Savaş ve kriz koşullarında DEVRİM CEPHESİNİN DURUMU-II

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nde ye alan bu yazının birinci bölümünü Nisan 2020 tarihli 86. sayımızda yayınlamıştık. Araya giren koronavirüs salgını sürecinde, konunun öneminde dolayı salgın ile ilgili yazılara yer verdik. Belgeler’i yayınlamaya, kaldığımız bölümden devam ediyoruz.

 

II- REFORMİST DALGA UMUT OLMADI

 

1990’ların ortalarından itibaren devrimci örgütler ve gerilla örgütleri güç kaybetmeye başlamıştı. Ancak önderlerin güç kaybetmesi ya da yok olması, kitle hareketlerinin yok olması anlamına gelmiyordu.

Kapitalizmin vahşi sömürüsü dizginsizce sürüyor, baskı ve terörü pervasızca yürütülüyordu. Ve dünyanın farklı bölgelerinde kitleler, sisteme karşı tepkilerini ifade etmeye devam ediyordu. Ekonomik, siyasi baskılara karşı sokaklara çıkıyor, büyük gösteriler düzenliyor, ayaklanmalar gerçekleştiriyordu. Kitlelerin bu kendiliğinden hareketlerinin her yükselişi, kimi zaman devletin ağır saldırıları ile yenilgiye uğruyordu; kimi zaman da sürece yayılarak sönümleniyordu. Devrimci ya da ML önderlik olmadığında hareketlerin önemli kazanımlar, köklü dönüşümler elde etmesi başarılamıyordu.

Bu koşullarda kitlelerin karşısına reformist önderlikler çıktı-çıkartıldı. Özünde burjuva ideolojisi olan reformizm, kendiliğinden kitle hareketlerini düzeniçi kanallara akıtma rolü üstlendi. Kitlelerin sosyalizme olan özlemlerini “sol” söylemlerle ve “sosyalizm” vurgularıyla kendilerine yedeklediler. Devrimcilerin, komünistlerin zayıfladığı koşullarda, reformizme alan açıldı.

2000’li yıllarda kitleleri yoğun biçimde etkileyen iki temel akım ortaya çıktı. Biri, Latin Amerika Bolivarcılığı; diğeri, Avrupa solculuğu olarak kendini gösteren bu iki akım, özünde aynı reformizmin farklı biçimleriydi. İkisinde de “sosyalizm” söylemleri yoğundu, ikisi de geniş kitlelere “umut” olarak pazarlandı, dünyanın farklı bölgelerinde kitlelerde bir beklenti oluşturdu… Ve çok hızlı biçimde ikisinin de maskesi düştü; maskenin arkasındaki burjuva ideolojisi görüldü.

 

A- BOLİVARCI DALGA GERİ ÇEKİLDİ

 

Latin Amerika ülkeleri, 2000’lerin ilk yıllarında Bolivarcı dalga ile güçlenmiş, parlamıştı. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in “21. yy Sosyalizmi” adını verdiği program, Latin Amerika ülkelerinin büyük bir bölümünü etkisi altına aldı.

1990’lara kadar ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülen Latin Amerika’da, 2000’lerde büyük bir değişim yaşandı. 1999-2008 arasındaki dönemde, Venezüella, Brezilya, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Honduras, Ekvador, Nikaragua, Paraguay, Şili gibi ülkelerde “solcu” adaylar başkanlık seçimlerini kazandılar ve ABD karşıtı söylemler geliştirdiler. Öyle bir harita çıktı ki ortaya, ABD’nin Latin Amerika ile kara bağlantısı kesildi; Latin Amerika topraklarının yaklaşık yüzde 80’i ABD karşıtı bir cephe oluşturdu.

Bu “cephe”nin ne kadar “kararlı”, ne kadar “blok” bir cephe olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak genel olarak Latin Amerika’nın bu süreç boyunca “arka bahçe” olmaktan çıktığı, açık bir olguydu.

 

Latin Amerika tarihi, direniş tarihidir

Latin Amerika’nın tarihi, sömürgecilere karşı direnişin tarihidir. İspanyol sömürgeciliğinin işgaline karşı mücadele, 1800’lerin başında İspanya’nın kıtadan kovulmasına kadar sürmüştür. Ancak bu süreçte ABD emperyalizmi İspanya’nın yerini aldı. Monroe Doktrini (1823) “Amerika Amerikalılarındır” sloganı ile bu mücadelenin bir parçası gibi konumlanırken, bir taraftan da Latin Amerika’yı ABD’nin sömürgesi haline getirmiştir. Latin Amerika halkının bundan sonraki mücadelesinin hedefi artık ABD’dir; anti-emperyalist mücadele artık anti-ABD’ci (anti-Monroeist) mücadele ile özdeş hale gelmiştir.

Sonrasındaki süreç, ABD sömürgeciliğinin dizginsiz yağması ile dolu bir tarihtir. Latin Amerika’nın ekonomik bütün kaynakları, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağmalanmış, buna karşı gelişen direnişler ABD’nin yönlendirdiği askeri-siyasi baskı ile karşılaşmıştır. Ve buradaki ülkeler, genel olarak tarihlerinin önemli dönemini askeri diktatörlükler altında geçirmiştir.

1960 yılında Küba’da gerçekleşen devrimin ardından, Latin ülkelerindeki direnişler de yeni bir boyuta sıçradı. Gerilla savaşları kıtanın geneline yayılmış, dünyanın en etkili gerilla hareketleri burada yaratılmıştır. Üstelik bu gerilla örgütlerinin genel olarak “fokocu” bir anlayışa sahip olmalarına ve kitle hareketlerini kendileri için “lojistik” olarak geri planda görmelerine rağmen, Latin işçi ve emekçileri, gidişatı değiştiren çok önemli kitle direnişleri gerçekleştirmişlerdir. Birçok Latin Amerika ülkesinin devrimin eşiğine gelmesinde bu kitle direnişleri rol oynamıştır; fakat gerillacılığın ufku nedeniyle devrimi başaramadan yenilmiştir. El Salvador, böyle bir örnektir. Keza Nikaragua’da devrime rağmen iktidarın seçimlerde burjuvaziye devredilmesi de…

Venezüella’da “Bolivarcı Devrim”in başlangıcı da, kıta geneline “solcu-halkçı-Bolivarcı” yönetimlerin hakim olması da, böylesi güçlü ve etkili kitle hareketlerinin ürünüdür.

 

Venezüella’da “devrim” aramak

Venezüella’da Hugo Chavez’in 2000’lerin başından itibaren uyguladığı politikalar, kullandığı söylemler ve anti-ABD tutumu, ülkemizde bir çok kesim tarafından “sosyalizm” olarak tanımlandı, yüceltildi. Başta ESP ve Kaldıraç olmak üzere kimi devrimci yapılar da bu rüzgara kapıldılar. Ancak ne Hugo Chavez sosyalistti, ne de yaptıkları sosyalist devrim uygulamaları…

Chavez’in Venezüella’da başlatıp Latin Amerika ülkeleri geneline yaygınlaştırmaya çalıştığı politikaların dört temel dayanağı vardı. Birincisi, genel olarak Latin Amerika’da ABD’nin vahşi sömürüsüne karşı kitlelerin büyük bir tepkisi sözkonusuydu ve bu tepkiyi eylemli bir direnişle ortaya koyuyorlardı. Chavez bu kitle gücünü arkasına almış, aynı zamanda kitlelerin beklentilerini dikkate alan halkçı politikalar izlemek zorunda kalmıştı. İkincisi, çok zengin petrol yataklarının gelirleri, kitlelerin refah düzeyini yükseltmek için kaynak oluşturabiliyordu. Üçüncüsü, programı “anti-emperyalist” değil, “anti-ABD”ci bir programdı; askeri olarak Rus emperyalizminin, ekonomik olarak da Çin emperyalizminin desteği ile ABD’nin karşısına dikilme gücü buluyordu. Dördüncüsü, Chavez’in “halkçı”lığı “Bolivarcılık” ile maluldü; İspanyol sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşının kahramanı olan ve bütün Latin Amerika’yı birleştirmek isteyen Simon Bolivar’ın (1783-1830) “ulusalcı” çizgisini sahipleniyordu.

Venezüella’da Chavez’i yönetime getiren zemin, 1989 yılında patlak veren Caracazo İsyanı ile oluştu. Bu, neoliberal sömürü politikalarına karşı sokağa dökülen yoksul halkın isyanıydı. İsyanın ordu tarafından kanlı biçimde bastırılmasının ardından, ordu içindeki ilerici bir grup subay harekete geçti. Chavez tarafından kurulmuş olan ve kendilerini “Devrimci Bolivar Hareketi” olarak tanımlayan bu grup, 1992 yılında bir askeri darbe gerçekleştirdiler. Darbe başarısız oldu ve darbeciler iki yıl tutuklu kaldılar. 1998 yılında ise bu defa parlamenter yoldan yürümeye karar verdiler. Sol kesimlerin birleşerek oluşturduğu Yurtsever Cephe, 1999 yılında başkanlık seçimlerinde yüzde 56 oy alınca, Chavez başkan oldu. Chavez’e seçim kazandıran ana unsur, ABD karşıtı tüm toplumsal kesimlerin desteğini almış olmasıydı.

Latin Amerika’daki ilk “anti-ABD”ci Chavez yönetimi (devrimini yapmış olan Küba bir yana), ABD’nin ağır bir saldırısına maruz kaldı. Chavez, Nisan 2002’de ABD destekli askeri darbenin başarıya ulaşacağını anladığı anda, kitleyi  sokaklara döktü. Bu durum ordu içindeki çatlakları derinleştiren bir rol oynadı. Sonuçta halk hareketi sayesinde darbe püskürtülebildi. 2002-2003’te üç ay süren petrol lokavt ve grevlerini etkisizleştiren de yine bu halk desteği oldu.

Chavez’in yönetimde olduğu süre boyunca, Venezüella’da kitlelerin yaşam koşullarını iyileştiren, refah düzeyini yükselten oldukça önemli adımlar atıldı. Chavez hükümeti öncelikle yarısı kamuya ait olan petrol sektörünü tümüyle kamulaştırdı. Emperyalist petrol şirketlerinin faaliyetlerini de kısmi olarak kamulaştırdı ve onlarla yapılmış sözleşmelerin bir kısmını iptal etti. Atılan adımlar sonucunda, ülkede üretilen petrol üzerindeki devlet mülkiyeti yüzde 1’den yüzde 33’e çıkmış oldu.

Yanısıra kilit önemdeki çelik, telekomünikasyon, elektrik dağıtımı, çimento, bankacılık ve besin dağıtımı gibi sektörler de kamulaştırıldı. Küçük üretimde 100 binden fazla kooperatifin kurulması desteklendi. Kapatılmış bazı fabrikalar, işçilerin yönetiminde yeniden açıldı. Önemli düzeyde toprak reformu gerçekleştirildi. Bazı önemli ihtiyaç kalemleri (buzdolabı vb) yoksul halka bedava dağıtıldı.

Venezüella’nın petrol yatakları, dünyanın en büyük ikinci petrol rezervini oluşturuyordu. 2012 yılı itibariyle Venezüella toplam 296,5 milyar varille Suudi Arabistan’ı geçerek dünyada en büyük ham petrol rezervine sahip ülke konumuna geldi. Venezüella’nın “halkçı” sosyal politikalar izleyebilmesinde bu önemli bir zemin oldu. Özellikle 2004-2008 yılları arasında petrol fiyatlarındaki aşırı artış, Venezüella ekonomisini olumlu yönde etkilemişti. Devasa petrol gelirlerinin bir kısmı, halkın refah düzeyini artırmak için kullanıldı.

Bu çok yönlü bir program olarak uygulandı. Okuma-yazma seferberliği yürütüldü, hemen her mahalleye bir okul kuruldu, üniversiteye gitme oranı 1999 yılında bin kişide 28 iken, 2007’de bin kişide 78’e yükseldi. Venezüella, üniversite düzeyinde eğitim alan öğrenci oranına göre, dünyada beşinci sıraya (ilk sırada Küba var) yükseldi. Sağlık alanında büyük reformlar gerçekleştirildi. Kitlelerin yüzde 89’u kendi mahallelerindeki doktorlardan ücretsiz tedavi görmeye başladı. Bebek ölümleri oranı her geçen yıl düşürüldü. Ortalama yaşam süresi yükseldi. Venezüella’nın GSYİH’nın yüzde 7,6’sı sağlığa ayrıldı. Gıda ürünleri başta olmak üzere pek çok temel ihtiyaç maddesi için devlet marketleri kuruldu ve bu ürünler piyasa fiyatının çok altında satılmaya başlandı. Aradaki fark, petrol gelirleri ile devlet tarafından sübvanse edildi. Öyle ki, birçok temel ihtiyaç maddesi için indirimler yüzde 80’lere varıyordu. Yoksul halk bu marketlerden alışveriş yapabiliyordu. Ülkedeki büyük konut sıkıntısını çözmek için 2011 yılında bir seferberlik düzenlendi; 145 bin konut inşa edildi ve bunlar ücretsiz ya da sembolik fiyatlarla yoksullara dağıtıldı.

İşçi hakları konusunda da önemli adımlar atıldı. 1 Mayıs 2012’de yürürlüğe giren iş yasası, taşeron ve güvencesiz çalışmayı yasakladı. Haftalık iş saati 40, hafta tatili iki gün olarak düzenlendi. Asgari ücret Latin Amerika ülkeleri içinde en yüksek düzeye çıkarıldı. Kadınlara dönük önemli haklar kazanıldı. Toplam istihdamın yüzde 39’unu oluşturan kadınların hamilelik izinleri, emzirme ve kreş hakları genişletildi. Kadına yönelik şiddetin cezaları artırıldı. Emeklilik ve sosyal sigorta hakları yükseltildi, sosyal güvenceye ayrılan bütçe iki katına çıkartıldı.

Tüm bu politikalar sonucunda yoksulluk oranı 1998 başında yüzde 49 iken, 2009 sonunda yüzde 24’e geriledi. 1999 başında işsizlik yüzde 14,5 iken, on yılın sonunda yaklaşık yüzde 7’ye düştü. En önemlisi gelir dağılımındaki eşitsizlik “Gini katsayısı”na göre 1998’de 0,49 iken, 2010’da 0,39’a düştü. (Ortalama kapitalist ülkelerde bu eşitsizlik giderek büyür; en zengin bir avuç insan toplumun zenginliklerinin büyük bölümünü gaspeder.)

Venezüella’ya bu veriler üzerinden baktığımızda tablo iyi görünmektedir. Ancak bu tablonun içinde oldukça önemli handikaplar ve olumsuzluklar da sözkonusudur.

En başta, ülkede Chavez döneminde önemli kamulaştırmalar yapılmakla birlikte, burjuvazi gücünü ve varlığını korumaktadır. Varlığını sürdüren pek çok özel banka, özel okul, büyük şirket ve güçlü toprak sahipleri bulunmaktadır.

Toplumdaki refahın ve olumlu adımların petrol gelirleri üzerinden karşılanması büyük bir sorundur. Kendine yeterli ekonomisi olmayan bir petrol ülkesi, fiyatlardaki dalgalanmalardan doğrudan etkilenir. Venezüella’da da 2004-2008 yükseliş döneminde işler iyiye giderken, 2009 ekonomik krizinin petrol fiyatlarını düşürmesi, dengeleri değiştiren bir rol oynamıştır. Keza 2010 sonrasında petrol fiyatlarındaki düşüşler ekonomiyi de olumsuz etkilemeye devam etmiştir. Devletin yoksul halka dönük yardımları ve destek paketleri azalmıştır. Mesela Chavez’in ölümünün ardından Maduro döneminde, devlet marketlerinde satılan gıdaların fiyatları aşırı yükselmiş, bu durum yoksulluğu artıran bir rol oynamıştır.

Diğer taraftan, petrol gelirinin yüksek olması, yerel üretimin gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Petrol geliri çok yüksek olan devlet, yerli sanayi ve tarımı geliştirmektense, ucuza ithal etmeyi tercih etmektedir. Bu gelir hükümete, döviz kurunu sabit-ülke parasını değerli tutma olanağını da vermektedir. Ancak bu da ihracatın önündeki en büyük engeldir.

Sosyalist bir yönetim, ağırlığı üretime vermek zorundadır. Tarım ve sanayide kendine yeterli bir üretim düzeyine ulaşmak, en önemli unsurdur. Merkezi planlanmış bir üretim güçlendirilmeli, işçilerin çalışma koşulları iyileştirilmelidir. Petrol gelirleriyle ucuzlatılmış gıda üretimi geçici bir refah sağlar; son yıllarda gördüğümüz gibi petrol geliri düştüğü anda ya da ABD’nin gıda ambargosu devreye girdiğinde, fiyatlar artar ve birçok temel ihtiyaç kitleler için ulaşılmaz hale gelir. Ayrıca “mal” değil, “hizmet” bedava olmalıdır. Eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel haklar bedava olmalıdır, ama yoksullara dağıtılan “mal” ister AKP’nin dağıttığı makarna olsun, isterse Chavez’in dağıttığı buzdolabı, “sadaka” kültürü oluşturur. Çalışmamak, devletin yardımlarıyla geçinmek, sosyalizmle bağdaşmaz; “sadakaya bağımlılık” yaratmak isteyen bir yönetimlere özgüdür.

Çalışmadan, üretmeden gelen toplumsal refah, toplumsal yozlaşma ile içiçe gelişir. Venezüella’da suç oranının çok yüksek olması, gençler arasında alkol ve uyuşturucu kullanımının ve kültürel yozlaşmanın artması şaşırtıcı değildir.

Yozlaşma sadece kültürde değil, yaşamın her alanında, en başta devlet kurumlarında kendini göstermektedir. Yolsuzluk ve rüşvet had safhadadır. Devlet hizmetleri düzensiz ve denetimsizdir. Mesela altyapı hizmetlerinin yetersizliği ve bakımsızlığı nedeniyle elektrik kesintileri ya da petrol borularının patlaması olağan günlük yaşam görüntüleridir.

Venezüella’da “sosyalizm” adı verilen şey, “halkçı” politikaların ötesine geçemeyen bir kapitalizmdir; üstelik de yüzeyseldir, yarımdır, altyapısızdır. Bu gerçek 2010 yılından itibaren kendisini göstermeye başlamıştır. Maduro yönetiminde ise çok daha net biçimde göz önüne serilir.

Bu sıkıntılardan faydalanan ABD, Venezüella’ya dönük ekonomik-siyasi saldırılarını 2015 yılından itibaren sistematik hale getirdi. Kolombiyalı paramiliter güçlerin Venezüella içinde şiddet olaylarını artıran çeteleşme-mafyalaşma faaliyetleri, ABD’nin gıda ambargosu sonucunda en temel gıda ürünlerinin bile ulaşılamaz hale gelmesi, Amerikancı muhalefetin daha güçlü ve örgütlü bir biçimde ortaya çıkması gibi unsurlar, Venezüella’nın “pullarının dökülmesi”ne neden oldu. Bu saldırıların sonucunda gıda kıtlığı, ilaç yetersizliği, yüzde binlere ulaşan hiper-enflasyon, suç oranlarının ve yozlaşmanın aşırı artması, komşu ülkelere göç, olağan hale geldi. Öyle ki, 2016’dan itibaren Venezüella artık market yağmalamaları, karaborsa kuyrukları ve yoksulluğu protesto eylemleri ile dünya basınında yer almaya başladı.

Bugün artık Venezüella’nın “sosyalist” olduğunu coşkuyla savunanların sayısı epeyce azalmıştır. Bunda Venezüella başkanı Maduro’nun Erdoğan ile kurduğu ilişkinin, Erdoğan’a dönük övgülerinin de payı vardır. Ancak asıl neden, Venezüella’da uygulanan ekonomi-politikanın yetersizliğinin ve yanlışlığının ortaya çıkmış olmasıdır. Diğer taraftan, başından itibaren kapitalist devlet aygıtını parçalamayan, burjuvaziyi tamamen mülksüzleştirmeyen, özel mülkiyet ilişkilerine darbe vurmayan, emperyalist sistemden kopmayan bir yönetim tarzına “sosyalist” denmiş olması, diyenlerin “sosyalizm” ufuklarının ne kadar darlaşmış olduğunu göstermektedir.

 

Venezüella’nın

“sosyalizm” ihracı

Chavez’in ülke içinde yarattığı “solcu” tablonun en önemli dayanaklarından biri de Çin ile kurduğu ekonomik, Rusya ile kurduğu askeri ilişkilerdi. Bu durum Chavez’e bölgede Çin ve Rusya’nın taşeronluğunu yapma görevi de yüklüyordu. Bu görev sadece Latin Amerika ile sınırlı da değildi. Chavez, kendisini “Üçüncü Dünya’nın lideri” gibi göstermek üzere konumlandı. Bu doğrultuda iki temel görevi üstlendi.

Birincisi, genel olarak ABD karşıtı bir tutumun öncülüğünü yaptı. Öyle ki, ABD’yi eleştirebileceği her fırsatı bir meydan okumaya dönüştürdü. ABD’nin Afganistan işgalinden İsrail’in Gazze saldırısına ya da Suriye savaşına, herhangi bir ülkeye dayatılan IMF reçetesinden ABD Merkez Bankası’nın para politikalarına kadar, hemen her konuda ABD’ye karşı çıkan, teşhir eden açıklamalar yaptı. Chavez’in ABD karşıtlığı, ABD’nin içine müdahale edecek kadar uzandı; US Heating Oil Program (ABD Isınma Yakıtı Programı) ile Venezüella, ABD’deki yoksul gruplara, Amerikalı yerli topluluklara çok düşük fiyata ısınma yakıtı sağladı.

İkincisi, Bolivarcı geleneğin gerektirdiği şekilde Latin Amerika ve Karayip ülkelerini birleştirme hedefini belirledi. Bunun için ekonomik-siyasi örgütlenmeler oluşturmaya çalıştı. Bu örgütlenmelerin en önemlisi bütün Latin ülkelerini yeni bir siyasi-ekonomik birlik içinde toplamaya çalışan UNASUR (Latin Amerika Ulusları Birliği) oldu. Birliğin, Latin Amerika için ortak para birimi oluşturmak dahil bir çok önemli hedefi vardı.

ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) adıyla, “sol” hükümetlerin yönettiği ülkelerin içinde yer aldığı bir birlik kuruldu. Venezüella’nın Küba ile birlikte organize ettiği ALBA Ekvador, Honduras, Uruguay, Bolivya, Nikaragua, Dominik, St Vincent ve Grenada, Antigua ve Barbuda, St Cristobal ve Nifler gibi ülkeleri kapsamaktadır. 2008 yılında düzenlenen 6. Zirvesinde, ALBA için bir banka kurulması kararı alındı. 1 milyar dolarlık sermaye ile yola çıkan banka, ALBA bünyesindeki ülkeler için eğitim-sağlık-kültür vb programların yanısıra “ekonomik entegrasyon” ve altyapı projelerini finanse etme hedefi taşıyordu. Daha açık bir ifadeyle, Venezüella ALBA bankası aracılığıyla, üye ülkelerin ekonomik-siyasi-sosyal yaşamlarını IMF ve Dünya Bankası’nın ABD güdümlü politikalarından kopartarak kendi kontrolü altına almayı planlamıştı.

Petrol sektörü üzerinden oluşturulmuş olan PetroCaribe ile Venezüella, Karayip ülkelerinin petrol politikalarını yönlendirmeyi hedefledi. PetroCaribe’ye üye ülke sayısı 17 idi.

Bu politikalarla Latin Amerika ülkelerinde Çin yanlısı yönetimlerin başa gelmesi ya da seçilmiş “solcu” hükümetlerin Çin ile ilişki kurması için özel olarak uğraştı.

 

“Perde” çabuk kalktı

1999-2009 arasındaki yıllar, Latin Amerika kıtası genelinde sol rüzgarların estiği, sosyalizm söylemlerinin yükseltildiği yıllardı. Ancak bunun nedeni Chavez’in çabası ve politikaları değil, kitle hareketinin gücüydü. Tıpkı Venezüella’da olduğu gibi, ekonomik kriz kimi ülkelerde ayaklanmalara, kimi ülkelerde büyük protestolara neden olmuştu. Yükselen bir dalgaydı bu; ve egemen sınıflar için büyük bir tehdit oluşturuyordu.

Bu tehdidi gören egemen sınıflar, Küba’da olduğu gibi bir devrimle ellerindekini tümden kaybetmektense, bir süreliğine kitleleri rahatlatacak kimi adımları atmaya razı oldular. Bu koşullarda hükümetler değişti; sol söylemli adaylar seçimleri kazandı, yeni hükümetler kurdu.

Bu hükümetlerin herbiri, kitlelerin onayını alan bazı adımlar atsalar bile, hiçbir zaman sistemin özüne dokunmadılar, egemen sınıfların asıl kar alanlarını korudular, kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları konusunda kısmi düzeltmeler yapmanın ötesine geçmediler… Onların yönetim döneminde bile, kitleler en basit haklar için eylemler yapmaya devam etmek zorunda kaldı.

Bu ülkelerin birkaçına bakarak bunu açıkça görmek mümkün.

Arjantin, 2001 ekonomik krizinden en çok etkilenen ülkelerden biriydi. 2001 krizi geldiğinde, yok olmaya yüz tutmuş bir tarım, çökmüş bir sanayi, bazı kentlerde yüzde 40’lara ulaşan işsizlik ile, halkın yüzde 50’si yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Bu koşullar krizle birlikte daha da kötüleşti. IMF reçeteleri kitlelerin üzerine çöken bir karabasan gibiydi; maaşlar ödenmedi, vergiler artırıldı, özel emeklilik fonlarına el kondu. Krizin faturasını kitlelere çıkarma çabası, büyük açlık eylemleriyle karşılandı,: orta sınıf kadınların bile katıldığı tencere-tavalı yürüyüşler, işsizlerin örgütü olan piqueterosların otoyolları kapatması, işçi sendikalarının grevleri ve bunlara eşlik eden, marketlerin yağmalandığı görüntüler…

Krizin patlak vermesinin ardından iki yılda 5 kere hükümet değişikliği yaşandı. Ardından 2003 yılında “Peronist” çizgideki Nestor Kirchner seçimleri kazandı ve Arjantin, Latin Amerika’daki “sol” kervana katıldı. 2003-2015 yılları arasına Nestor Kirchner ile eşi Cristina Kirchner ülkeyi dönüşümlü biçimde yönettiler. Bu süre boyunca kitlelerin her kazanımı, yine büyük eylemler üzerinden gerçekleşti. Mesela Arjantin’in sembollerinden birisi olan “patronsuz fabrikalar”, 2001 sonrası kapatılan fabrikalarda işçilerin yönetimi ele geçirmesi ile ortaya çıkmıştı. Bu fabrikaların yeniden üretime geçmesinin ardından patronlar hak iddiasıyla ortaya çıktılar ve polisiyle-mahkemesiyle devlet kurumlarını devreye soktular. İşçiler ise fabrikalarda barikatlar kurarak, polisle çatışarak karşılık verdiler, “solcu” hükümet tarafından yönetilen devletin bu saldırılarına. 2001 sonrasında 162 fabrika “patronsuz” ilan edilmişti, yıllar süren mücadelenin ardından, bunlardan sadece 13’ünde kamulaştırma ve fabrikayı işçilerin yönetimine verme kararı çıkartabildiler.

Kirchner hükümetlerinin ilk yıllarında, saldırı programlarını yumuşatmak zorunda kaldıkları için ekonomide önemli bir düzelmeler yaşanmıştı. Sonrasında ekonomik kriz yeniden derinleşti, sömürü daha da arttı. Bu ortam burjuvazi için, yıpranan solcu yönetimi değiştirme olanağı yarattı; 2015’te sağcı-ABD’ci Mauricia Macri seçimleri kazandı.

Brezilya’nın solcu başkanı olan Lula da Silva, Brezilya’da ekonomik krize karşı yükselen kitle hareketlerinin sonucu olarak seçilmişti. Ancak seçimler sırasında patronların, IMF’nin, Dünya Bankası’nın da desteğini arkasına aldı. Ve daha seçildiğinin ilk yıllarında, 2005’te yolsuzluk, rüşvet, oy satın alma, devlet malını cebe atma, yasa dışı seçim finansmanı gibi suçlarla hedefe çakılmıştı; hükümetteki milyoner bakanlar, hükümetle iş yaparak milyarlar kazanan bankerler ve yabancı yatırımcılar tartışma konusu haline gelmişti.

Lula, “solcu” görünen Latin başkanları arasında -Chavez’den öncesi- en fazla şişirilen, öne çıkartılan bir liderdi. (Bizde de EMEP başta olmak üzere reformist partilerin gözdesi olmuştu.) Buna karşın sınıf işbirliğini en açık yapan başkan oldu. En başta ABD ile işbirliğini tamamen kesmemiş, sınırlamıştı. 2007 yılında kamuda grev hakkını yasaklama çabasına girdi. “Topraksız Kır İşçileri Hareketi” (MST) karşısındaki tutumu ise, en sorunlu olduğu alandı. 2003 yılında topraksızlara toprak dağıtacağı sözünü vererek ve MST’nin desteğini alarak seçimleri kazanmıştı. Topraksızlar 1979 yılından bu yana yüzlerce işgal gerçekleştirmiş, 90’lı yıllardan itibaren kitlesel bir güce ulaşmıştı. Brezilya’daki 27 eyaletten 23’ünde örgütlenmiş bir hareket olarak Lula döneminde yasal kazanımlar elde etmeyi bekliyorlardı. Lula ise, büyük toprak sahipleri ile doğrudan işbirliği yaptı ve seçimler sonrasında Topraksızlar’ın işgal hareketlerinin karşısında yer aldı.

Lula çok hızlı yıpranıp kitle desteğini kaybedince, ondan daha “solcu” biri çıktı bu defa sahneye. Eski bir gerilla olan ve hapis yatan Dilma Rousseff, Brezilya’nın ilk kadın başkanı oldu. 2003 yılından itibaren Lula hükümetinde yer almış olan Rousseff, 2016’da, giderek derinleşen ekonomik kriz ve yolsuzluklar nedeniyle sokaklarda yükselen kitle protestoları ardından görevden alındı. Böylece Brezilya İşçi Partisi’nin 13 yıllık yönetimi sona erdi. 2018 sonunda işler daha da kötüye gitti; açık faşist kimliğe sahip ve ABD yanlısı Bolsonaro seçimleri kazandı.

Bolivya’da 2005 yılında işçi, köylü ve yerli hareketlerin ayaklanması, Evo Morales’i yönetime taşımıştı. Ancak Morales, hemen egemen sınıflarla bir anlaşma imzaladı ve kurucu meclis seçimlerinin yapılacağı sözünü verdi. Bu koşulda, ayaklanma ile yerle bir edilmiş olan faşistler yeniden canlandılar ve meclis çalışmalarını sabote etme olanağı kazandılar.

Yerli halkların temsilcisi olan ve onların çıkarlarını savunacağı sözünü veren Morales, bu sözünü tutmadı; egemen sınıfların gücüne ve iktidarına dokunmadı. Ülkenin petrol ve doğalgaz kaynaklarını kamulaştırmıştı; ancak güneyde bulunan ve petrol-doğalgaz yataklarının yüzde 90’ını kontrol eden eyaletlerin ayrılması tartışmalarına karşı bir tutum almadı. Irkçı-faşist-ayrılıkçı hareketlere ve onların giderek güçlenen sokak eylemlerine karşı harekete geçmedi. Irkçıların köylülere ve yerlilere dönük saldırıları karşısında sessiz kaldı.

Bütün bunların sonucunda, Kasım 2019’daki seçimlerde zaferini ilan ettiğinde, ABD’nin örgütlediği bir darbeye karşılaştı. Ve ülkeyi terketmek zorunda kaldı.

* * *

Latin Amerika’daki “sol” yükseliş, 1999 yılında Venezüella’dan başlamıştı. 2009 yılında bir ABD darbesiyle Honduras devlet başkanı Manuel Zelaya’nın görevden alınması ile bu dalga kırıldı. Ardından ABD bütün gücüyle Latin ülkelerini geri kazanmak için harekete geçti. Bunun için ekonomik, siyasi, askeri gücünü sonuna kadar kullandı. Honduras darbesiyle eşzamanlı olarak Kolombiya’da yeni ABD askeri üsleri kuruldu. Yanısıra ekonomik ambargolardan seçim hilelerine kadar her yöntem kullanılarak, Latin ülkeleri üzerindeki saldırı büyütüldü.

Ancak bu ülkelerdeki “geri dönüş”lerin nedeni ABD’nin bu zorlaması değildi. Sol yönetimler kitle direnişlerinin üzerinde yükselmiş; faşist-ABD’ci-IMF’ci yönetimlere öfke duyan kitlelerin oyları ile seçim kazanmışlardı. Verdikleri sözleri tutmadıkları, kitlelerin yaşam koşullarında köklü değişimler yaratmadıkları, egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü sürdürmelerine olanak tanıdıkları için kitle desteklerini kaybettiler.

Latin Amerika solculuğu, kitlelerin devrimci ayaklanmalarını durdurmak, hareketin önünü kesmek için burjuvazinin öne sürdüğü bir politikaydı. Görünürde halkın, gerçekte ise burjuvazinin çıkarlarını savunmak için başa geçmişlerdi. Reformizmin güncellenmiş bir türeviydiler. Ve burjuva ideolojisi olan reformizmin doğal evrimini yaşadılar. Önce kitlelere bir umut olarak sunuldular; sonrasında kitleler onların gerçek yüzlerini gördükleri için işleri bitti, çöpe gönderildiler.

Sürecek

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …