vardığı nokta bakın!…
Örgütlenelim, direnelim!
Salgından önce başlayan ekonomik kriz, virüs salgını ile birlikte daha da katmerlendi. AKP yönetimi, her iki krizi de gözlerden gizlemek için, içeride ve dışarıda sayısız hamleler yaptı, yapıyor. Dış politikada saldırganlık artıyor; Libya ve İdlib’de savaşı yükseltme, oradaki emperyalistlerle kapışma hız kazanmış durumda. İçerideki muhalefet odaklarını bastırmaya çalışıyor; baroların etkisizleştirilmesi yasasını çıkarma çabasından Tele 1, Halk Tv kanallarının kapatılmasına kadar, muhalefet bir saldırı sağanağı altında. Hamaset yöntemleri ile dikkat dağıtma çabaları tam gaz ilerliyor; Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi tartışmaları tüm gündemlerin önüne geçirildi. Gerici saldırganlık büyütülüyor; doğru düzgün uygulanmayan ama kadına yönelik şiddete karşı bir yasal zemin oluşturan İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmeye çalışıyor
Bunlara ek olarak, işçi sınıfının en önemli kazanılmış haklarına göz dikilmiş durumda. Patronlara yeni kaynak yaratmak isteyen devlet, kıdem tazminatını gaspetmek istiyor. “Tamamlayıcı” Emeklilik Sistemi (TES) adı altında, emekliliği “tamamlamak” değil, tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyor.
Bütün bu saldırılara karşı, iki önemli direniş odağı oluşmuş durumda.
Birincisi, kıdem tazminatının gaspı gündeme geldiği anda işçilerden öylesine büyük bir tepki yükseldi ki, işbirlikçi sendika ağaları bile, buna karşı olduklarını belirten açıklamalar yaptılar. Türk-iş başkanı AKP yönetimi ile gizli kapaklı görüşmelerde, bu saldırıyı ertelemeleri gerektiği konusunda uyarılarda bulundu. İşçilerden pek çok eylem, basın açıklaması peşpeşe geldi. Keza Tüm Çalışanlar için Sağlık Platformu başta olmak üzere, devrimci-demokrat kurumların da içinde yer aldığı platformlar, çeşitli etkinlikler, eylemler örgütlediler; işçi sınıfının tepkisini ortaya koydular. Bu nedenle hükümet “sonbahara” ertelediğini duyurmak zorunda kaldı.
İkinci direniş odağı ise, barolar tarafından oluşturuldu. Baroları yoketme saldırısına karşılık, baro başkanlarının meclis önünde başlattığı eylem, avukatların katılımıyla büyüdü, güçlendi; Kuğulu Park’a sıkıştırılmaya çalışılan avukatlar, burayı bir direniş mekanına çevirdiler. Gece kaldırımda-banklarda yatan baro başkanları, sloganlar atarak polis barikatını yıkan avukatlar, bürokrasinin bir kademesinde bulunan bu nedenle de kendisini devletin bir parçası olarak gören orta kesim avukatlardan yükselen “Kahrolsun faşizm” sloganları, kitle mücadelesinde önemli bir basamağı oluşturmaya başladı. Kuğulu Park’ın yeni bir “Gezi Parkı direnişi”ne evrilmesi ihtimali, AKP yönetiminin uykularını kaçıran bir ihtimale dönüştü.
Ekonomik kriz, salgın koşullarında iyice derinleşti. Bunun etkilerinin önümüzdeki günlerde daha fazla ortaya çıkacağı biliniyor. Bu koşullarda, her sınıf kendi bulunduğu yerden çözüm arıyor. Patronların temsilcisi olan devlet, ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkarmak için yasal ve fiili adımlar atarken, tepkileri azaltmak için siyasi baskıyı artırıyor. Burjuvazi, devleti kullanarak kendi sınıfsal çıkarlarını koruma altına almak istiyor. Buna karşılık, işçi ve emekçilerin yaşam haklarını savunmak, kendi sınıfsal çıkarlarını korumaktan başka bir yol yoktur.
Krizin faturasını ödememek için tek yol; birleşerek, örgütlenerek, direnerek ayakta kalmaktır! Asla teslim olmamak, geri adım atmamaktır! Her mevzide direnmek, direnişleri birleştirmek ve bu topyekün saldırıya topyekün mücadele ile karşı durmaktır.