Korona günlerinde yaşamak da sınıfsal!

“Korona günlerinde yaşamak da sınıfsal!” adlı kitabımız çıktı. Yayınevimizden ve kitapçılardan edinebilirsiniz.

ÖNSÖZ

Ocak ayından itibaren dünyayı, Mart ayından itibaren de Türkiye’yi etkisi altına alan koronavirüs (Kovid-19) salgını, aylar boyunca yaşamımızın en önemli unsuru haline geldi. Üstelik daha ne kadar süreceği, ne kadar etkilemeye devam edeceği belirsiz.

Kitabı yayına hazırladığımız sırada, dünya genelinde yaşa­mını yitirenlerin sayısı 500 bini, vaka sayısı 11 milyonu aşmıştı. Türkiye’de ise ölüm sayısı 5 bin 200’ü, vaka sayısı ise 204 bini geri­de bırakmıştı. Üstelik bunlar resmi rakamlar. Bütün ülkelerde ger­çek rakamlar saklanıyor; dahası aşırı yoksulluğun olduğu pek çok ülkede kayıtlar bile doğru düzgün tutulmuyor.

Yanısıra hastalara Kovid-19 tedavisi uygulanmasına rağmen, test yapılmadığı için teşhis konmuyor; böylece kayıtlara geçen res­mi vaka ve ölüm sayıları da azalıyor. Yani gerçek rakamların 3-4 katı olduğunu düşünmek için fazlasıyla veri mevcut. Ancak resmi rakamlarla bile, bu salgının dünya tarihinde, vebadan sonra yaşan­mış en etkili ve en yıkıcı salgın olduğunu söylemek mümkün.

 

Salgının nedenleri ve başlangıcı üzerinde çok tartışıldı. Çin ABD’yi, ABD Çin’i sayısız defa suçladı. Biyolojik silah olarak üre­tildiği konusunda tartışmalar yürütüldü. Ancak bu koşullarda böy­le bir tartışma, çıkmaz yoldur ve asıl görevi perdelemektedir. Her halükarda sorumlusu kapitalist sistemdir ve yapılması gereken, bu sisteme karşı mücadeleyi yükseltmektir.

* * *

Salgın dünyayı topyekun etkisi altına aldığı zaman, şu gerçek bir kere daha net bir biçimde ortaya çıktı: Herhangi bir gelişmede, her kesim bunu kendi sınıfsal konumu ile yaşıyor. Sorunun türü ne olursa olsun, etkilenme düzeyi sınıfsal oluyor. Yaşam hakkı, sağlık hakkı gibi en temel insan hakları bile, sınıfsal bir nitelik taşıyor.

Egemen sınıfların en çok kullandığı demagojilerden biri, “he­pimiz aynı gemideyiz”dir. Bununla ezilenler ve sömürülenlerin, zenginler ve sömürücülerle aynı koşullara sahip olduğu yanılsama­sını yaratmaya çalışırlar. Salgının başlangıç döneminde, virüse ya­kalanan prens, başbakan ya da ünlülerin günlerce haberlerde yer alması, bu yanılsamayı güçlendirme hedefi taşıyordu. Oysa tıpkı şairin söylediği gibi, “yaşam da ölüm de adil değil”di! Daha açık söylemek gerekirse, yaşamı da ölümü de her sınıf, kendi sınıfsal konumu ile karşılıyordu.

Virüs, zenginle fakiri ayırdetmiyor elbette; ancak zenginle fakir, virüs karşısında eşit değil. Salgın başladığı andan itibaren özel sığınağına çekilen, ada satın alıp yerleşen, sarayındaki koru­ma önlemlerini artıran süper zenginleri, en hafifinden çiftlik evine yerleşen ortalama zenginleri duyduk, okuduk. İşçi ve emekçilere düşen ise “çarklar dönecek” politikası oldu; kalabalık toplu taşı­ma araçlarına binmeye, işe gitmeye, salgın önlemleri alınmamış iş ortamlarında çalışmaya mahkum oldular. Üretim tüm hızıyla devam etti; üstelik salgın bahanesiyle işçileri daha az paraya daha çok çalışmaya zorlayarak… Keza salgın karşısında vücut direncini

artırmada en etkili unsur olarak ileri sürülen “iyi beslenme, spor, güneş” üçlüsü de yoksulların yaşamına uzaktı.

* * *

Pandemi, tüm dünyada devletler için kitle hareketlerini bas­tırmada bir bahane olarak kullanıldı. Salgının başladığı günlerde dünya ayaklanmalarla sarsılıyordu. Fransa’dan Mısır’a, Şili’den Sudan’a kadar dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçi eylem­leri yükselmişti. Salgın başladığı anda, eylemler bıçak gibi kesildi. Kimisi sıkıyönetim, OHAL (Olağanüstü Hal), karantina ya da so­kağa çıkma yasağı ilanlarıyla; kimisi de salgının yarattığı can kor­kusu tedirginliği ile…

Öylesine büyük bir “olanak”tı ki bu egemenler için; başka ko­şullarda OHAL ya da sokağa çıkma yasakları büyük direnişlerle karşılanırken, salgın koşullarında “kitle rızası” oluşturarak hayata geçirebiliyorlardı. Hatta Türkiye’de, bazı devrimci-demokrat ku­rumlardan bile “15 günlük sokağa çıkma yasağı ilan edilsin” talebi yükselebildi.

Bu koşullarda “eylem yasakçılığı” ifrada vardı, çok açık biçimde “hak gaspı”na dönüştü. 1 Mayıslar’da, işçi eylemlerinde polisin, “sosyal mesafeye uymuyorsunuz, salgın için risk oluşturuyorsu­nuz” bahanesiyle saldırdığına ve bu arada hiçbir mesafe kuralına uymadan insanları yerlerde sürüklediğine tanıklık ettik.

Fakat salgın çok hızlı bir biçimde, kapitalizmin çürüyen yüzü­nü açığa çıkardı. Kitlelerin yaşam koşullarının hızla kötüleşmesi, ekonomik çöküşün faturasının işçi ve emekçilere çıkartılması, kapitalist sağlık sisteminin halkı korumadığının görülmesi ve bu tabloyu daha da ağırlaştıran siyasi-ekonomik-insani hak gaspları… durumu hızla değiştirdi.

İlk öfke patlaması, salgını en şiddetli biçimde yaşayan ABD’den yükseldi. Bir siyahın polis şiddetiyle öldürülmesi, tüm dünyada yankılandı, eylemler dalga dalga yayıldı. Bu hareket, siyasi önemini

çok büyük iki sonucu şimdiden yarattı. Birincisi, tüm dünyada kö­lecilik, kitleler nezdinde yargılandı, mahkum edildi; tarihteki köle­cilerin heykellerinin yıkılmasına kadar uzanan bir bilinç dönüşü­mü yaşandı. İkincisi, köleliği protesto eylemleri, ABD’nin Seattle kentinde bir bölgede “bağımsızlık” ilanına dönüştü. Bu ilan, “sür­dürülebilir” bir nitelik taşımamakla birlikte, emperyalizmin impa­ratoru ABD’nin kalbine saplanan bir hançer oldu. Üstelik dünya halkları için bir örnek yarattı.

Salgının ve ekonomik krizin etkileri arttıkça, kitlelerin buna karşı direnişleri de arttı. Bu direnişler sırasında, özellikle ABD ve Lübnan’daki eylemlerde, polisin yetersiz kalıp askerlerin sokağa inmesi ve kitleye ateş açması, yeni bir evreye işaret ediyordu. Ve önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin çok daha sertleşeceği­nin göstergesiydi.

* * *

“Kamuculuk” ve “sosyal devlet” tartışmaları pandemi döne­minde bir kere daha gündeme oturdu. Özelleştirmelerin dizginsiz­ce uygulandığı ABD gibi ülkelerde sağlık sisteminin çökmesi, bu tartışmalara hız kazandırdı.

Oysa bunlar, kitleleri düzeniçi sınırlarda tutmak için bilinçli biçimde ileri sürülen tezlerdi. Çünkü kapitalist devlet, ister “ka­mucu” olsun ister “neoliberal”, sistemin azami kar hedefli yapısı değişmiyordu.

Sadece insanca sağlık hakkı için değil, insanca yaşama hakkı için de tek alternatif sosyalizmdir. Bunun dışındaki her tartışma, kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaktadır.

* * *

İngiltere merkezli yardım kuruluşu Oxfam, salgın döneminde dünya halklarının müthiş yoksullaşmasını şu sözlerle ifade edi­yor: “Açlıktan öleceklerin sayısı, Kovid-19’dan ölenlerin sayısını geçebilir!”

 

Rakamlar gerçekten de çok çarpıcı. 26 kişi, tüm dünyadaki servetin yarısını elinde tutuyor. Ve dünyada 122 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyor.

Mart başı-Haziran sonu arasındaki 4 aylık pandemi dönemin­de, Türkiye’de 1 milyon 700 bin işyeri kapandı, milyonlarca kişi işsizler ordusuna katıldı. Ama salgının başlamasından sonraki iki ay içinde milyonerlerin sayısı yüzde 33; servetleri ise 202.5 milyar lira arttı.

Küresel araştırma şirketi IPSOS’un Haziran ayında yayınladı­ğı “Dünyayı Neler Endişelendiriyor?” başlıklı rapora göre; bugün dünyayı en çok endişelendiren ilk 5 sorun, sırasıyla koronavirüs (yüzde 47), işsizlik (yüzde 42), yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik (yüzde 31), mali ve siyasi yolsuzluk (yüzde 27) ve sağlık (yüzde 23).

Türkiye’de ise ilk sırada açık ara işsizlik (yüzde 49) var. Bunu yüzde 34 ile yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik izliyor. Koronavirüs, yüzde 29 ile üçüncü sırada. Arkasından enflasyon (yüzde 27) ve vergiler (yüzde 21) geliyor.

Dünyada ve Türkiye’de, salgının bu kadar ölümcül etkilerine rağmen, işsizlik ve yoksulluk işçi ve emekçileri çok daha fazla etki­liyor, çok daha fazla endişelendiriyor.

Bunun sebebini de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, şöy­le özetliyor: “Hepimiz aynı gemide olduğumuzu zannediyorduk. Ancak bazılarının lüks yatlarda giderken, bazılarının sürüklenen enkaza tutunmaya çalıştığını farkettik. Bu yaşanan, 1870’ten bu yana en büyük çöküştür!”

Artık burjuva kurumların sözcülerinin bile inkar edemeye­cekleri kadar büyük bir ekonomik (ve siyasi) çöküşün yaşandığı ayan-beyan ortadadır. Bugüne kadar yaşanan krizler, 1929’daki “Büyük Buhran” ile kıyaslanırdı; ilk defa onu da geçerek, 1870’ler­deki krize benzetiliyor.

Ancak 1870’lerdeki büyük çöküşün bir yanında işçi ve

emekçilerin aşırı yoksullaşması dururken, diğer yanında Paris Komünü de içinde olmak üzere devrimler, halk ayaklanmaları, işçi eylemleri vardır.

Koronavirüs salgını, hem dünyada hem de Türkiye’de kapitalist sistemin işçi ve emekçilere bir vaadinin olmadığını, açık biçimde gösterdi. Sınıfsal çelişkileri olanca açıklığı ile gün yüzüne vurdu.

Salgının başladığı günlerde, egemen sınıflar “salgın küresel, mücadele ulusal” sloganını üretmişti. Buna karşılık biz de “salgın küresel, mücadele sınıfsal” sloganını yükselttik. Bugün bu slogan kitlelerde giderek daha fazla yankı bulmaktadır.

İşçi ve emekçiler, hem Türkiye’de hem dünyada salgın öncesi­ne göre çok daha ağır ekonomik ve siyasi baskılarla karşı karşıya­dır. Ve bu baskılar, hak gaspları, eskisine göre daha güçlü, daha kararlı kitle eylemleriyle, direnişlerle karşılanmaktadır.

* * *

“Yaşamak”, sadece “hayatta kalmak” mıdır? Sadece nefes al­mak, yemek yemek, uyumak-uyanmak mıdır?

Egemen sınıfların korona günlerinde bize anlattığı “yeni nor­mal” bu aslında. İnsanı insan yapan en önemli unsurları yoket­meye, unutturmaya çalışıyorlar. Sosyalleşmek, kültürel etkinlik­ler, seyahat özgürlüğü, hatta sokağa çıkma özgürlüğü, hak arama mücadelesi… Korona günlerinde bunların hepsi lanetli ilan edildi; “bizim sağlığımızı korumak için” yaşamlarımızın tamamını kont­rol altına almak meşrulaştırıldı; “güvenlik” önlemleri adına faşist baskılar hayatın her alanını kuşattı.

Artık “HES kodu” almadan seyahat edemiyor, plajda kendi ailesiyle yanyana güneşlenirken kolluk güçlerine ya da burnuna dayatılan televizyon kameralarına hesap vermek zorunda kalıyor, hakları için sokağa çıktığında “sosyal mesafe” diye para cezasına ya da polis saldırısına maruz kalıyor insanlar. Metal patronları iş­çilerin boynuna çipli boyunduruk takıp, hangi işçilerin yanyana

gelip birbirleriyle konuştuklarını tespit etmeyi planlıyorlar.

Elbette ki tedavisi ve niteliği tam olarak netleşmemiş olan ko­ronavirüse karşı sağlığımızı korumak durumundayız. Ancak, doğa tahribatının boyutu nedeniyle bundan sonra sürekli biçimde ye­ni-bilinmeyen-ölümcül salgın hastalıklarla karşı karşıya kalacağı­mızı da biliyoruz. Ve kalan ömrümüzün tamamını, bu koşullarda, bu kadar devlet denetimi-baskısı-terörü altında, bu kadar kuşatıl­mış-yasaklanmış koşullarda, tüm kişisel-insani ihtiyaçlarımızdan “fedakarlık” yaparak sürdürebilmemiz mümkün değil. Nazım ustanın dediği gibi, “yaşamak… yosun solucan misali…” en başta “insani” değil…

Üstelik egemen sınıflar halkı tüm insani ihtiyaçlarından vazgeçmeye zorlarken, üretim tüm vahşetiyle devam ediyor; Sakarya’daki havai fişek fabrikasında olduğu gibi, salgın koşulları işçilerin ölümüne çalıştırılmasına vesile yapılıyor; sömürü ve hak gaspları artırılıyor. Bu arada burjuvazi kendi lüks ve safahatını daha da büyütüyor.

Kapitalizmin bize sunduğu “yaşamak”ın en özet hali budur: Pervasız işgücü sömürüsü, bitmek-tükenmek bilmez sağlık sorun­ları, “yosun-solucan misali” bir hayat…

Bu yönüyle de, salgına karşı mücadelenin tek yolu, kapitalizme karşı mücadele etmekten geçiyor. Kısa vadede hak gasplarına kar­şı, ancak genel olarak kapitalizmin kendisine karşı mücadeleden… Salgınları önlemek için “virüsleri” değil, kapitalizmi yoketmek ge­rekiyor çünkü.

* * *

Doğanın tahrip edilmesinin bir sonucu olarak yaşanan koro­navirüs günlerinde, doğanın da nefes aldığını gördük. Karantina ve sokağa çıkma yasağı uygulamaları, havaya-suya-toprağa bıra­kılan atıkların azalmasına neden oldu. Gökyüzünün rengi açıldı, fabrika atıklarının karıştığı dereler berraklaştı. İstanbul boğazında

yunuslar yüzmeye başladı. Uzaydan çekilmiş fotoğraflarda, kirlili­ğin azaldığı görüldü. Buzullardaki erime yavaşladı.

Bir kere daha kanıtlanmış oldu: Yarattığı tahribat ne kadar bü­yük olursa olsun, kapitalizm doğanın üzerinden elini çektiğinde, doğa kendisini toparlayacak kadar güçlü dinamiklere sahiptir.

* * *

Bu kitabı Talat Sürer yoldaşa atfediyoruz. Onu 8 Mart gecesi, kalp krizinden kaybettik. Koronavirüs salgınının tüm dünyaya ya­yıldığı bir dönemde, Türkiye’deki ilk resmi vakanın açıklanmasın­dan 3 gün önce…

Öldüğü gece, odasına çekilmeden önce ailesiyle yaptığı son ko­nuşmada, koronavirüsün ilk önce ve asıl olarak işçileri, yoksulları etkileyeceğini ifade etmişti. Kendisi işçiydi ve sınıfının sezgileriyle, gelmekte olanı öngörmüştü.

Bugün işçi sınıfı, kendisiyle birlikte tüm insanlığı, hatta tüm canlıları kurtarmakla karşı karşıya. Çünkü kapitalizm sadece in­sana değil, doğaya da düşman yüzünü ortaya koydu. Salgınların giderek bu kadar sık ve yıkıcı yaşanması boşuna değil. Bu sistem dünyayı bitirmeden, sistemin yerle bir edilmesi gerekiyor.

Rosa Lüksemburg’un ünlü sözü, korona günlerinde tüm ya­lınlığıyla kendini bir kez daha kanıtladı: “Ya barbarlık içinde yok oluş, ya sosyalizm!”

Ortasında bir yol yok! Ve insanca, sağlıklı bir yaşam için, sosya­lizm dışında başka bir seçenek de yok!

Temmuz 2020

 

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …