Savaş ve kriz koşullarında DEVRİM CEPHESİNİN DURUMU-III

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden

bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.

 

B- AVRUPA “REFORMİZMİ”NİN YENİLGİSİ

 

Latin Amerika’da “sosyalizm” dalgası geriye çekilirken, bu defa Avrupa’dan reformizm dalgası yükseltildi. Latin Amerika ülkelerinde solcu başkanların artık seçimleri kaybettiği ya da Amerikancı darbelere maruz kaldığı bir dönemde, Avrupa reformizmi yükselişe geçmişti. Ve “parlamenter yoldan devrim” vadeden Avrupa reformizmi, Latin “sosyalizmi”nden birkaç adım geriyi ifade ediyordu.

Latin Amerika “solcu”luğunda “sosyalizm” söylemleri ve eski devrimci-gerilla önderleri baskındı; kitleleri maniple etmek için bunlar etkili biçimde kullanılmıştı. Avrupa reformizminde ise, bunlara bile ihtiyaç duyulmadı. Hafif muhalif-solcu söylemler ve genç-parlak-eğitimli kadrolar, Avrupa reformizminin temsilcileri olarak sivrildiler. Yunanistan’da Çipras (Syriza), İspanya’da Iglesias (Podemos) bu akımın sembolleri oldular.

Üzerlerinde yükseldikleri zemin ise, 2011’deki Arap isyanlarının ardından Avrupa’da ortaya çıkan büyük kitle dalgası oldu. Özellikle İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde, kitleler günler boyunca meydanları işgal ettiler, genel grevler, direnişler gerçekleştirdiler. Ekonomik ve siyasi baskılardan bunalan kitlelerin önüne, bu defa reformistler “çözüm” olarak çıkarılmıştı.

 

Yunanistan’da Syriza rüzgarı

Syriza (Radikal Sol Koalisyon) lideri Alexis Çipras, 25 Ocak 2015 tarihinde Atina’nın Syntagma Meydanı’nda seçim zaferini ilan eden konuşmasında şu sözleri söylemişti: “Yunanistan bir felaket olan kemer sıkmayı geride bırakıyor. Korkuyu, otokrasiyi, beş yıldır süren aşağılanmayı ve acıları geride bırakıyor.”

Çok parlak bir ambalajla hükümet koltuğuna oturmuştu Syriza. Ancak “zaferi” göründüğü kadar büyük değildi; seçimlere katılım yüzde 64’te kalmıştı. Yani her 3 Yunanlıdan biri, Syriza’ya ve parlamentoya güven duymadığını göstermişti.

Üstüne üstlük Çipras’ın vaatlerinin aksine, Yunanistan yakın tarihinin belki de en ağır “kemer sıkma politikalarını, otokrasiyi, korkuyu, aşağılanmayı ve acıları”, Syriza yönetiminde yaşadı.

Syriza 2004 yılından itibaren parlamentoda yeralan, feministinden troçkistine her tür akımı içinde barındıran bir koalisyondu. 2008’den sonra ise yaşanan ekonomik kriz, Yunanistan’ın “iflası” ve AB’nin dayattığı ekonomik saldırı paketleri, Syriza’nın vaatlerinin kitlelerde yankı bulmasına neden oldu. 2015 seçimleri öncesinde Yunanistan’da işsizlik oranı yüzde 27’yi, genç işsizlik yüzde 50’yi aşmıştı, halkın yüzde 30’u yoksulluk sınırının altına düşmüştü.

İşsizlik-yoksullaşma ile birlikte eylemler de artınca, Syriza’nın oy oranları yükseldi. Syriza, kitlelerin ağır ekonomik ve siyasi baskılar karşısında en fazla tepki duyduğu ve uğruna mücadele ettiği talepleri, vaade dönüştürerek kazandı seçimleri. İhtiyacı olanlara kira ve gıda yardımı; yoksulluk sınırının altında yaşayanlara bedava elektrik ve bedava ısınma hizmeti ile ücretsiz toplu taşıma kartı; asgari ücrete ve emekli maaşlarına zam; zenginlerden ekstra vergi; sağlık reformu; kriz nedeniyle kamuda işten çıkarılanların geri alınması ve iki yıl içinde 300 bin kişilik yeni bir istihdam programının yaratılması; kamudaki özelleştirmelerin durdurulması; halkın bankaya ödeyemediği borçlarının silinmesi; AB’den ayrılmak…

Syriza kitlelerin beklentilerini ifade eden talepler ile rüzgarı yükseltirken, seçimlerden hemen önce gerçekte durduğu yeri göstermek ve egemen sınıflara güvence vermek adına üç temel karar açıkladı. Birincisi, 350 milyar doları aşan dış-borcu meşru kabul etti ve ödeme sözü verdi. Oysa bu borçlar patronlara peşkeş çekmek için alınan borçlardı. Dahası, 2001’de Arjantin örneğinde olduğu gibi, borçları ödemeyeceğini duyurma olanağı-hakkı da vardı. İkincisi, Syriza AB’de kalma sözü verdi. Bu söz, seçimlerden 5 ay sonra imzaladığı kredi anlaşmasını, zaten imzalamaya hazır olduğunu göstermeye yetiyor. Sadece kitleleri oyalamak ve AB karşısında direnmiş-çaresiz kalmış görünmek için anlaşmayı 5 ay geciktirdi. Üçüncüsü, NATO’nun Ortadoğu başta olmak üzere sürdürdüğü askeri politikalarına desteğini sürdüreceğini göstermek için, NATO yanlısı ırkçı-faşist ANEL partisi ile koalisyon olasılıklarını daha seçimlerden önce görüşmeye başladı; seçimlerden hemen sonra iki gün içinde de ANEL ile koalisyonu kurdu.

Bu üç konu, Syriza’nın egemen sınıflara ve AB-ABD emperyalistlerine bir tehdit oluşturmayacağına dair güvence vermek anlamına geliyordu. Kitlelere “parlamenter yoldan devrim” vadetmesine ve ekonomik refah düzeyini artıracak sözler vermesine rağmen, gerçekte burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini ilan ediyordu. Öyle de oldu.

Seçimlerden sadece 5 ay sonra Çipras hükümeti, Troyka’nın (AB, AB Merkez Bankası ve IMF) son derece ağır dayatmalarına imza attı. Kredi anlaşmasının koşulları Yunanistan için öylesine ağırdı ki, ABD ve Avrupa’nın burjuva basını bile “Almanya ardında bir köle devlet bıraktı”, “Yunanistan’a işgal edilmiş düşman ülke muamelesi yapıldı”, “Yunanistan’ın yalnızca 50 bakireyi Berlin’e göndermediği kaldı” gibi değerlendirmeler yaptılar. Üstelik anlaşmanın takibi için Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye’sine benzer biçimde “Yunan Cumhuriyeti Varlık Geliştirme Fonu” oluşturuldu.

Aslında kredi anlaşmasının koşullarının bu kadar ağır olması gerekmiyordu. Yunanistan ekonomisi, AB ekonomisinin sadece yüzde 1,3’ü, dünya ekonomisinin ise yüzde 0,3’ü kadar büyüklüğe sahipti. Bu rakam, Yunanistan’da borçları ertelemek, hatta toplumsal çöküşü önleyecek ek kaynak sağlamak için AB ekonomisinin fazla zorlanmayacağını gösteriyor. Bu kadar ağır bir “saldırı reçetesi” uygulanmadan da AB’nin Yunanistan’a kaynak aktarması mümkündü. Ancak AB’nin bunu yapması, kapitalizmin ruhuna-işleyiş yasalarına aykırı bir durum olurdu. Keza Yunanistan üzerinden tüm AB halklarına bir örnek yaratılması, daha açık bir ifadeyle bir “ders verilmesi” gerekiyordu. Bu nedenle, Syriza hükümeti 5 ay boyunca direnmiş göründükten sonra, çok ağır koşullarda bir anlaşmayı imzaladı.

Anlaşma öncesinde Syriza hükümeti, bu kölelik koşullarına kitlelerin onayını almak için bir “referandum” gerçekleştirdi. Bu anlaşmanın ne kadar “kaçınılmaz” hale geldiğini “kanıtlamak” için hükümet demagogları fazlasıyla çalıştılar. Buna rağmen referandumu kaybettiler. Referandumun göstermelik olduğu da burada ortaya çıktı; kitlelerin “AB ile anlaşmaya hayır” dediği referandumdan iki hafta sonra anlaşmayı imzaladılar.

Bu anlaşmaya bir de “tembel Yunanlılar” aşağılaması eşlik ediyordu. AB basını, Yunan halkının çalışmadan, tembellik ederek refah içinde yaşadığını propaganda ediyordu. Ancak bu tam bir yalandı: Mesela medya Yunan halkının emekli maaşlarının çok yüksek olduğunu iddia ederken, Yunanistan’da emeklilerin maaşları 2010-2015 yılları arasında yüzde 50 oranında düşürülmüştü ve 2015’te emeklilerin yüzde 45’i 665 eurodan daha düşük emekli maaşı alıyordu.

Troyka ile yapılan anlaşmanın ardından Yunanistan halkı için yoksullaşmanın daha da derinleştiği, ekonomik krizin faturasının kitlelere daha fazla yüklendiği bir dönem başladı. Özelleştirmeler artırıldı, emekli maaşları daha da düşürüldü, emeklilik yaşı yükseltildi, kamu kaynaklarının önemli bir kısmı orduya devredildi, altyapı projeleri ile istihdam yatırımları azaltıldı, gıda ürünlerinde KDV yüzde 23’e çıkarıldı, sağlık ve eğitim gibi temel sosyal haklarda milyarlarca euroluk kesintiler yapıldı, asgari ücret tırpanlandı, sosyal güvenceli çalışma “istisna’ya dönüştü, işten çıkarma tehditleri düşük ücretlere ve hak gasplarına boyun eğmeye zorladı, grev hakkını kısıtlayan bir yasa çıkartıldı.

Syriza döneminin sonunda Yunan gençliğinin yarısı işsiz, halkın üçte biri yoksul, 18-35 yaş grubunun yarısı da yakınlarının mali desteğine bağımlı hale gelmişti.

Uluslararası ilişkiler cephesi de Syriza’nın “sınıfta kaldığı” bir tablo oluşturdu. Yunanistan’da, savaştan kaçan Ortadoğulu mülteciler için insanlık dışı toplama kampları oluşturuldu. Yemen’de katliam yürütmekte olan Suudi devletine büyük miktarda silah satıldı. İsrail ile bağlar güçlendirildi ve “stratejik ittifak” tanımlaması getirildi. Pire Limanı’nın iki terminali 35 yıllığına Çin’e kiralanarak Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”nin Avrupa’ya ulaşmasında çok önemli bir ayak oluşturuldu. Bir taraftan NATO ile ilişkiler düzeltilirken, diğer taraftan Çin’in Avrupa’ya dönük planlarını gerçekleştirme görevi üstlenildi. Bu arada AB’nin dayatmasına rağmen Ukrayna’da süren savaş nedeniyle Rusya’ya yönelik yaptırımlara Yunanistan’ın ortak olmayacağı açıklandı.

Yaklaşık 4,5 yıl boyunca çalkantılarla süren Syriza yönetimi, attığı her adımda kitlesel protestolar, grevler, eylemler, polis saldırısına karşı çatışmalarla karşılandı. Bunun sonucunda 2019 Temmuzu’nda seçimler gerçekleştirildiğinde, açık bir yenilgi alan Çipras, hükümeti bırakmak zorunda kaldı.

Vaatlerinin hiçbirini yerine getirmeyen, Yunan halkını öncesinden de daha büyük bir açlık ve sefaletle karşı karşıya bırakan; Avrupa’nın hiçbir ülkesi ile kıyaslanmayacak kadar vahşi bir ekonomik ve siyasi tablo oluşturan, aynı zamanda burjuvazinin sömürüsünü katmerlendirmekte araç olan Çipras hükümeti, giderken bile pişkince “kazanımlar”dan sözediyor; ve bu konuda kendilerine “teşekkür etmeyen” kitleleri suçluyorlardı.

 

İspanya’da postmodern liderlik: Podemos

Syriza ile aynı kulvarda olan Podemos (Yapabiliriz) hareketi, Ocak 2014’te kurulduktan sadece 4 ay sonraki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, İspanya’nın 4. partisi oldu. Birdenbire ortaya çıkan bu başarı her kesimi şaşırtmışken, Mayıs 2015’te Podemos İspanya iç siyasetinde de önemli bir seçim başarısı elde etti. Seçimleri kazanamadı, ancak öncesinde oldukça etkili mitingler gerçekleştirdi ve Madrid, Barcelona gibi son derece önemli iki kentte dengeleri belirleyecek bir başarı kazandı.

Podemos, 2008 ekonomik krizinin ardından büyüyen kitle hareketi sonrasında, 2011-12 yıllarında “İspanya’nın Gezi’si” sayılan “Puerta del Sol” hareketinin üzerinden kurulmuştu. Bu eylemlerde sokaklara dökülen milyonlarca kişi, parlamentodaki partilere büyük bir güvensizlik taşıyor, yolsuzluklara tepki gösteriyor, “eşitlik” istiyor, sistemi değiştirmeyi hedefliyordu. Podemos bu hareketin içinde yer alan gençlerden besleniyordu. Podemos’un lideri Iglesias, twitter’ı iyi kullanan, gençlerin dilinden anlayan, kendisi de genç ve medyatik bir figür olarak, onların sorunlarına cevap olacak bir “önder” gibi gösterildi, parlatıldı. İspanya’da genç işsizliğin yüzde 56’ya ulaştığı, yaklaşık 700 bin ailenin hiçbir gelire sahip olmadığı, ücretlerin yüzde 7 oranında düşürüldüğü, bir avuç sömürücü devasa servet biriktirirken kitlelerin ezici çoğunluğunun yoksullaştığı İspanya’da, Podemos’un estirdiği rüzgar hızla büyüdü, kitleselleşti.

Podemos (ve lideri Pablo Iglesias) Syriza ile aynı kulvarda yer alan bir partiydi. Ancak programı, söylemleri ve vaatleri, Syriza’nın bile epeyce gerisindeydi. Syriza’nın programına karşı AB emperyalistlerinin tepkilerinin ardından, Podemos’un programı daha geriye, emperyalistler için kabul edilebilir düzeye çekildi.

Mesela seçim vaadi, İspanya’nın borçlarının “bir kısmının silinmesi için çalışmak”tı. Mücadele hedefi; “emperyalistler, kapitalistler” değil, “üsttekiler, elitler” gibi son derece belirsiz ve sınıfdışı kavramlarla ifade ediliyordu. Mücadele edenler ise “alttakiler, bizler” oluyordu; “işçi sınıfı, emekçiler, ezilenler” değil. Genç, parlak ve kitleleri coşturan bir lidere ve kadrolara sahiptiler; kitlelere sınıfsal ayrımlardan azade bir “mücadele” çağrısı yapıyorlardı. “Devrimci”, “komünist”, “solcu” gibi tanımları kendilerinden uzak tutuyorlardı. Siyasal duruşlarını öylesine belirsizleştirmişlerdi ki, İspanya’da geleneksel mücadele modeli olan “Cumhuriyetçi” kavramını bile reddediyor; “sağ-sol ayrımının dışında” durduklarını ifade ediyorlardı. Podemos’un lideri Iglesias, “işçi” ve “sosyalist” sözcüklerini “bölücü” olarak tanımlarken, “monarşi İspanya’da en çok değer verilen kurumlardan biridir” sözleriyle, sınıf uzlaşmacılığının da ötesine geçerek, egemen sınıfların safında yer aldığını ortaya koyuyordu. Kayda değer en önemli vaadi, Katalanların bağımsızlığı için oylama yapılmasını savunmasıydı; ancak bunu Katalan milliyetçiliğini destekleyerek ve işçilerin burjuvazi karşısında birleşmesini reddederek yapıyordu. Bir de “yozlaşmış politikacılardan kurtulmak”tan sözederek kitle desteğini büyütüyordu.

Bu koşullarda Podemos kısa bir süre için, biraz da Syriza’nın rüzgarına girerek yükseldi; ancak Syriza bile seçimlerden hemen sonra uyguladığı politikalarla kitlelerin tepkisini çekince, Podemos seçim bile kazanmadan sönüp gitti.

 

Avrupa’nın “sol”u, burjuvazinin temsilcisidir

2010’lar, Avrupa’da “solcu” hükümetlerin, seçim kazanamasa da kitlelerin nezdinde “umut” olarak sivriltilen partilerin-kişilerin hızlı parlayıp-hızlı söndüğü bir çok örneğe tanıklık etti.

İngiltere’de İşçi Partisi’nin lideri olduktan sonra, 2017 yılında partisinin oylarını yüzde 40’lara çıkaran Jeremy Corbyn; “İtalya’nın öfkelileri”nin desteğini alarak oy patlaması yapan eski komedyen Beppe Grillo; ardından yine İtalya’da 2014 yılında seçim kazanarak hükümet kuran ama resmi arabaları azaltmak, kabinenin yarısını kadınlara ayırmak, bakan sayısını düşürmek vb. dışında çok da bir icraatı olmayan Matteo Renzi, bunlardan bazılarıdır.

“Devrimler ülkesi” Fransa da bu dalgadan etkilenmişti. Fransa’da 2012 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalist Parti Genel Sekreteri François Hollande kazandığında, “Fransa’da ‘sol’ kazandı” diye alkış tutmuştu reformistler. Sarkozy’nin ardından Hollande’nin gelişi, “solun zaferi” olarak lanse edilmişti. Oysa Fransa halkı açısından 2012 seçimleri, içeride işsizlik, yoksulluk, sosyal hakların gaspı; dışarıda Libya ve Suriye’de saldırgan savaş politikalarının mimarı olan Sarkozy’den kurtulma seçimleriydi. Hollande’yi seçmek için değil, Sarkozy’den kurtulmak için oy kullanmışlardı.

Ancak Hollande dönemi de bundan farklı olmadı. Döneminin sembolü ise, 2016 baharına damgasını vuran “gece ayakta” eylemleri oldu. Eylemlerin nedeni, esnek çalışmayı yaygınlaştıran, işten çıkarmayı kolaylaştıran, sendikal hakları patronların lehine düzenleyen, on saatlik işgününü oniki saate çıkaran, “çıraklık” adı altında çocuk işçilik yapanların da çalışma koşullarını ağırlaştıran yeni bir yasa tasarısının gündeme gelmesiydi. Başta gençler olmak üzere geniş kitleler bu yasaya karşı, aylar boyunca sokak eylemleri ve grevler gerçekleştirmiş, polis saldırılarına karşı çatışmıştı. “Sosyalist” Hollande’nin sonunu getiren de bu eylemlerle açığa çıkan kitle öfkesi olmuştu.

Çipras ve Podemos başta olmak üzere Avrupa reformistlerinin asıl görevi sisteme karşı mücadele ediyor gibi görünerek sistemden hoşnutsuz olan kesimleri sisteme entegre edebilmekti. Bunu çok yönlü olarak başardılar.

En başta, sisteme karşı hoşnutsuzluğu fazla ve arayış içinde olan gençleri etkilemeyi başardılar. Genç işsizliğin en yoğun olduğu, gençlerin gelecek kaygısının derinleştiği, parlamentodaki partilerden ve parlamentonun kendisinden umudunu kestikleri bir dönemde, bu gençlere tek çıkış olarak yeniden parlamentoyu gösterdiler. Kapitalist sistemin hem en önemli sembolü, hem de en çürümüş kurumu olan parlamento, bu partiler üzerinden kendisini aklamış oldu. Kitlelerin sisteme karşı öfkelerinin çok yüksek olduğu, sistem-dışı arayışların giderek daha fazla karşılık bulduğu bir dönemde, bu partiler kitleleri sistem için-burjuvazi için “tehdit” olmaktan çıkardı.

İkincisi, asıl oy tabanlarını, kendilerinden daha “sol”da bulunan partilerden alarak oy patlamaları gerçekleştirdiler. Böylece adında “komünist” ya da “sosyalist” geçen parlamento partilerini marjinalleştirdiler ya da parlamento dışına düşürdüler. Yunanistan’da Albaylar Cuntası’na karşı direnişin içinden doğan PASOK, İspanya’da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) gibi… Bu partiler zaten komünist-sosyalist değildi, bu yanıyla sistemin dışında da değildiler. Ancak burjuvazinin, bu düzeydeki bir muhalefete bile tahammülünün kalmadığı, bu düzeydeki bir muhalefeti bile parlamentodan silmek istediği bir dönemde, bu görevi yerine getirmiş oldular.

Üçüncüsü, en ağır saldırı programları, “sol” görünen bir hükümet döneminde çok daha rahat gerçekleştirilebilir. “Sol” hükümet kitleleri maniple etme, dikkatlerini dağıtma, mücadele azmini zayıflatma rolünü, çoğu zaman faşist bir hükümetten daha başarılı biçimde uygular. Burjuvazinin dizginsiz bir sömürüye ihtiyaç duyduğu bir dönemde, büyük bir kitle direnişi üzerinden kendini büyütmüş, kitlelerin oyunu-onayını almış bir hükümet, faşist-gerici bir hükümete göre daha başarılı olur.

Dördüncüsü, mücadelenin yüksek olduğu, kitlelerin hareketli ve sokakta olduğu ülkelerde, parlamenter bir “alternatif”, burjuvaziye geçici bir soluklanma olanağı sağlar. “Umut” olarak piyasaya sürülen reformist parti, kitlelerde beklenti oluşmasını sağlar ve sokak eylemlerinde, direnişlerde kısmi bir azalmaya yol açar. Bu durum burjuvaziye zaman kazanma, nefes alma olanağı yaratır.

2010’larda Avrupa’da yükselen reformist hareketler, burjuvaziye tüm bu cephelerde oldukça faydalı biçimde “hizmet” ettiler. Kitle hareketlerinin devrimci birikimlerini parlamentarizmin potasında erittiler. Misyonlarını yerine getirdiler ve sonrasında tarihin çöplüğüne gittiler.

Ancak onların, yıldızlarının parladığı süre boyunca, sadece Avrupa’da değil, dünyanın pek çok bölgesinde kayda değer bir etki oluşturduğunu da belirtmek gerekiyor.

Mesela Türkiye’de ilk “başkanlık seçimleri”nin yapıldığı dönemde, kitlelerde bu seçimlere karşı büyük bir tepki ve başkanlık sistemini reddeden bir tutum vardı. Bu koşullarda HDP, Selahattin Demirtaş’ı “başkan adayı” olarak seçimlere soktuğunda, oy kullanmaya gitmeyecek olan geniş bir kesimi sandığa taşıma görevini üstlenmiş, böylece başkanlık sistemini de meşrulaştırmış oldu.

Bir başka örnek Yunanistan’da Syriza’nın seçimleri kazandığı dönemde, Türkiye’de hem HDP’nin hem de ÖDP’nin, tıpkı Syriza gibi seçimleri kazanma, hükümeti kurma hayallerinin atağa kalkmasıdır.

Elbette bu dönemin de sonuna gelindi. İşçi ve emekçiler, Avrupa reformizminin gerçekte burjuva politikasının bir parçası olduğunu, acı bir deneyimle öğrendiler. Avrupa reformizmi de miadını doldurdu, tarihin çöplüğüne gömüldü.

 

C- DEVRİMSİZ “HALKÇILIK”OLMUYOR

 

Gerek Latin Amerika “sosyalizmi”, gerekse Avrupa “reformizmi”nin kitlelere dönük vaadi, “halkçı” politikalar izlemek üzerine şekillenmiştir. Seçim programlarında da bu vardır, söylemlerinde, hatta kimi zaman icraatlarında da.

Ancak bu durum bir kafa karışıklığı yaratmaktadır. “Halkçı” olmanın kriteri nedir?

I.Emperyalist savaş sonrasında dünya genelinde bir çok ülkede “halkçı” iktidarlar başa gelmişti. O ülkelerde gerçekten de kitlelerin yaşam koşullarında önemli iyileştirmeler gerçekleştirilmiş, “halk”ın ekonomik-siyasi talepleri büyük oranda karşılanmıştı. Bugün ise, bu türden söylemler, asıl olarak kitleleri “kandırma”ya, dikkatleri dağıtmaya hizmet ediyor; halkçı yönetimler döneminde de işçi ve emekçilerin yaşam koşullarında kayda değer iyileştirmeler yaşanmıyor. Böyle olmasının nedeni, iki dönem arasında çok temel farklılıkların olmasıdır.

Birincisi, II. Emperyalist savaş sonrasında kurulan “halkçı” yönetimlerin tümü de devrimini yapmış ülkelerdir. Bugünküler ise seçimle ya da darbeyle başa gelmiştir.

Devrimini gerçekleştirmiş olmak, o ülkelerde özsel değişimler yaratır. Komünist ya da devrimci partiler güçlüdür, kitlelerin örgütlülük ve bilinç düzeyi yüksektir. Devrimi başarmanın verdiği özgüven, devrim süreci boyunca örgütlü hareket etmenin getirdiği kolektif disiplin, mücadele içinde yaşanan eğitim ve bilinç dönüşümü, devrim sonrasında kitlelerin en büyük avantajıdır. Devrim gerçekleştikten sonra kurulan iktidar, bu devrimi gerçekleştirmiş olan işçi ve emekçilerin taleplerini önemli oranda dikkate almak durumundadır. Kitlelerin yıkıcı gücü, başa geçen halkçı yönetim için bile bir tehdit niteliği taşımaktadır çünkü.

Bugünkü halkçı yönetimlerin bulunduğu ülkelerde ise, kitle direnişleri vardır ancak devrim yapacak düzeyde bir güç ve örgütlülük sözkonusu değildir. Tersine, yaşanan kitle direnişlerinde örgütsüzlük, kendiliğindenlik yaygındır. Hatta son dönem kitle direnişlerinde, hareketin önderliğinin olmaması, disiplin ve güç sağlayacak bir hiyerarşinin bulunmaması bir övünç unsuruna dönüştürülmektedir. Oysa tam da bu örgütsüzlük-şekilsizlik-öndersizlik, direnişin güçsüzlüğünü ve yenilgisini getirmektedir. Bu eksiklikler, kitlelerin sistemden kopuşunun önündeki en önemli engellerdir. Ve bu koşullarda yapılan seçimler, sistemin kendisini yenilemesini getirmektedir. Hangi parti işbaşına gelirse gelsin, sistemin temel kuralları işlemeye devam eder. Dolayısıyla bugünkü halkçı yönetimlerde kitleler, daha sürecin başında yeniktirler.

İkincisi, demokratik devrimini yaparak iktidara gelen halkçı yönetimler, en başta emperyalizme karşı savaş vermiş olduğundan, ilk işleri emperyalist boyunduruktan kurtulmak, her yönden bağımsız bir ülke haline gelmek olmuştur. Bu yönetimlerin emperyalist politikaları izlemeleri zaten mümkün değildir. Oysa günümüzdeki halkçı yönetimler, emperyalistlere sözler vermekte ve temel çıkarlarını koruyan bir çizgi izlemektedirler.

Üçüncüsü, II. Emperyalist Savaş döneminde kurulan halkçı yönetimler, sosyalist kampın parçasıydılar; bugünküler ise emperyalist-kapitalist kampın içindedirler.

Sosyalist Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki sosyalist kamp içinde bulunan halkçı iktidarlar, dünya genelinde sosyalizmin prestijini ve enternasyonal dayanışmanın gücünü üzerlerinde hissediyorlardı. Bu, işçi ve emekçilerin çıkarlarının-haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda onları zorlayan veya teşvik eden bir unsurdu. Bugünkü “halkçı” olma iddiasındaki yönetimler ya da partiler ise, bir emperyaliste karşı başka bir emperyalistin kanatları altına girmekle karşı karşıyalar. Asıl olarak da ABD emperyalizmine karşı Çin ya da Rusya ile kurulan ilişkiler belirleyici oluyor. Ancak bu durum kitlelerin yaşamlarında bir fark yaratmıyor.

Dördüncüsü, devrimini yapan ülkelerin, burjuvaziyi mülksüzleştirme yolunda attığı adımlar, ülkenin temel yapısını-karakterini değiştirmişti. Bugünküler ise, burjuvaziye verdikleri sözler sayesinde seçimleri kazanabiliyorlar.

Devrim yapan ülkelerde burjuvazinin kısmen mülksüzleştirildiği koşulda bile, ülkenin ekonomisi ve geliri, öncelikle kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmaktaydı. Seçimle gelen yönetimler ise, öncelikle burjuvaziye verdikleri sözleri yerine getirmekle yükümlüler. Zaten seçimleri kazanma sebepleri de, burjuvaziye aktarılacak kaynaklar konusunda kitleleri ikna edebileceklerine dair verdikleri güvencedir. Bu durum güncel örneklerde fazlasıyla belirgindir. Venezüella, petrol gelirlerinin önemli bir kısmını burjuvaziye aktarırken, küçük bir kısmıyla kitlelerin refah düzeyini yükseltmeyi başarmıştır. Petrol geliri olmayan, ekonomisi asıl olarak turizme dayanan Yunanistan’da ise Syriza, emperyalistlerle çok ağır koşullarda kredi anlaşması imzalamış; üstelik verilen kredinin önemli bir bölümünü yine Yunan burjuvazisine aktarmıştır.

Beşincisi, devrimini yapmış ülkelerde, öncelik planlı ekonomi ile ülkenin sanayi ve tarımda kendine yeter hale gelmesidir. Bugünkü halkçı yönetimler ise, ülke ekonomisini emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda düzenlemeye devam ederler.

Emperyalist “işbölümü”, bağımlı ülkelerin ekonomilerinin gelişmesine izin vermez. Sanayi ve tarımı güçsüzleştirir, ülke ekonomisini birkaç sektörle sınırlandırır. Venezüella’da petrol, Yunanistan’da turizmin olması gibi. Bunların dışında kalan sektörler, emperyalist yağma ve talana açılır, özelleştirilir, yokedilir. Mesela Türkiye’de son on yılda çiftçiye ekim yapmaması için devlet tarafından para ödenmektedir.

Devrimini yapmış ülkeler öncelikle bu durumu değiştirirler. Üç milyon nüfuslu küçük Arnavutluk’un bile, sanayi ve tarımda güçlenme çabası; Çin devriminin ardından köylerde bile çelik üretiminde kullanılan “yüksek fırınlar”ın kurulması, bu tutumun örnekleridir. Oysa Venezüella’nın petrole dayalı ekonomisinde Chavez öncesi ile sonrası arasında bir fark yoktur; benzer biçimde Syriza’nın da ülkeyi “turizm cenneti” olmanın ötesine götürme planı olmamıştır.

Altıncısı, devrimini yapmış ülkelerde kitlelerin refah düzeyini artırmanın yolu olarak üretime katılanların sayısı sürekli artırılmış, işsizlik yokedilmiştir. Bugünkü halkçı yönetimler ise, eğitim ve sağlık gibi alanlarda belli iyileştirmeler yapmakla birlikte, işsizlik konusunda fazla bir yol almamış, ya da yaptıkları iyileştirmeler hızla bozulmuştur.

Kitlelerin üretime katılma düzeyi, belirleyici önemdedir. Bu, kitlelerin genel refah düzeyinden bağımsızdır. Sosyalizmde “mal” değil, “hizmet” bedava olur demiştik. Sosyalizmin sloganı “çalışmayan yemez”dir. Herkes üretime katıldığı kadar pay alır. Ama sağlık, eğitim, barınma, ulaşım vb. temel hizmetler herkese eşit biçimde sunulur. Sosyalizmi hedefleyen halkçı iktidar da bu şekilde hareket ederler. Oysa Venezüella gibi ülkelerde, sosyal yardım programları (ve sadaka kültürünün sürdürülmesi), çalışmadan da geçinmeyi olanaklı kılmıştır. Bu durum, kapitalizmin temel direklerinden biri olan “yedek işsizler ordusu”nun kalıcı olması ile uyumludur.

* * *

Sonuç olarak, “halkçı yönetim” kavramı, içinde bulunduğu döneme bağlı olarak farklı bir nitelik ifade etmektedir. İşçi ve emekçilerin önderliğinde devrimini gerçekleştirmiş ve sosyalist kampa bağlı bir halkçı yönetim, kendisi sosyalist olmasa bile, işçi ve emekçilerin çıkarlarını önceleyen, sosyalizme yakın uygulamalar yürütmek durumundadır. Bugünün koşullarında “iktidar”ı ele geçirmeden “parlamenter” yoldan kurulduğu zannedilen bir “halkçı” yönetim, öncelikle burjuvazinin temsilcisi, emperyalist kampın bir parçasıdır. Ve asıl görevi, kitlelerin burjuva politikalarına yedeklenmesini sağlamaktır. Ve iddia ettiklerinin aksine, devrimle iktidarı ele geçirmeden “başka bir dünya mümkün” değildir.

Reformizm, burjuva politikasıdır. Bugünün reformistlerinin kurduğu halkçı yönetimler de, burjuvazinin politikalarını izlemekle karşı karşıyadır. O yüzden kitleler, gerçek yüzünü hızla görmektedir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“MÜHENDİSSEN, Mühendislerin Sendikası Girişimi” ilk toplantısını gerçekleştirdi

Ağır sömürü koşulları altında çalışmaya zorlanan mühendisler, sınıf mücadelesi içinde kendi örgütleriyle yer almak için …

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …