2018 yaz aylarında dövizin birden sıçraması, ekonomik krizin görünür hale gelmesini sağlamıştı. Zaten 2018 başından itibaren ekonominin her alanında sıkışmalar kendisini belli ediyordu. Keza işten çıkarmalardaki artış, küçük işletmelerin kapanmasındaki yaygınlaşma, gıda fiyatlarındaki yükselme gibi unsurlar da, krizin açık göstergeleriydi.
Bu krizin etkileri altında kitleler ayakta kalma savaşı verirken, bu defa da sağlık krizi patlak verdi. 2020’nin ilk günlerinden itibaren, hızla tüm dünyayı etkisi altına alan bir salgın hastalık, yeniden yaşamlarımızı altüst etti.
Pandemi döneminde gerçekte kapitalist ülkelerin tamamına yakını (bazı Asya ülkelerini dışında tutarak) açık ya da gizli biçimde “sürü bağışıklığı” politikası izlediler. Ve adını koymadan sürü bağışıklığı politikası izleyenler, “salgın önlemleri” adı altında, ekonomik krizin derinleşmesine yol açan adımlar attılar. Hayatın durdurulması, dükkanların kapatılması, uzaktan çalışmanın yaygınlaştırılması vb. yöntemler, gerçekte salgının yayılmasını önlemeyi değil, sorunu örtbas etmeyi hedefliyordu. Çünkü ekonomik kriz derinleşmişti, kitleler dünyanın dört bir yanında ayaklanmalar gerçekleştiriyordu.
Salgına karşı en etkili mücadele yöntemi, insanları evlere hapsedip devlet denetimini artırmak değil; bir taraftan çalışma-üretim-eğitim vb. insanların toplu bulunduğu ortamları daha sağlıklı hale getirmek, diğer taraftan sağlık sistemini güçlendirmektir.
Devletler ise, sokakta eylem halinde olan kitleleri eve kapatarak kendi güvenliklerini sağlamayı tercih ettiler. Keza çalışma hayatına dönük atılan adımlar, sanki daha önce bir ekonomik kriz yokmuş, pandemi nedeniyle mecburen alınan önlemler yüzünden kriz yaşanmaya başlamış gibi bir yanılsama yaratmayı hedefliyordu.
Sonuçta, 2018 yılı ortalarından itibaren dünya genelinde etkisini artırmakta olan ekonomik kriz, pandemi döneminde büyük bir çöküşe yol açtı. Ve hükümetler, bu çöküş döneminde kitleleri değil sermayenin çıkarlarını korumak için, krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek ve patronlara kar olanakları yaratmak için kararlar almaya, programlar oluşturmaya devam ettiler. Türkiye’deki ekonomi yönetimi de benzer bir seyir izledi.
Yeni Ekonomi Programı-eski sömürü hedefi
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 2021-2022-2023 dönemini kapsayan YEP’i (Yeni Ekonomi Programı) açıkladı. Programda, ekonominin büyümesine, ekonomik göstergelerin iyileştirilmesine ilişkin somut bir hedef yoktu. Yani damat başta olmak üzere, devletin ekonomik krizden çıkışa ilişkin bir programı-yol haritası bulunmuyor. Diğer taraftan, tek somut hedef işçi ve emekçiler üzerindeki sömürünün katmerlendirilmesi, hak gaspları olarak belirlenmiş durumda.
İlk saldırı, kıdem tazminatına yönelmiş. Sermaye, salgın döneminde çok önemli bir fırsatı yakaladı. Sömürünün en ağır biçimi olan esnek çalışmaya, “kitle rızası” oluşturdu. Salgın koşullarında toplu çalışma alanlarını güvensiz bulan bir çok kesim, evden ve esnek çalışmaya itirazsız uyum sağladı. Ancak esnek çalışma ve evden çalışma, sömürüyü daha da ağırlaştıran yöntemler. Patronlar bu yöntemleri, çalışma koşullarını ağırlaştırıp “personel giderleri”ni azaltmak için kullanıyorlar.
Şimdi ise, özellikle 25 yaş altı gençler ile 50 yaşın üstündekiler için esnek çalışmayı kurumsallaştırma çabası sözkonusu. YEP, bunun gerekli düzenlemelerini yapma sözü veriyor patronlara. Bu aslında sadece gençler ve yaşlıların çalışma koşullarının sertleştirilmesi ile sınırlı olmayan bir saldırı. Esnek çalışma, aynı zamanda sigorta primlerini de etkiliyor. Patronlara sigorta primlerini hiç yatırmama ya da eksik yatırma hakkı tanıyor. Mevcut yönetmeliğe göre patron 1 ayda 10 günden az çalıştırdığı işçi için yüzde 37,5 sigorta primi yatırıyordu; YEP, patrona 10 günden az çalışan işçi için sadece yüzde 2’lik iş kazası ve meslek hastalığı sigorta primi yatırma hakkı veriyor. Ve sermayenin uzun zamandır gaspetmeye uğraştığı “kıdem tazminatı”, böylelikle büyük bir darbe alıyor. Oldukça önemli bir kesim, emekli olma ve kıdem tazminatı alma hakkını tamamen kaybetmiş oluyor.
İkincisi, kamudan sermayeye kaynak aktarımı sürdürülüyor. İşsizlik fonunda, BES fonunda, 15 Temmuz şehit ve gazileri fonunda vb. biriken paraların tamamı, patronlara peşkeş çekiliyor. Kitlelerden toplanan paralar, patronlara köprü-şehir hastanesi vb. garanti ödemeleri, düşük faizli krediler, teşvikler vb. olarak hortumlanıyor. Mesela 2020’nin sadece son 7 ayında, geçen yılın aynı dönemine göre, devletin şehir hastanelerinin yapımcısı firmalara döviz cinsinden yaptığı sözleşmeler gereğince, kira ödemesi TL cinsinden yüzde 62, hizmet alımı için yapılan ödeme ise yüzde 47 arttı.
Sermayeye kaynak aktarımı, kamu borç yükünün halka transferi ile de sürdürülüyor. Devletin borçlanması, kitlelere yeni vergiler, yeni zamlar olarak ödetiliyor. 2019 yılında kamu borcunun GSYH’ye oranı yüzde 32 iken, 2020 yılında çok ciddi bir artışla yüzde 41’i aştı. YEP’te, bu oranın önümüzdeki iki yıl boyunca bu oranda kalması hedefleniyor. “Fransa’da sınıf savaşımları” adlı kitabında Marks, kamu borçlanmasının sermayenin sömürme ve servet artırma yöntemi olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Burjuvazinin iktidarı almış olan fraksiyonu, devletin borçlandırılmasından büyük çıkar sağlıyordu. Kamu açıkları, onun spekülasyonunun ve zenginleşmesinin temel objesiydi. Her yıl yeni açıklar olmalı ve her dört ya da beş yılda bir yeni borçlanma gerçekleşmeliydi. Ve her yeni borçlanma, finans aristokrasisine, iflasın eşiğinde tutulan devleti dolandırmak için yeni fırsatlar yaratıyordu. Kamu kredisinin istikrasızlığı, bankaların ani spekülasyonlar yaratmasını sağlıyordu.”
Sonuç olarak YEP, eski sömürü biçimlerini katmerlendirerek, yoğunlaştırarak sermayeye kaynak yaratmak, işçi ve emekçilerin sırtındaki yükü ağırlaştırmak hedefiyle hazırlanmış bir program olma niteliğini ortaya koyuyor.
Ancak bu arada kriz daha da derinleşiyor, ekonomideki çöküş kitlelerin omuzlarına yıkılıyor.
Konuttaki şişme çare değil
Koronavirüs salgını döneminde bütün sektörlerde büyük bir yıkım yaşanırken, devletin ciddi bir destek aktardığı tek sektör konut-inşaat oldu. Nisan-Haziran arasındaki dönemde ekonomik faaliyet önemli bir gerileme yaşamıştı. Haziran başından itibaren AKP yönetimi, “yeniden açılma” ve “normalleşme” dönemine geçtiğini duyurdu.
Elbette “yeniden açılma” derken sağlık koşullarının oluşturulması ve tıbbi önlemlerin alınması öncelikli olmalıydı, bu yapılmadı. “Normalleşme” denilen şey, ekonomik olarak salgın döneminde kaybedilenlerin yerine konmasıdır aslında. Ve salgında en büyük kayıp istihdamda, çalışmaya devam eden işçilerin gelirlerinde ve dükkanı kapatmak zorunda kalan küçük esnafta ortaya çıkmıştı. Oysa AKP, yine inşaat sektörüne öncelik tanıdı.
Salgın günlerinde ortalama geliri olanlarda sağlık korkusu baskın çıkmış, toplu taşıma yerine kendi aracını kullanma, balkonu bile olmayan evlerin yerine balkonlu-bahçeli evlere geçme isteği güçlenmişti. Bu koşullarda devletin uyguladığı faizleri baskılama politikası, otomobil ve konutta kısmi bir talep oluşturdu. Ancak bu, devletin istediği düzeyde değildi.
Haziran ortalarında konut faizlerinde yapılan devasa indirim, Türkiye tarihinin en hızlı konut kredisi genişlemesini ortaya çıkardı: Haziran-Ağustos döneminde, konut kredileri patladı.
Bu kredi patlaması, üç alanda önemli veriler ortaya koydu.
Birincisi, on yıl öncesine kadar bankacılık sektörünün sadece üçte birini kapsayan devlet bankaları, bu süreçte indirimli konut kredilerinin yüzde 66’sını sağladılar ve sektördeki paylarını yüzde 40’ın üzerine çıkardılar. Kamu bankalarının böylesine büyük bir krediyi bu kadar düşük faizlerle dağıtıyor olması, “halka yardım” anlamını taşımıyor; tam tersine geri ödeme riski yüksek kredilerin varlığı, kamunun, yani devletin zararı olacaktır. Devletin zararı ise halkın zararı anlamına gelir; çünkü bu zarar, daha fazla vergi-daha az hizmet ile yine halkın sırtından tahsil edilecektir.
İkincisi, Haziran ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre ipotekli “ilk satış”lar yüzde 1300 arttı. Ağustos ayındaki artış ise, yüzde 273 gibi, yine çok yüksek bir oranda kaldı. “Borçla ev sahibi olma oranı”nın bu kadar yüksek olması, sadece evlerin değil, insanların geleceğinin de ipotek altına alındığını gösteriyor. Keza talebin ve satışların yoğunluğu, konut fiyatlarını hızla tırmandıran bir etki yarattı. TÜİK ve Merkez Bankası verilerine göre, konut fiyatları Temmuz 2020’de bir önce yılın aynı ayına oranla reel olarak yüzde 12,6 artış gösterdi ve son yılların en hızlı fiyat artışını oluşturdu. Konuttaki bu fiyat artışı, genel olarak enflasyondaki artışı da büyüttü.
Üçüncüsü, ikinci el satışlar toplam satışların yüzde 70’ini oluşturdu. Bu rakam, bir yanıyla konut sektöründeki stok sorununun devam ettiğini gösteriyor. Toplam satışlarda rekorlar kırılmasına rağmen, devasa konut stoğu eritilemiyor demektir. Diğer yandan, ikinci el satışların bu kadar yüksek olması, bir başka yoksullaşma göstergesidir. İkinci el satışın bir tarafında, insanların evlerini satması-kaybetmesi durmaktadır. Bu ikinci el evlerin satın alanlar ise, kredi bolluğu içinde fahiş fiyatlara ev alıyor, ağır taksit yükü altına giriyorlardır.
Gelir ve Yaşam Koşulları İstatistikleri, 2014’ten bu yana, toplam ev sahipliği oranının gerilemekte olduğunu gösteriyor. Son aylarda, üstelik pandemi koşullarında borçla ev sahibi olduğunu zannedenlerin kaçı bu süreci tamamlamayı başarıp evine sahip olabilecektir; kaçı kısa bir süre sonra evin kredi borçlarını ödeyemez hale gelip herşeyini birden kaybedecektir bilinmez. Ama ikincilerin daha çok olacağı, sistemin doğası gereği öngörülebilir.
Haziran-Ağustos ayında konutta ortaya çıkan büyük hareketlilik, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu tabloyu değiştirmiyor, tersine derinleştiriyor. Sonuçta, kapitalizmin krizine çare olsun diye yapılan konutta faiz indirimi, inşaatçılara rant aktarmanın yanısıra herhangi bir şeye çare olamamış, krizi daha da büyüten bir etki yaratmıştır.
Kredi genişlemesi krizi büyütüyor
Pandemi dönemindeki kredi politikasına benzer bir tablo, 2018’de doların birden fırladığı ekonomik kriz öncesindeki tabloya çok benziyor.
2017 yılında yapılan referandumda, “Başkanlık sistemi” oylandı. Referandum öncesinde “evet” ve “hayır” oyları bıçaksırtı görünüyordu. Erdoğan, referandum öncesi kitlelerin desteğini kazanabilmek için, Kredi Garanti Fonu üzerinden, 250 milyar TL’lik kredi paketi açtırdı. Bu sayede ekonomik göstergeler birden yükseldi, 2017 yılında Türkiye ekonomisinin yüzde 7,4 büyüdüğü kayıtlara geçti. Erdoğan referandumu kazanmış, bu arada ekonomi de fazlasıyla ısınmıştı.
2018 Haziranı’nda bu defa da “başkanlık” seçimleri gündeme geldi. Bu seçimleri de kazanabilmek için, aynı politika sürdürüldü, hormonlu büyüme devam etti. İki ay sonra ise ekonomi birden duvara çarptı: Ağustos 2018’de, dolar bir gecede 7,26’ya çıktı.
Bu yıl da, 2017 ve 2018’in hızlandırılmış modeli yaşanmaktadır. 2020 yılının ilk 7 ayında kredilerde rekor artış yaşandı. Kamu bankalarının kredileri, bir önceki yıla göre yüzde 130, genel olarak bankacılık sisteminin kredileri ise yüzde 30 arttı. Faizler ise enflasyonun epeyce altına çekildi, kamu bankalarının zararı göze alınarak konut satışları artırıldı. Elbette bunun sonucunda doların yeniden zıplaması kaçınılmazdı; 2018 sonrasında yeniden 5’lere kadar çekilen dolar, geçtiğimiz günlerde 7.85’e kadar yükseldi.
“Dip”ten çıkmak kolay değil
Türkiye ekonomisi, yılın ikinci çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 9.9 oranında küçüldü. Bir önceki çeyreğe göre ise, küçülme yüzde 11’e ulaştı. Bu oran, 1998 yılından bu yana, yani 22 yıl sonra en sert daralma anlamına geliyor.
GSYH’yi (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) oluşturan faaliyetler, bazı sektörlerde artışı, bazılarında ise azalmayı işaret ediyor. Buna göre, tarım yüzde 4.0, bilgi ve iletişim yüzde 11.0, finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 27.8, gayrimenkul faaliyetleri yüzde 1.7 artmış. Diğer taraftan sanayi yüzde 16.5, inşaat yüzde 2.7, hizmetler yüzde 25.0, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetler yüzde 2.4, diğer hizmet faaliyetleri yüzde 18.0 küçülmüş. Ayrıca mal ve hizmet ithalatı yılın ikinci çeyreğinde yıllık bazda yüzde 6.3, ihracatı ise yüzde 35.3 oranında daralmış durumda.
TÜİK rakamları genel olarak güvenilir değildir; ancak bu koşullarda bile, sanayinin ne kadar küçüldüğünü, insan sağlığı ve eğitime dönük hizmetlerin pandemi döneminde ne kadar azaldığını görmek zor değil.
Zaten pandemi koşullarında, insanların yaşadığı kaygıların sigortacılık sektörünü, eve kapanma-evden çalışma gibi yöntemlerin bilgi-iletişim sektörünü canlandırdığı biliniyor. Ancak genel olarak ekonominin en önemli kalemlerini oluşturan sanayi, turizm gibi sektörlerde yaşanan kriz, ekonominin geleceği açısından büyük bir yıkıma işaret ediyor.
Türkiye, 2018’den itibaren ciddi bir ekonomik kriz içindeydi. Dönem dönem belli müdahalelerle ekonomi iyiye gidiyor gibi göstermeyi başardılar. Kimi zaman yüklü miktarda yabancı sıcak para girişi, kimi zaman kredi genişlemesi gibi yöntemler, geçici rahatlamalar sağlıyor. Ancak bunların her biri, ekonomik krize çare olmak bir yana, geçici rahatlamanın ardından daha ağır bir ekonomik tablo oluşturdu.
* * *
1998 yılında yaşanan ekonomik krizin ardından, 2001 yılında Arjantin’de başlayan açlık isyanları tüm dünyayı etkisi altına alan büyük ayaklanmalara dönüşmüştü. Keza 2008 yılında ABD’den başlayıp dünya geneline yayılan ekonomik kriz, 2010 yılından itibaren Arap ayaklanmaları ile dünyanın gidişatını değiştiren bir rol oynamıştı.
Şimdi yeni ve bunlardan çok daha ağır bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Pandemi koşulları, tüm dünyada ekonomik krizi daha da ağırlaştıran bir rol oynuyor.
Türkiye’de işsiz sayısı 8,9 milyona çıkmış durumda. Ücretsiz izne ayrılan sayısı 1,7 milyon ve Haziran ayında kısa çalışma ödeneği alan 2,5 milyonu da eklediğimizde, Türkiye’deki işsizlerin sayısı 13 milyona dayandı. Bu Türkiye tarihinde bir rekor. Yani 13 milyon işsiz, aileleriyle birlikte düşündüğümüzde yaklaşık 40 milyon kişi, asgari ücretin bile çok altında, açlık sınırının altında, iş ve gelir olmadan yaşam savaşı veriyorlar.
Bu yokluk içinde, banka kredileri ile bir soluklanma oluşturmaya çalışıyorlar. Tüketici kredisi borçları Ağustos 2019’dan Ağustos 2020’ye kadar 409 milyar TL’den 657,2 milyar TL’ye yükseldi. Bu borçlar günü kurtarıyor, ancak nasıl ödeneceği bir başka kabus oluyor.
Bir tarafta böylesine bir yoksulluk birikirken, tam da kapitalizmin doğası gereği diğer yanda servet biriktiriliyor: Bankaların kayıtlarına göre, Türkiye’de milyoner sayısı bir yılda yüzde 39,5 arttı.
Pandemiden de, ekonomik krizden de en çok yoksullar etkileniyor. Ve krizlerden en çok etkilenen işçi ve emekçiler, tıpkı ABD ve Lübnan’daki gibi, yeni ayaklanmaların dinamiklerini biriktiriyorlar.