Koronavirüs salgını ilk dönemden daha fazla yayılmaya başladı. Buna karşın neredeyse hiç bir önlem alınmıyor. Özellikle işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşulları, adeta salgına davetiye çıkarıyor. Böyle olunca koronavirüsten yaşamını yitiren işçi ve emekçilerin sayısı da hızla artıyor.
Daha açık ifadeyle, koronavirüs asıl olarak işçi ve emekçileri vuruyor. Salgın arttıkça bu gerçek net bir biçimde görülmeye başlandı. İlk dönemlerdeki “koronavirüs zengin-fakir ayırt etmiyor” demagojisi artık tutmuyor. Giderek artan sayıda kişi ve kurum, salgının sınıfsal yönünü vurguluyorlar. Hatta “koronavirüs işçi hastalığı haline geldi” tespitinde bulunuyorlar. Çünkü her şey ayan-beyan ortada…
Öyle ki, sağlık çalışanları hastanelerde “VIP hasta” dönemi başladığını söylüyor. “Çok önemli kişi” anlamına gelen VIP uygulaması, hastanelerde de başlamış. Zengin hastalar geldiği zaman diğer hastaları bırakıp onlara bakmaları isteniyor. Son olarak Ankara Sağlık Müdürü’nün filyasyon ekiplerine “VIP hastalar var, onlara öncelik tanıyacaksınız” diyerek, ekibi bu hastalara yönlendirdiği ortaya çıktı. Keza cumhurbaşkanı başta olmak üzere saray çalışanlarına, milletvekillerine her gün test yapılırken, işçi ve emekçiler korona şüphesiyle hastaneye kaldırıldığında bile test yapılmadığını biliyoruz.
Salgın yayıldıkça sınıfsal ayrımlar daha da derinleşiyor ve artık saklanamaz boyutlara ulaşıyor.
İşçiler ölümüne çalıştırılıyor
İşçi ve emekçilerin çalıştıkları her yerde, (fabrika, şantiye, tarla) salgına karşı ya hiç önlem alınmıyor, ya da son derece göstermelik önlemlerle yasak savılıyor. Örneğin birçok işyerinde maske bile verilmiyor. Dağıtılan maskeler ise, hem yeterli koruma sağlamıyor, hem de günlerce aynı maskeyi kullanmak zorunda kalabiliyorlar. “Fiziki mesafe” ise, hak getire!.. Ne servislerde, ne de çalışma ortamında-yemekhanelerde bu kurula uygun bir düzenleme var.
Bu koşullarda salgının işçiler arasında yayılması kadar doğal ne olabilir? DİSK’in yaptığı açıklamaya göre faal işçilerin salgına yakalanma oranı, 3,2 kat daha fazla. Üstelik korona belirtileri gösteren işçilere test yapılmıyor, hastaneye sevk edilmiyor, en fazla evlerine gönderiliyorlar. Hem de toplu taşıma araçlarıyla… Bu araçları kullanan herkese bulaştırma riskine aldırmadan… Çünkü fabrikalarda ambulans bile bulunmuyor.
Dahası, korona teşhisi koyulan işçiler, en geç 14 gün sonra yeniden işbaşı yapıyorlar. Hastalığın bitip bitmediğine dair yeni bir test yapılmadığı halde…
Böyle olunca işçiler arasında salgın yayılmakla kalmıyor, giderek artan oranda ölümler başgösteriyor. Örneğin Manisa’da bulunan Vestel fabrikasında TTB (Türk Tabipler Birliği) bin civarında işçiye pozitif tanı konulduğunu açıkladı. İşçilerin söylediğine göre, yedi işçi yaşamını yitirdi. Burada da hiçbir önlem alınmadığı, işçilerin evlerine gönderildiği biliniyor.
Ama bilinmeyen pek çok şey de var. Patronlar ve devlet, kaç işçinin koronavirüse yakalandığını, kaçının yaşamını yitirdiğini adeta sır gibi saklıyor. Zenginlerin testleri bile haber olurken, yoksulların ölümü “haber değeri” taşımıyor, bilinçli olarak örtbas ediliyor. Kayıtlara “doğal ölüm” olarak geçiriliyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi İSİG, salgın sonucunda ölenlerin kimliklerine ulaşamadıklarını; mesai arkadaşlarından-ailelerinden, tabipler odasından ve yerel basından öğrenebildikleri kadarıyla tespit edebildiklerini açıkladı. Sınırlı kaynaklarına rağmen Ağustos 2020 tarihine kadar en az 224 işçinin çalışırken koronavirüsten dolayı hayatını kaybettiğini belirttiler. Ki bu rakamlara işçi aileleri ve emekliler dahil değil!
Bu tablo karşısında “her ay birden fazla SOMA oluyor” demeleri, gelinen durumu çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. “Soma’da 301 işçi ölmüştü, şu anda sürekli bir Soma oluyor. Sadece koronavirüs nedenli ayda bir ya da birden fazla Soma oluyor.”
Fabrikalar hapishane, işçiler mahkum
Salgın sonrası fabrikaların durumunu bir işçi böyle tanımlıyor: “Fabrikalar hapishane, işçiler kelepçelenmiş mahkum gibi…”
İlk olarak şantiyelerde başlayan, sonra Dardanel’le devam eden ve geniş kesimlerin haberdar olduğu “kapalı devre çalışma sistemi” işçileri köle gibi çalışmaya zorluyor. Hatırlanacaktır; Çanakkale Dardanel fabrikasında işçilerde koronavirüs salgını artınca, 27 Temmuz-9 Ağustos tarihleri arasında, fabrikadan dışarı çıkması yasaklanmıştı. Hatta akşam da “belirlenen yurtlarda” kalmaya zorlanmışlardı. Sözde “zorunlu karantina”, gerçekte ise “zorla çalıştırma kampı” hayata geçirildi.
Bu uygulamanın Dardanel’le sınırlı olmadığı; artık her işyerinin bir Dardanel haline geldiği, sendikalar tarafından da ifade ediliyor. “Kapalı devre çalışma sistemi” bunun en bariz biçimi. Üstelik bu sisteme işçilerin önemli bir kısmının rızası alınmadan geçiliyor. “Rızası alınan”ların da hangi koşullarda buna katlandığını bilmek zor değil. Korona hastası işçileri fabrikada tutmak da, diğer işçileri virüs taşıyan arkadaşlarıyla aynı ortamda çalışmaya zorlamak da, en temel insan haklarına aykırı.
Ama temel hak ve özgürlüklere aykırılık bununla sınırlı değil! Bazı fabrikalarda güya “fiziksel mesafe”yi korumak için işçilere çip takıldığı, ona göre kaç metre mesafede olduğunun ölçüldüğü söyleniyor. Önlem adına yapılan, tamamen işçiler üzerinde gözetim ve denetimi arttıran uygulamalardır. İşçilerin birbirleriyle iletişim kurmasını ve örgütlenmesini engellemektir. Zaten ölümler en fazla sendikasız işyerlerinde görülmektedir. Salgın sonrası iş cinayetlerinde de büyük bir artış yaşanıyor.
İSİG’in son raporunda, salgın sonrası işçiler arasında ölüm nedenleri şöyle sıralanıyor: Covid-19, trafik/servis kazası, ezilme/göçük, yüksekten düşme, elektrik çarpması, kalp krizi, zehirlenme/boğulma ve şiddet… 2020 yılının ilk 8 ayında yitirilen işçi sayısının 1306 kişiye yükseldiği belirtiliyor. Salgın öncesi günde ortalama 5 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyordu. Salgın sonrası ise, bu sayı günde ortalama 7-8 işçiyi buluyor. Çünkü salgınla birlikte çalışma koşulları daha da ağırlaştı. İşçiler düşük ücretle uzun saatler çalışmaya zorlanıyor. Zorunlu mesailer, rutin hale gelmiş durumda.
Kısacası salgın sonrası işçi ve emekçilere karşı işlenen suçlar, hak gaspları arttı. Bunlardan biri de “Kısa Çalışma Ödeneği” adı altında günde 38 TL’ye mahkum edilmesidir. Patronların isteği doğrultusunda sürekli uzatılan bu uygulamaya göre çalışanlar, 2020 yılında sadece Ocak ve Şubat aylarında tam maaş alabilmiş olacaklar. Üstelik sigorta primi de yatırılmadığı için kıdem hakları gaspedilecek.
Patronlar pandemiyi fırsata dönüştürdü
Pandemi, patronlar açısından fırsata dönüştürülen bir dönem oldu. Hükümet de patronların isteği doğrultusunda kararlar aldı, yasalar çıkardı. “Kapalı devre çalışma sistemi”nden, “kısa çalışma ödeneği”ne kadar tüm uygulamalar, patronların işine yaradı, karlarına kar katmalarına olanak sağladı.
Fabrikalar bu dönemde ihracat rekoru kırmaya başladılar. İşçi ölümleriyle adını duyuran Vestel’in bu dönemde karını yüzde 17 arttırdığı belirtiliyor. Keza Dardanel Genel Müdürü, ihracatlarının üç kart arttığını açıkladı. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin en büyüklerinden olan Sabancı Holding ise, bu yılın ilk altı ayında net karını yüzde 15 oranında arttırdığını duyurdu. Karlarını en çok arttıran şirketleri ise, Ak Sigorta, Brisa, Enerjisa diye sıralanıyor.
Örneğin AK Sigorta’nın karı bir önceki döneme göre yüzde 50’nin üzerinde artmış durumda. Salgın koşullarında sigorta şirketleri daha fazla kar yaptılar. Çünkü bu şirketler primlerini olağan şekilde toplamaya devam ederken, trafikteki azalmayla birlikte kazaların da azalmasıyla daha az zarar karşıladılar. Keza salgın korkusuyla hastanelere gitmeme artınca, özel sağlık sigortası kullanıcıları aynı primleri ödedikleri halde daha az masraf yaptılar.
Otomotiv sektörüne hükümetin dolaylı-dolaysız yaptığı kolaylıklar, bu alandaki patronların karlarını arttırmasını sağladı. Sabancı Holding’e bağlı olan Brisa’nın karı da, geçen yıla oranla yaklaşık 6 kat arttı. Aynı şekilde EnerjiSa bir önceki döneme göre karını yüzde 50’nin üzerinde arttıran şirketler arasında. Enerjinin özelleştirilmesinden en fazla yararlanan Sabancı grubu, elektriğe yapılan zamlarla birlikte karını sürekli arttırıyor.
Bu üç örnek bile, işçiler ölümüne çalışırken, patronların nasıl devasa karlar kırdığını görmeye yeter. Her zaman olduğu gibi halkın yaşadığı acılar üzerinden servetlerini büyütüyorlar. Ve salgın dönemi bu gerçeği net bir biçimde gözler önüne seriyor…
Yaşamak da ölmek de sınıfsal
Salgının başladığı günden itibaren, salgına karşı mücadelenin sınıfsal olduğunu söyledik. Egemenlerin “salgın küresel mücadele ulusal” demagojisine karşı, işçi ve emekçilerin yaşamlarının da ölümlerinin de sınıfsal olduğunu, hayatta kalabilmenin mücadeleyi yükseltmekten geçtiğini belirttik.
Bu süre boyunca işçi ve emekçiler hak gasplarına uğramış, daha ağır çalışma koşullarına zorlanmış ve ölümler artmışsa, bunun en önemli nedeni sendikal anlamda bile örgütsüz oluşudur. Hükümetin ve patronların artan baskı ve sömürüsüne karşı ciddi bir direnişin sergilenmemiş olmasındandır. Bu konuda sendikaların da yetersiz kalması, teşhirin ötesine giden bir eylem çizgisi izlememiş olmalarıdır.
Buna rağmen kimi işyerlerinde direnişler oluyor. Son olarak Ermenek’te Seba Madencilik’e bağlı bir ocakta çalışan işçiler 7 aydır maaş alamadıklarını açıklayarak direnişe başladı. Patron ise “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış” diyerek 35 madenciyi işten attı. Güya salgın döneminde işten atmak yasaktı. Ama patronlar işi kitabına uydurup işçi atmayı sürdürüyor. Direnen işçileri “ahlaksızlık”la suçlayabiliyor. Ve bu şekilde tazminatsız işten atabiliyor.
Bilindiği gibi Ermenek, Soma’dan sonra yaşanan madenci katliamı ile hafızalara kazınmıştı. Ancak madenciler halen haklarını alabilmiş değil. Ankara’ya yürümek istediklerinde yolları kesiliyor. Bir kez daha görülüyor ki, direnişler engelleri aşa aşa büyüyecektir.
İşçi ve emekçiler salgın döneminde daha da artan sömürü ve baskıya, hak gasplarına karşı ayağa kalkmak zorundadır. En başta kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin yerine “ücretli izin” talebini yükseltmelidir. Salgına karşı önlemlerin göstermelik olmaktan çıkması, hijyen, maske, mesafe gibi temel kuralların doğru bir şekilde uygulanması ve işçilere ücretsiz test yapılması istenmelidir. Koronavirüs belirtisi gösteren işçilerin hemen hastaneye gönderilmesi, tam olarak iyileşmeden işe başlamaması sağlanmalıdır. İşçilerin hayatının tehlikeye atan uygulamalar karşısında “işten kaçınma hakkı”nı kullanmalıdır.
Direnmek bir haktır! Salgın koşullarında bu hak, aynı zamanda yaşam hakkıdır. Ama unutulmaması gereken tek şey, yaşam hakkımızın mücadele gücümüz kadar olduğudur.