Devrim şehitlerinin nasıl anlatılması-anılması gerektiği konusunda bugüne dek çok şey yazdık, söyledik. Pratiğimizle de bunu yaşama geçirmeye çalıştık.
Bu yazıda “nasıl anlatılmamalı” üzerinde duracağız. Esasında “nasıl anlatılmalı”, “nasıl anlatılmamalı”yı da kapsayan, ona yanıt veren bir içeriğe sahip. Dolayısıyla anma yazılarımız böyle bir nitelik taşıyor. Fakat görünen o ki, yine de başlı başına ele almak, dikkatleri o noktada yoğunlaştırmak gerekebiliyor.
Alınteri sitesinde 26 Temmuz 2020 tarihinde yayınlanan “Tahsin’le son 24 saat” başlıklı yazı, şehitlerin nasıl anlatılmaması gerektiğine yeni bir örnek teşkil ettiğinden, böyle bir yazıya gereksinim doğdu.
‘90’lı yılların ortalarından itibaren şehitleri ölüm yıldönümlerinde bile anmayan, “şehit edebiyatı yapmayalım” perdesi altında onları unutturmaya çalışan, dahası esen rüzgarlara, dönemin modasına uyarak şehitliğin “dini bir kavram olduğu”nu söyleyip “devrim şehitleri” demeyi de terkeden bu anlayışın sahipleri, son yıllarda şehitleri hatırlamaya, onlara dair yazılar yazmaya başladılar. (1)
Bu, bir yanlışı farkedip düzeltme çabası olsaydı, tabi ki olumlu bir değişim olarak görülebilirdi. “Zararın neresinden dönülürse kardır” diyerek, yanlışlarını düzeltmeleri memnuniyetle karşılanabilirdi. Ama öyle olmadığını, huylunun huyundan vazgeçmediğini bir kez daha gördük.
Her yanlışı, hatta suçu bile meşrulaştırmaya çalışan, çok sıkıştıkları noktada “yapmasaydık iyi olurdu”larla geçiştiren, ya da “yaptık ama sorun bakim niye yaptık” gibi bir komedi filminin repliğiyle kaş yaparken göz çıkartan bu anlayış sahiplerinden düzgün bir özeleştiri beklenemezdi elbette. Ama aynı yerde dönüp durmak, saplantılarından bir türlü kurtulamamak, bozuk plak gibi aynı noktaya takılmak da patolojik bir vaka olsa gerek. (2)
* * *
“Tahsin’le son 24 saat” başlıklı yazıda, 1996 yılının Haziran-Temmuz aylarında tüm cezaevlerinde gerçekleşen süresiz açlık grevi-ölüm orucu eyleminde şehit düşen Tahsin Yılmaz anlatılıyor sözde. Fakat gerçek niyetleri, yazının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkıyor.
Tahsin’in şehit düştüğü dönemde de bunu yapmışlardı. Onun ağzından halen birlikte oldukları, aynı eylemde ölüme koştukları yoldaşları hakkında kin dolu sözler sarfetmişlerdi. Böylece örgüt-içi mücadelede ellerini güçlendirmeye, “delil”ler oluşturmaya çalıştılar. Bu kirli yöntem, sözkonusu yazıda insanı irrite edecek boyutta kendini yeniden ortaya koyuyor.
Tahsin’in ölümüne saatler kala tam üç saat konuşturmak, sonra birkaç saat dinlendirip yeniden saatlerce konuşmaya zorlamak, sesi çıkamaz haldeyken bile kulağını dayayıp mırıltılardan bir şeyler çıkarmaya çalışmak nasıl bir ruh halidir? O güne dek söyleyeceğini söylemiş bir insanı ölümüne ramak kala neden rahat bırakmazsınız? Son nefesini vermeden önce yoldaşları hakkında kötü konuşturmaya neden bu kadar zorlarsınız? Ve 24 yıl sonra, onu anmak için yazılan bir yazının ana konusu neden yine bu olur? Yıllar sonra “çok vahim hatalar işledik” dediğiniz halde, o “vahim hataları”, işlediğiniz dönemde ortaya koyan ve düzeltilmesini isteyen kişilere karşı bu hınç, bu iftiralarla dolu saldırganlık niye bir türlü bitmez? (3)
Bir kez daha yineleyecek olursak; hataları dil ucuyla kabul edip aslında onlarla yüzleşememenin, “Sezar’ın hakkı Sezar’a” diyecek cesareti gösterememenin, kendini yenileyememenin, ileriye doğru bir adım atamamanın sancılarıdır.
Müflis bakkal gibi eski defterleri karıştırarak, içine düşülen durumdan kurtulmak mümkün değildir. Geçmiş, geleceği inşa etmeye yarayacak bir şekilde ele alındığı ve ona hizmet ettiği ölçüde anlamlıdır. Geçmişin en önemli parçası olan şehitlerimiz de öyle…
Geleceğe köprü yapılmayan bir tarih anlatımı, en iyimser tanımla nostalji yapmaktır. Ama tasfiyeci yöneticiler, tarihimizi ve şehitlerimizi bu şekilde bile yadetmiyorlar. Kendi kişisel hırsları için, hatalarını örtbas etmek için, unutuldukları köşelerinde hatırlanmak için vb. bu tarihi ve şehitleri kullanıyorlar.
Kendilerini öne çıkarabilmek için önce şehitleri unutturmayı denediler. Fakat başarılı olamadılar, aksine tepki topladılar. Bunun üzerine “şehit anlatımı” adı altında kendilerini anlatmaya başladılar. Şehitler adeta “konu mankeni”ydi, başrol onlara aitti. Şehitler hata yapıyor(!), yanılıyor(!), yanlışlara düşüyordu(!), onlar ise hep doğruyu gösteriyor, haklı çıkıyordu!!!
“Şehitler hatasız değildir” diyerek bu yolu düzlediler. “Şehitler hatasız değil”di, ama kendileri hatasızdı! “Şehitleri ululaştırmamak gerekiyor”du, ama kendilerini ululaştırdılar! Onların üzerine basarak yükselmeye çalışmak gibi akıl dışı bir şeye yeltendiler. Sonuçları ortada…
* * *
Tahsin’in ağzından aktardıklarına bir bakın:
“Bunlar var ya bunlar… canımdan bezdirdiler beni. Arkamdan iş çevirdikleri yetmezmiş gibi her toplantıda bunalttılar. Bunlar yüzünden bir ara PKK’ye katılıp dağa çıkmayı düşünür hale geldim. Sonra tarihimizi, ortak geçmişimizi, sizleri düşündüm. İçerde zaten eliniz kolunuz bağlıyken bir de ben bırakıp gidersem neler hissedeceğinizi aklımdan geçirdim. Bu bağ tuttu beni burada.” (abç)
Bahsedilen “bunlar” İstanbul İl Komitesi’nde Tahsin’le birlikte çalışan yoldaşlardır. Tasfiyeci yönetim anlayışına ve o dönemki politikalara karşı örgüt içinde “Tartışma Süreci” başladığında (Eylül 1995), İstanbul İl Komitesi’nde yeralan Tahsin ve diğer yoldaşlar, yanlış buldukları noktaları rapor halinde Tartışma Platformu’na (TP) sundular. Bu raporda ve TP sürecinin ilk aylarında tam bir fikir birliği içinde görüşlerini ifade ediyor, aynı hatalara dikkat çekiyorlardı. (4)
Diğer il komitelerinin de tümü, benzer eleştirileri içeren raporları TP’ye sunmuşlardı. Başlangıçta eleştirilerin cezaevindeki üç-beş yoldaşla sınırlı olduğunu düşünen tasfiyeci MK, dışarıdaki tüm komitelerden gelen eleştirel raporlar karşısında iyice panikledi. “Bu komitelerin hepsi İstanbul İl Komitesi’nden etkileniyor” diyerek, İstanbul İK’yı hedefe çaktı. (Bu durum, Kasım 1995 tarihli TP tutanaklarıyla belgelidir.)
Sonra İstanbul İK’da gedik açmak için, Tahsin’i bulundukları cezaevine görüşe çağırdılar. Onu, raporda dile getirdikleri görüşlerden vazgeçirmeye çalıştılar. Bunun için her yol mubahtı! Tahsin’in geçmişte yaptığı hata ve eksikleri kullanmak da dahil…
Sonuçta bu yöntemle (daha başka bir dizi gayri meşru yöntemi de kullanarak) Tahsin dahil bazı kişileri tartışma sürecinin başında söylediklerinden-yazdıklarından çark eden, hatta yüzseksen derece tersini söyleyen hale getirebildiler. Her mücadele alanında olduğu gibi, iç mücadelede de dönenler üzerindeki baskı daha fazla oldu. Tasfiyeci yöneticiler onları, bir-kaç hafta önce aynı görüşleri ifade ettikleri yoldaşlarının üzerine saldılar. Bunlar arasında Tahsin en fazla öne çıkartılan oldu. Özellikle ölümünün ardından bunu ifrada vardırdılar.
Şimdi bir kez daha Tahsin üzerinden saldırıya geçiyorlar. Bunu yaparken Tahsin’i ne duruma düşürdükleri yine hiç umurlarında değil. Salt İstanbul İl Komitesi’nin iki üyesini (onlar üzerinden tasfiyeciliğe karşı duran tüm yoldaşları) karalayabilmek için, Tahsin’in ağzından “bunlar yüzünden PKK’ye katılıp dağa çıkmayı düşündüm” sözlerini sarfediyorlar.
Bizimle uğraşmaya öylesine kilitlenmişler ki, söyledikleri sözün anlamını bile farketmiyorlar. Tahsin için, şehit düştüğü andan itibaren “önder komünist” tanımını kullandılar; son yazıda da bunu tekrarlıyorlar. Tahsin’i Fatih’in, Osman’ın yanına yerleştirmeye çalıştılar. Ancak gerçeklerin er-geç açığa çıkmak gibi bir huyu var. Burada da, aynı yazı içinde kendilerini tekzip ediyorlar. “Komünist önder” dedikleri Tahsin, “birilerine” kızdığı için, “önder”i olduğu örgütü bırakıp “PKK’ye katılmayı” düşünüyor; sonra “sizleri düşündüm” gibi son derece kişisel-duygusal bir neden ileri sürerek, gitmekten vazgeçiyor?!! Yani örgütle ideolojik-siyasi bir bağı kalmamış, ama tasfiyeci yöneticilerle kurduğu kişisel bağ, onu tutmuş?!!
Yine yazarın iddiasına göre “komünist önder” Tahsin, aynı komiteyi paylaştığı kendisinden çok daha genç ve “tecrübesiz” yoldaşları tarafından kandırılıyor?!! Örgütün en kritik dönemini yaşadığı günlerde “önderlik” vasıflarıyla tüm yoldaşları yönlendirmesi gerekirken, yönlendirilen oluyor?!! (5)
Şunu da belirtelim; Tahsin’in bu sözleri söyleyip söylemediği şüphelidir. Çünkü yazıyı yazan kişi, aktardığı konuşmayı Tahsin’le yalnız yaptığını söylüyor. Ne tanık var, ne belge… Her şey sübjektif, hatta spekülatif… Üstelik ölüm orucunda son saatlerini yaşayan, bilinci gidip-gelen bir kişinin neyi nasıl ifade edeceği de ayrı bir konu…
* * *
Biz bugüne kadar şehitlerimizi hep geleceğe taşınması gereken olumlu yönleriyle ele aldık. Bu onları hatasız-eksiksiz gördüğümüzden ya da bu yanlarını bilmediğimizden değildi. Sonuçta şehitler de etten-kemikten insanlardı ve tabi ki mücadele içinde yanlışları, eksikleri olmuştu. Ama şehitlik mertebesine kadar katettikleri yolda onları aşabilmişler ya da olumlu yönleri baskın gelerek davaları uğruna canlarını verebilmişlerdi. Öne çıkartılması ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken de bu yönleri olmalıydı.
Şehitler birbirinin karşısına konulamaz
SAG süresince utanılması ve geleneklerimize ters düşen bir diğer yaklaşım ise, şehitlerimizin kullanılmasında görüldü. Üç yoldaşımız da SAG şehidi olarak ölümü kucakladı. Onları SAG şehidi olarak görüyor ve sahipleniyoruz. Üçü de büyük bir gönüllülükle ölüme yattılar ve şehitlik mertebesine ulaştılar. Dolayısıyla üçünü de aynı şekilde anmak ve yaşatmak gerekir.
Oysa SAG süreci sonrası birinin öne çıkartılıp, diğerlerin gölgede bırakılması gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Öne çıkartmanın örgüt-içi mücadelede bir araç olarak kullanılması ise, durumu daha da bayağılaştırdı. Fiziki tasfiye ile birlikte yayın organlarında kendilerini doğrultmanın bir kanıtı olarak sunulması, bu tarzın hangi emellere hizmet için yapıldığını iyice ortaya çıkarmıştır.
Bütün bu çabaları, güçsüzlüklerinin bir ürünü olarak görüyor ve öfkeyle karşılıyoruz. …Aynı dönemde aynı eylemde aynı feda ruhuyla örgüte ve devrime bağlılıkla şehit düştüler. Birbirlerinin karşısına çıkarmak ve siyasi çıkarlar için kullanmak şehitlerimize yapılacak en büyük saygısızlıktır.
TİKB(B) III. Konferans Belgeleri’nden (Şubat 1998)
Bununla birlikte şehitlere methiyeler dizmek, olduğundan çok farklı göstermek, abartmaya kalkmak da bir o kadar yanlıştır. Onları olabildiğince yalın ve temel özellikleriyle, mücadele içinde ileriye sıçramalarını sağlayan yönleriyle ortaya koymak gerekir. Abartılı her anlatım, hem okuyanı-dinleyeni rahatsız eder ve doğru mesajların ulaşmasını engeller; hem de şehitlerin kemiklerini sızlatır. Fatih’in son sözleri bu yönüyle de kulaklarımıza küpe olmalıdır: “Bizi arkamızdan çok çok övüp yeraltında yüzümüzü kızartmayın olmaz mı?”
Tasfiyeci yöneticiler, Fatih, Osman, İsmail, Sezai gibi önder yoldaşları bile “hataları”yla anlatmayı marifet sayarken, Tahsin’i fazlasıyla abartarak, olduğundan çok farklı bir yere koydular. Bunu da Tahsin’e çok değer verdikleri için yapmadılar. Her iki anlatış biçimine yön veren, kendi kişisel çıkarlarıydı. O yüzden bir uçtan diğerine savruldular, -her konuda olduğu gibi- tam bir tutarsızlık örneği sergilediler.
Şehitleri doğru biçimde anlatma-anma konusunda bu kadar defoluyken, bizlerin şehitler konusundaki hassasiyetini “geçmişe özlem” şeklinde yaftalayıp karalamaya kalktılar. Şimdi de “Tahsin’i dil ucuyla andığımız”ı söyleyerek, akıllarınca hassas noktamızdan vurmaya çalışıyorlar. Hem de bunu, Tahsin’i anlattığı son yazıda bile, aynı eylemde şehit düşen Osman Akgün ve Ulaş Hicabi Küçük yoldaşlardan tek kelime bahsetmeyen biri söylüyor! Tahsin’i ölürken bile rahat bırakmayan, örgüt-içi mücadelede onun “son sözleri”nden medet uman, 24 yıl sonra da aynı şekilde kullanmaya çalışan biri söylüyor! (6)
Diğer şehitlerimiz gibi Tahsin’i de yerli yerine oturtarak anlatmak bize düştü. Aramızda Tahsin’le aynı bölgede, aynı komitede çalışmış, bir dönem onun sorumluluğunu üstlenmiş yoldaşlar var. Ki onlar, Tahsin’i ilk örgütlendiği haliyle veya raporlarından değil, son dönemlerinden ve yaşamın içinden tanıyorlar; olumlu yönleri kadar eksiklerini de çok iyi biliyorlar. Ancak bugüne kadar Tahsin hakkında tek bir olumsuz söz söylemediler. Üstelik tasfiyeci yöneticiler Tahsin’i kendilerine karşı kullandıkları halde…
“Devrimci kopuş”un gerçekleştiği tarihe kadar şehit düşen herkesi (ki Tahsin de bunlardan biriydi) ihtilalci komünist şehitler olarak sahiplendiler. Bu bir iç tutarlılık ve devrimci olgunluk göstergesiydi aynı zamanda. (Ekim 1998 tarihinde basılan “Şehitler Albümü” başta olmak üzere, PDD’nin ilgili sayılarında bunu görmek mümkündür.) Fakat Tahsin’i tasfiyeci yöneticiler gibi “önder komünist” olarak da tanımlamadılar. Çünkü bu gerçeği yansıtmıyordu.
* * *
Tahsin, daha lise yıllarında devrim saflarına katılmış, sonrasında bir işçi olarak mücadelesini sürdürmüş, ihtilalci komünist hareketin kuruluşundan itibaren onun içinde yeralmış, emektar bir kadrodur. Gerilediği zamanlar da, ileri fırladığı dönemler de olmuştur. Ama her daim fedakarlığı, mütevazılığı, davaya bağlılığı ile hareketin bir parçası olmayı sürdürür. Kimi zaman bir kadro olarak, kimi zaman yerel düzeyde yöneticilik yaparak, ölümüne dek süren bu mücadelenin içinde yeralır. Ne var ki, kimi darlıkları ve kalıpları vardır ve bunlar bazı dönemler onda bir sıkışma yaratır.
Sözkonusu yazıda, Tahsin’le ilgili tek doğru şey, onun “PKK’ye katılıp dağa çıkma” söylemidir. Bu söylem, sıkışma anlarında, kendi darlıklarını-kalıplarını aşamadığı noktalarda ortaya çıkan bir haleti ruhiyedir. İlk olarak ’93 yılında, bir Anadolu kentinde yürüttüğü çalışma sırasında sarfetmiştir. Eksikliklerinin kendisine (ve çalışmaya) engel olmaya başladığı o kesitte, “mücadeleyi bırakan” kişi olmak yerine, en kısa sürede şehitliğin onuruna erişme niyetinin ifadesidir. Aynı zamanda bir yardım çağrısıdır.
’94 yılının başlarında İstanbul’a alınmasının nedeni budur. İstanbul-Kağıthane, o dönem faaliyetin en yoğun, mücadelenin en sıcak yaşandığı bölgelerden biridir. Tahsin’e burada görev verilmesi, daha yakın bir denetim altında ve yoğun bir faaliyet içinde kendini yenilemesi içindir. Ancak onun İstanbul’a gelmesinden kısa bir süre sonra ’94 merkezi operasyonu yaşanır ve dışarıda merkezi bir örgütlenme kurulmaz. İstanbul İK’nın yeniden kurulması bile, tasfiyeci yöneticilerin geciktirmesi nedeniyle ancak bir yıl sonraya, ’95 Mayısı’na kalır. Tahsin’in de içinde yeraldığı İstanbul İK’da, yaşı ve deneyimi gözönüne alınarak sekreterlik görevi verilir.
Bu dönem, legalizm başta olmak üzere tasfiyeci yönelimin kendini daha açık göstermeye başladığı bir kesittir. İstanbul İK, tam da bunun göbeğinde yeraldığı için sorunları-sapmaları daha net görmekte ve bunun sıkıntılarını yaşamaktadır. ’95 Eylülü’nde başlayan TP süreci ile birlikte sorunların çapı ve vahameti anlaşılacak ve bu, daha sarsıcı olacaktır. Tahsin’in “PKK’ye katılıp dağa çıkma”yı telaffuz ettiği ikinci ve son yer, bu kesittir.
Her ikisinde de Tahsin’in düşüncesi, mücadeleye PKK ile devam etmek değil, bir an evvel şehit düşmek için PKK’yi bir araç olarak kullanmaktır.
Tahsin, neredeyse çocuk yaşlardan itibaren örgütlü mücadelenin içinde yer almış, ailesi ve çevresinde devrimci özellikleri ile varolmuş, kendi yeğenlerini bile örgütlemiş, mücadelenin dışında bir hayatı düşünmemiş bir insandır. İşçi kökenli bir yoldaş olarak, her dönem emektar bir çalışma yürütmüştür. Ancak karşılaştığı sorunları çözümleyebilecek ve aşabilecek bilinç sıçramasını, güç ve iradeyi gösteremediği zamanlar olmuştur. PKK içinde şehit düşmeyi dile getirişinin her ikisi de böyle zamanlardır. Kritik eşiklerin, zor süreçlerin altında ezilmenin, baş edememenin ve sorunlardan kaçışın bir yansımasıdır bu. Ayrıca “bunları göreceğime keşke ölseydim” şeklindeki bir kahırlanmanın da sonucudur. Fakat her halükarda bir zayıflık göstergesidir.
Tahsin’in TP’nin başlarında ifade ettiği eleştirel görüşlerden birkaç ay içinde çark etmesi de, bu yapısından kaynaklanmıştır. Biz Tahsin’in neyi-neden yaptığını biliyoruz. Onu anlıyoruz; ama tabi ki, hak vermiyoruz. O güne dek kattıklarına, mücadeledeki ısrarına, davaya adanmışlığına verdiğimiz değerle sahipleniyoruz. Ayrıca Tahsin, bazıları gibi kraldan çok kralcı kesilip tetikçiliğe soyunmadı. Ne kadar kullanmaya kalkarlarsa kalksınlar, bize karşı hep mahcuptu ve saygılı davrandı.
Tasfiyeci yöneticiler, Tahsin’in yapısal özelliklerini ve geçmişteki hatalarını bildikleri için, bunları ona karşı kullandılar.
’95 Nisan’ında Sağmalcılar Cezaevi’nden KG’nin firar girişimi, ellerindeki en büyük kozlarıdır. Eylemin başarısızlığa uğramasında Tahsin’in rolü önemlidir çünkü. Tahsin, KG’ye karşı bunun ezikliğini ağır biçimde yaşar. KG de bu durumu kendi lehine kullanır. Tahsin’in TP’ye yazdığı eleştirel raporlar üzerine, cezaevine görüşe çağırır. Firarın başarısızlığı başta gelmek üzere kritik eşiklerdeki zaaflarını ortaya döker. Bu görüşme sonrası Tahsin değişmeye başlayacak, zaten bir-kaç ay içinde yakalanıp onların bulunduğu Sağmalcılar Cezaevi’ne gidecektir.
Tahsin suçluluk psikolojisi içine sokulmuştur. KG’ye adeta diyet borcu varmış ve onu ödemek zorundaymış gibi hisseder. Sonraki tüm davranışlarına (SAG sırasında yazdırılan “son mektup” da dahil olmak üzere) bu duygu yön verecektir. Zaten Nisan ‘96’da içeri düşer, Mayıs’ta başlayan SAG’a katılır ve 26 Temmuz’da yaşamını yitirir. Her şey 6 ay gibi kısa bir sürede olup bitmiştir.
“Tahsin’le son 24 saat”in yazarı, bu sürecin ne kadarına vakıftır bilmiyoruz. “PKK’ye katılma” söylemini Tahsin’den duyan ilk kişi kendisiymiş gibi yazmaktadır. Keza KG’nin firarı konusundaki bilgisi de sınırlıdır. KG ile aynı koğuşta, aynı organda bulunmasına rağmen, firarın kendisinden saklandığını, kendisine son gün söylendiğini, TP tutanaklarında anlatmaktadır; üstelik gerek içerden gerekse dışarıdan birçok kişi firarı önden bildiği halde… Aralarında böylesine güvensiz ve keyfi bir ilişki vardır. Esasında tüzüksüz-kuralsız yönetim anlayışının en üst düzeydeki tezahürüdür bu.
Fakat TP’de “sen beni tut, ben de seni” diyerek, o güne dek yaşadıkları her şeyi sineye çekmiştir. Tabandan gelen devrimci basınç karşısında birbirlerine tutunmuşlar, “suç ortaklığı”na devam etmişlerdir. Ama “zoraki sağlanan her barış”ta olduğu gibi, o dönemi atlatınca yine ayrı telden çalmaya, birbirlerinin kuyusunu kazmaya devam etmişlerdir. Sonrasındaki her gelişme, bunu pratik olarak da ispatlamıştır.
* * *
Biz o dönemi çoktan arkamızda bıraktık. Geçmişin olumluluklarını sahiplenip yanlışlarını reddederek yolumuzu çizdik. Fakat geçmişe takılıp kalanlar, bizi sürekli o günlere çekmeye, hesabı çoktan görülmüş ve aşılmış meseleleri yeniden tartışmaya zorluyor. “Yenilen pehlivan” misali güreşe doymuyor! Bu yönüyle gereksiz bir zaman ve enerji kaybına yol açtıkları kesindir. Fakat tarihimize-şehitlerimize verdiğimiz değerden dolayı onların çarpıtılmasına, tahrip edilmesine sessiz kalamıyoruz, kalmayacağız da…
Şehitlerimizin küçültülmesine de abartılmasına da meydan vermeden onları anmaya devam edeceğiz. Tahsin dahil tüm şehitlerimizi yerli yerine oturtarak, mücadeleye kattıklarını, harcadıkları emekleri asla unutmadan her vesileyle anmaya, yaşatmaya çalışacağız.
Bugüne dek duvarlardan isimlerini eksik etmedik; mezarlarını ziyaret etmek, kitap ve belgeseller çıkarmak, kurumlarımıza, kitaplarımıza adlarını vermek gibi çeşitli biçimlerle onları hep canlı tuttuk. Bunu sadece kendi şehitlerimiz için değil, devrimimize mal olmuş tüm şehitler için yapmayı bir görev bildik. Bundan sonra da doğru bildiğimiz yolda yürümeye devam edeceğiz.
Dipnotlar:
(1) Şehitlik, sadece İslam’a özgü bir kavram değil. Tarihsel olarak bakıldığında inançları uğruna ölenlere her zaman bir “yücelik” atfedilmiş. Bu, “dini” bir yaklaşım olmanın ötesinde bir “kültür”ü ifade ediyor. “Proleter kültür” de insanlığın o güne dek oluşturduğu kültürden kopuk, apayrı bir şey değil; onun süzülerek daha ileriye taşınmasından oluşuyor. Şehitlik kavramını da bu kapsamda ele almak gerekir. Önemli olan “uğruna ölünen” şeyin niteliğidir. Devrim ve sosyalizm hedefiyle ezilen-sömürülen tüm kesimlerin, hatta insanlığın kurtuluşu için ölenleri yüceltmek, onları onore etmek doğru bir yaklaşımdır. Bunu en iyi karşılayan kavram da “devrim şehidi”dir.
“Devrim şehidi” dediğimiz zaman, ne demek istediğimizi kitleler onyıllardır biliyor ve kastedilen haliyle sahipleniyorlar. Kaldı ki, onun yerine kullanılan “ölümsüzler” gibi kavramlar tutmadı. “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganının yerini dolduracak hiçbir slogan üretilemedi. (“Ölümsüzler ölümsüzdür” gibi bir slogan, Türkçe’ye de uyumsuz ayrıca.) Onun için hiç bir komplekse kapılmadan “devrim şehidi” kavramını kullanmaya devam etmeliyiz.
(2) Anı kitabı da dahil olmak üzere aklına estikçe yazdığı yazılarda bize “laf çakmaya” kalkması, bu durumun bir saplantıya dönüştüğünü gösteriyor. İçlerinden onlarca hizip çıkartanlar, kendileri de bir hizip olarak hareket edenler, hatta ’95 yılındaki tartışma sürecinde bizzat “merkez hizbi”ni örgütleyenler, hala “hizip” deyip duruyor. Bir yalanı yüz kez tekrarlamak onu gerçek yapmaz. Sadece bu uğraşı verenlerin güçsüzlüğünü, çaresizliğini, yenişemediğini gösterir.
(3) Biz bu soruların yanıtlarını elbette biliyoruz. Hala bilmeyenler varsa, muhataplarına sorsun ve artık gerçekleri görsünler diye sıralıyoruz. Bu fasit dairede dönüp durmaya son versinler istiyoruz.
(4) Sadece İstanbul İl Komitesi olarak değil, Tahsin’in kendi imzasıyla yazdığı rapor da benzer bir içeriktedir. Bu rapordan bazı bölümleri kutu içinde aktarıyoruz.
(5) Tahsin’in MÖK’te yer almış olmasını, “önder komünist” söylemine dayanak yapıyorlar. Oysa “Merkezi Örgütlenme Komitesi” (MÖK), TP başladıktan dört-beş ay sonra ’96 yılının başında kuruldu. O sırada cezaevinde olan “iki kişilik MK”, TP’nin ilk aylarında yoğun eleştiri bombardımanına tutulunca, eleştiren komiteleri dağıtma, kendine yakın bulduklarını ise terfi ettirme yoluna gitti. Dışarıda yönetici düzeyde kadrolar varken bile yıllarca merkezi örgütlenme kurmadıkları halde, örgütün en zayıf döneminde ve esas kriterin kendine yakınlık derecesi olduğu bir MÖK kurdular. Bu komite, tasfiyeci MK’nın “dışardaki kolu” olarak bir “merkez hizbi” şeklinde çalıştı. Tahsin, MÖK’ün kuruluşundan bir-kaç ay sonra (’96 Nisan’ında) yakalandığı için, bu komitedeki ömrü, üç ay gibi çok kısa bir süredir. Daha önemlisi MÖK’te (hatta MK’da) yeralmak, tek başına kimseyi “önder komünist” yapmaz! Hele ki, böylesine tartışmalı bir MÖK’te yeralmak…
(6) ’96 SAG-ÖÖ süreci, tasfiyeci MK’nın her açıdan en pespaye haliyle kendini ortaya koyduğu bir süreçtir. O sırada cezaevlerinde bulunan (yönetici kadrolardan sempatizan ve ilişkiye kadar) toplam 97 TİKB’li tutsak, hiçbir kademelendirme yapılmadan SAG eylemine dahil edilirken, sadece iki kişi olarak kendilerini ayırmışlardır. Hem de kimseye sormadan, onay almadan, bilgilendirmeden… Hatta herkesten gizleyerek… Bırakalım SAG içinde yeralmayı, yoldaşları öldüğünde dahi, protesto niteliğinde bir-iki gün bile açlık grevi yapmamışlardır. “Taktik ustalık” adına SAG’ta direterek TİKB’li tutsakları kitlesel-fiili ölüm orucuna sürüklemişler, üç yoldaşın ölümü dışında onlarcasının da sakat kalmasına yol açmışlardır. Üstelik SAG-ÖO şehitleri için basına verilen ilanlarda her örgüt, kurum ya da organ ismini kullanırken, sadece onlar (iki kişi olarak) kendi isimleriyle ilan vererek, hem kendi adlarını öne çıkarmak hem de eylemin içinde yeralmadıklarını gizlemek gibi etik dışı bir yola başvurmuşlardır.
Durum bu kadar açıkken, ölüm orucu hakkında son yazdığı yazıda bile ’96 SAG için “teorik olarak doğru, pratik olarak yanlıştı” şeklinde bir savunu yapabilmektedir. Oysa ’96 SAG ne teorik ne pratik olarak doğrudur! Bırakalım “teori”yi, adına “taktik” bile denilmeyecek bir sürükleniştir…
Bir de “yavuz hırsız” misali ÖO konusunda başkalarını eleştirmekte, Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta askerleri kırdırmasını örnek gösterip kadro kıyımı yaptıklarını söylemektedir. Ama ‘96’da kendisinin de ortağı olduğu benzer tutuma dair bunca zamana rağmen bir özeleştirisi yoktur. Dahası en küçük bir rahatsızlık duymadan ölüm oruçları hakkında uzman kesilip sayfalarca yazabilmektedir. Şairin dediği gibi; “kimimiz bu vatan için (devrim için-bn) öldük, kimimiz nutuk attık!”
(’’96 SAG-ÖÖ süreci hakkında ayrıntılı bir değerlendirme Şubat 1998 yılında gerçekleşen TİKB(B) III. Konferansı’nda yapılmıştır. Merak edenler “Yol Ayrımı” kitabının 191-210 sayfaları arasında yer alan bölüme bakabilir.)
Leninist örgüt normlarında deformasyon
Legal-illegal alan ilişkisinde, birincinin ikinciye tabi olmak ve ikincinin denetiminde olma kuralı vardır. Örgüt faaliyetlerinin merkezi yeraltıdır. Buradan güçlenmesi, taze kan taşıması ve karşı-devrimin saldırılarına karşı tahkim edilmesi, legal alanı olması gerektiği gibi kullanması ile mümkündür. Legal mevzideki örgütlenmeler çeşitlilik gösterir, sendikal örgütlenmelerden derneklere, bürolardan sanat merkezlerine… Bunların hemen hepsi de örgütün politika ve taktiklerinin en geniş kitleler nezdinde hayat bulmasının kaldıraçlarıdır. Özellikle büro ve sanat merkezi gibi kurumlar, örgütün dışa yansıyan vitrinleridir ve düzenliliği de buna uygun olmak zorundadır. Yanısıra faaliyetin kimi pratik işlerinde olanaklar açısından da en geniş araçların olduğu kurumlardır. Bu mevzilerde örgüt işlerinin uygulanmasına dönük hiçbir şeyin önüne ne sudan gerekçelerle ne de kişilerin “kavrayış yetersizliklerinden” kaynaklanan kaymalarla nedenleri açıklanan engeller konulamaz ve bu anlamda açıklanamaz. Özellikle bir bütün olarak faaliyetlerimizi zayıflatan gelişmeler sözkonusuysa, buna doğrudan müdahale birinci koşuldur.
Büro kendini çalışmanın merkezine koyup -objektif olarak görünen bu- haber, yazı vb. gönderilen malzemeler ya kayboluyor, ya da sağından solundan kırpılarak anlatılmak istenen anlamların dışına taşıyor. … Örgüt işlerinin önüne hiçbir engel çıkarılamaz. Biz daha önce kurultay imzalı bir sürü şey bastıysak, bu imzalı bildirileri de basmak zorundayız. Eğer çalışmada belirleyicilik legal kurumların inisiyatifinde olursa, -ki dönem dönem böyle görüntüler oluyor; AFMK bildirileri, alanlara müdahale vb. ilk akla gelenler- burada oldukça ciddi sorunlar doğar. Ve biz istesek de istemesek de, kaymalar olur. Anlayış düzeyine sıçrama tehlikesi taşıdığı için öncelikle yoldaşların ve birlikte dönem içi müdahale gerekiyor. Gösteri ve eylemliliklerimizin salt kendi gazetemizde değil, diğer günlük basında da çıkması için büronun olanaklarının kullanılmasını istediğimizde, hoş olmayan üslupla bu istek geri çevrilebiliyor. Örgütsel etkinliklerimizin en geniş propagandası hemen herkesin olanaklarının sonuna kadar kullanarak yapması gereken önemli bir görev. Bunun daraltılmasına hiçbir bahane ve gerekçe gösterilemez. Bunları çözmek zorundayız. Yine burada da bizlerin yanı sıra asıl olarak siz yoldaşlara uygun bir çerçevenin çizilmesi için ön açıcılık düşüyor.
Sanat merkezi için de aynı şeyler geçerli. “Partili sanat” diyoruz. Bu kavramın içini dolduran bir anlayış ve çalışma olmalı. Sanat merkezini, çekim merkezi -geniş kitlelere- haline getirmek, buradan sorumlu yoldaşın bizim politikamızı kavrayıp içselleştirme, yaşam biçimi haline getirme ve bunu davranışlarına yansıtmasıyla olur. Eğer sanat merkezine gidenler buranın havasından rahatsız oluyorsa, bir şeylerin ters gittiği açık. Yine sadece gece, gezi vb. yerlere gitmenin dışında etkinlik yapılmıyorsa, bunun neden ve niçinlerini sorgulanarak yakın denetime alınmak zorundadır. Sanat merkezinin insan kaynağı ve maddi ihtiyaçlarının karşılanmasının alanı, işçi, emekçi ve gençlerdir. Mevzilenişi de bu alana uygun olmalıdır. Hem partili sanat anlayışına, ruhuna uygun bir çalışma için, hem de burjuva etkilenmelere oldukça açık bu alanın böylesi tehlikelere karşı önlem alınmasının yolu ve çalışmanın sorumluluğunu yürüten yoldaşların üretkenliği ve proletaryanın üretkenliğini ve proleter yaşam biçimini önemsemenin yolu, yaşanan onca işçi-emekçi direnişi ve grevleriyle dolayımsız bağ kurmalarıdır. Sanat merkezine gidenlerden buradaki kimi yoldaşların giyimlerinden konuşma üsluplarına, davranışlarına dönük ciddi rahatsızlıklar var ve eleştiriyorlar. Bir daha gitmeme gibi tavırlar gelişiyor. Bunlar ciddi olaylardır. Dikkatli olmak zorundayız. Yine bu öncelikle önderlik olmak üzere elbirliğiyle olacaktır.
Sonuç olarak legal-illegal alan bağlantısı, öncelik-sonralık ilişkisi doğrudan Leninist örgüt normlarıyla ilgilidir. Ve çalışma tarzının en hassas noktasıdır. Burada küçük de olsa bir deformasyon, zamanında önlem alınmazsa ileride daha büyük tehlikelere yol açar. Öncelikle bu alanların il’le olan ilişkilerinde belli bir yöntem oluşturulması için üstten uygun bir kanal oluşturulmalı ve bu bağlantının hatlarında netleşmenin çerçevesi çizilmelidir.
Kasım 1995
İst. İK sekreteri (Tahsin Yılmaz-Güven)