Baro’nun ardından yeni hedef TTB

AKP-MHP’nin oluşturduğu gerici-faşist blok, bu kez hedefine Türk Tabipler Birliği’ni (TTB) çaktı. Bugüne dek ele geçirmeyi başaramadıkları meslek örgütlerine karşı yürüttükleri kirli savaşta, sırada TT  B’nin olduğu anlaşılıyor.

Bilindiği gibi öncesinde Barolar Birliği’ni parçalayan bir yasa hazırlamışlar ve Barolar’ın ezici çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen bu yasayı meclisten geçirmişlerdi. Gerici-faşist bir baro kurabilmek için aylarca uğraşıp 2 bin imzaya zar-zor ulaşabildiler. Her tür yöntemi kullanarak toplayabildikleri 2 bin avukatla İstanbul’da ayrı bir baro kurdular. Onun da mührünü Türkiye Barolar Birliği’nin başkanı sıfatıyla Metin Feyzioğlu bastı. Mesleğine, meslekdaşlarına ihanetin simgesi haline gelen Feyzioğlu, gasp etmiş olduğu makamı koruyabilmek için, bu seviyeye kadar düştü.

Baroları böylece “hallettikten” sonra, şimdi TTB ile uğraşıyorlar. Bu işin başını da Bahçeli çekiyor. TTB’nin salgınla ilgili olarak 14-18 Eylül 2020 tarihlerinde eylem kararı alması, ona dönük saldırganlığı arttırdı. Bahçeli, TTB’nin “derhal ve gecikmeksizin kapatılmasını, yöneticileriyle ilgili adli işlem yapılmasını” buyurdu!

Öncesi bir yana, koronavirüs salgınından itibaren TTB’nin uyarıları, açıklamaları karşısında sıkışan hükümet, salgına dair gerçeklerin üstünü kapatabilmek için TTB üzerinde kılıç sallıyor. Kapatma ve hapis tehdidi ile TTB yöneticilerine gözdağı veriyor, tüm sağlık çalışanlarının üzerinde ise baskı kuruyor. O sağlık çalışanları ki, salgında en önde savaşan, ölümüne çalışan ve onlarca kayıp veren bir orduyu oluşturuyor.

 

Sağlıkçıların feryadı: Tükeniyoruz!

Salgının başladığı günden itibaren TTB, hükümetin (sağlık bakanlığının) yeterince şeffaf ve ayrıntılı bilgi vermediğini, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği kurallara uygun davranmadığını belirtti. Normalde il, hatta ilçe bazında vaka ve ölüm sayılarının da verilmesi gerekirken, bakanlık buna yanaşmıyordu. Dahası, “yoğun bakım” yerine “ağır hasta”, “vaka” yerine “hasta” ibarelerini geçirerek, gerçek rakamları gizlemenin yeni yollarını bulmuştu.

Hükümet, salgın başlamadan önce “Bilim Kurulu” oluşturmakla övünmesine rağmen, Bilim Kurulu’nu bir “danışma kurulu” derekesine düşürdü. Üstelik bu kurulda mutlaka yer alması gereken TTB’yi dışladı. TTB’nin sağlık bakanı ile görüşme istemi bile aylar sonra gerçekleşti. Bu görüşme sonrasında da değişen bir şey olmadı.

Salgının ilk günlerinde TTB Başkanı’nın “İstanbul’da patlama yaşanıyor” sözü, bir sağlık çalışanının koronavirüs vakalarının açıklananın çok üzerinde olduğunu belirtmesi, TTB’ye dönük baskıları beraberinde getirmişti. Bu baskılar üzerine TTB daha temkinli davrandı. Buna karşın yöneticileri, üyeleri hakkında soruşturmalar açıldı, görevden uzaklaştırma vb. yöntemlerle baskılar arttırıldı. Bu süre içinde doktorlar dahil onlarca sağlık çalışanı koronavirüsten dolayı can verdi. (16 Eylül’de bu sayının 90’a ulaştığı, vakaların yüzde 10’unu sağlık çalışanlarının oluşturduğu belirtilmiştir.)

Diğer ülkelerle kıyaslandığında sağlık çalışanlarının ölüm oranı Türkiye’de çok yüksektir. Ayrıca çalışma koşulları çok ağırdır. Gerekli malzemeler (en basitinden maske, siperlik bile) yeterli değildir. Cumhurbaşkanı ve korumaları dahil tüm saray çalışanlarına, milletvekillerine, hergün korona testi yapılırken, sağlık çalışanlarına yapılan test oranı yüzde 30 civarındadır. Üstelik koronavirüsten dolayı çalışamaz hale geldiklerinde ücretleri kesiliyor; öldüklerinde ise, tazminat bile alamıyorlar. Çünkü hükümet, koronavirüsü “meslek hastalığı”ndan saymıyor! Koronavirüse yakalanan sağlık çalışanlarına, hastalığı atlatıp atlatmadıkları kesinleşmeden (yeniden test yapılmadığı için) en geç 14 gün sonra işbaşı yaptırılıyor.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, hasta yakınlarının saldırılarına maruz kalıyorlar. Pandemi döneminde bile bu saldırılar durmadı, aksine son günlerde daha da arttı. Sağlık sisteminin bozukluğundan en çok etkilenen doktorlar ve sağlık çalışanları olduğu halde, yaşananlardan onlar sorumlu tutuluyor. Devlet, sağlık çalışanlarıyla hastaları karşı karşıya getiriyor. Bu koşullar altında çalışmaktan bunalan sağlıkçılarda intiharlar artmaya başladı. Ya da çareyi istifa etmekte, yurtdışına gitmekte bulanlar arttı.

Atanmayı bekleyen yığınlarca sağlık personeli var. Ayrıca KHK ile haksız yere atılan sağlık çalışanları işe geri dönmeyi bekliyor. Sağlık ordusu bunlarla takviye edilebilecekken, varolanlar ölümüne çalıştırılıyor. Devlet daha az ücret ödemek için, sağlıkçılara uzun saatler ve ağır koşullarda çalışmayı dayatıyor. Ölümlerin, intiharların artmasına rağmen, atama yapmıyor. Bunu yapmadığı gibi, Suriye sınırında bulunan il ve ilçelerden birçok doktorun Suriye’ye gönderildiği ortaya çıktı.

TTB, bütün bu gelişmeler üzerine 14 Eylül’de “Yönetemiyorsunuz, Tükeniyoruz” sloganıyla eylemlere başlayacağını duyurdu. AKP-MHP blokunun saldırısı da bu karar üzerine oldu. Hükümet, sadece salgını değil, ülkeyi de yönetemiyordu aslında. Ve halk, sadece salgından değil, açlık ve işsizlikten gün gün tükeniyordu.

TTB’nin bu gerçekleri hatırlatması ve bulunduğu her yerde eylemlerle duyurması, onları çileden çıkardı. Tehditle de kalmayıp eylemleri engellemeye çalıştılar. Buna rağmen pek çok yerde doktorlar ve sağlık çalışanları koronavirüsten ölen arkadaşlarını anmak için saygı duruşunda bulundular. Yakalarına siyah kurdele takarak salgında izlenen politikaları ve kendilerine yapılan haksızlıkları protesto ettiler.

 

TTB değil MHP kapatılsın!

MHP’nin tehdidi karşısında TTB’nin geri adım atmaması önemlidir. TTB bu saldırı karşısında yaptığı açıklamada; “salgına karşı bilgilendirme ve uyarı, yasal ve etik yükümlülüğümüzdür” dedikten sonra; “bu yükümlülüğü dün olduğu gibi, bugün ve yarın da yerine getireceğiz” diyerek, tavrını ortaya koymuştur. Sadece sözlü tepkiyle yetinmeyip engellere rağmen eylemlerini sürdürmesi, iyi bir yanıt olmuştur.

Bu gerici-faşist saldırılar karşısında direnmekten başka çare yoktur. Dahası, savunmadan çıkıp saldırıya geçmek gerekir. TTB’ye yapılan saldırıya karşı gelişen refleks umut vericidir. İnternet üzerinden başlatılan “MHP Kapatılsın” çağrısının büyük bir destek alması, kitlelerin artan saldırganlığa karşı duyduğu tepkiyi göstermektedir. Bu çağrı, eylemli bir kampanyaya dönüşmeli ve artık faşizme karşı militan bir mücadele hattı izlenmelidir.

Barolar üzerinde oynanan oyunlarda bir kez daha görüldü ki, faşizm kendi dışında herkese düşmandır. Kendisine biat etmeyen her kişi ve kurumu yok etmek istemektedir. Saldırıya uğrayan kurumun direnmesi yetmez; sıranın kendisine gelmesini beklemeden herkes ayağa kalkmalıdır! Aksi tutum, birer birer avlanmak, faşizme kolay lokma olmak demektir.

TTB, bugüne dek yaptıklarını savunmakla yetinmemeli; halka gerçekleri açıklamada daha cesur, haklarını savunmada daha kararlı davranmalıdır. Faşizme karşı olan tüm kurumlar da, destek ve dayanışma ile yetinmemeli; sorunu kendi davası olarak görmelidir. Daha önemlisi, faşizme karşı hep birlikte savunmadan çıkıp saldırıya geçilmelidir. “MHP kapatılsın” sloganıyla iyi bir başlangıç yapılmıştır. Arkasını mutlaka getirmek gerekir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …