Deprem değil, kapitalizm öldürüyor

İzmir’in Seferihisar ilçesinin açıklarında 30 Ekim cuma günü gerçekleşen depremde, hayatını kaybedenlerin sayısı 115’e yükseldi. Yaralı sayısı ise binleri geçti. Yaralıların bir kısmı hastanelerden taburcu edildi, bir kısmının ise hayati tehlikesi sürüyor.

İzmir depremiyle yüreklerimiz dağlandı bir kez daha. Enkazdan kurtarılan her bir canla sevinç ve coşku sesleri yükseldi; cansız çıkarılan her beden ise, büyük bir üzüntü ve öfke kaynağı oldu. Somalı madenciler, eylemlerine ara vererek enkaz bölgesine gittiler; kendileri gibi yoksul, çaresiz insanlara yardım edebilmek için…

Ve bir kez daha, yoksulun hayatının ne kadar ucuz olduğunu gördük. Lüks siteler depremlerden zarar görmemişti. Eski-yoksul apartmanlar ise yerle birdi. Depreme uygun olmayan bataklık zeminler, kesilmiş kolonlar, deniz kumuyla dikilen duvarlar, malzemeden çalınan inşaatlar konuşuldu televizyon ekranlarında saatler boyunca… Sanki bu bilgiler depremden sonra birdenbire öğrenilmişti! Sanki öncesinde ülkede hiç deprem yaşanmamış, nasıl zeminlerin ve nasıl binaların çöktüğü hiç duyulmamıştı!

Elbette ki, bunların herbiri öncesinden de biliniyordu. Elbette ki, her deprem sonrasında “uzmanlar” televizyonlara çıkıp “halkı aydınlatıyor”, devlet temsilcileri basın açıklamalarında “devletimiz tüm olanaklarıyla halkımızın yanındadır” demeyi ihmal etmiyordu. Ama ne bu bilgiler depremlerde can kaybını önlemeye yarıyor, ne de depremzedeler bu olanaklardan faydalanabiliyorlardı.

Deprem öncesinde mesela; zayıf zeminlere bina dikme izni verenler, bu binaları yapanlar, bunları denetleyenler, bu binaları satanlar neredeydi? Belediyesinden Çevre ve Şehircilik Bakanlığına, müteahhitinden hükümetine kadar, bu binaların yapılmasına izin veren, göz yuman, denetlemeyen tüm kesimler, depremde ölenlerin doğrudan sorumlusu değil miydi? Daha 1999 depreminde toplanan paraların nereye harcandığı ortaya çıkarılamadı. Keza “imar barışı” adı verilen politika ile devletin kasasına para aktarma olanağı yaratılırken, “barışılan” binaların çürüklüğü, güvencesizliği örtbas edilmiş olmadı mı?

Peki ya depremden sonra… Kandilli Rasathanesi depremi 6.9 olarak açıklarken, AFAD 6.6 olarak açıklıyor, yandaş medya da bu şekilde haber yapmayı sürdürüyordu. Uluslararası kurumlar depremin şiddetinin 7 olduğunu bildirmesine rağmen, resmi olarak 6.6 söylemi devam etti. Sonradan anlaşıldı ki, (Ebced hesabına göre her harfe verilen sayısal değerlerle) Allah kelimesi 66 ediyor. Halk arasında “işi 66’ya bağladılar” sözü de “Allaha havale ettiler” anlamına geliyor. Ama daha önemlisi; depremin 7 büyüklüğünde olduğu kabul edildiğinde, “afet” kapsamına alınması gerekiyor. Buna uygun da bir yardım gerekiyor. Küçük göstererek bu yükten kurtulmuş oldular. Sadece İzmir’de en az 1 milyarlık hasar varken, hükümetin gönderdiği para 8 milyondu!

Diğer yandan depremin üçüncü gününde, daha hala kurulması “planlanan” çadırlardan sözediliyordu. Üstelik de 1999’da olduğu gibi, ya da beklenen İstanbul depreminde olduğu gibi onbinlerce bina değil; ardı önü 21 bina yıkılmıştı. Bu binalardan çıkan depremzedeler ve ağır hasarlı binalarda kalamayacak durumda olanlar, bir yandan can korkusu, bir yandan can kaybının acısını yaşarken, bir yandan da kalacak yer, yiyecek, yemek gibi sorunlarını çözmeye, ayakta kalmaya çalışıyordu. Devlet ise halen kaç bin çadır kuracaklarına dair planlarını anlatıyordu kameralar önünde. Bu tabloya bakınca, daha büyük ve daha yıkıcı bir deprem konusunda büyük bir umutsuzluk-karamsarlık kaplıyor kitlelerin içini.

2020 yılı içinde dünyada 7 büyüklüğünde onlarca deprem gerçekleşmişti; hepsinin toplamındaki ölü sayısı onlu rakamları geçmezken, Türkiye’de yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Örneğin Japonya’da 7 büyüklüğündeki depremde hiç ölüm yaşanmıyor. En fazla ölümün yaşandığı Meksika’da bile bu rakam 16. Bizde ise 115 kişi hayatını kaybetti. Depreme dayanıksız binalar arasında kamu binaları da var. Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin binası, İzmir Adliyesi, bazı hastaneler ağır hasarlı durumda. Yani kamuya ait binalarda bile çimentodan-demirden çalındığı, yeterli denetimlerin yapılmadığı, birilerinin cebinin doldurulduğu ortaya çıkıyor.

Göz göre göre yaşanıyor ölümler. Deprem kuşakları biliniyor. Fay hatları biliniyor. Güvensiz-sağlıksız binalar biliniyor. Buna rağmen bir çözüm bulunmuyor. Bu binalarda oturmaya mahkum edilen, bu binalardan başkasına mali gücü yetmeyen insanlar, göz göre göre ölüme terkediliyor. Üstelik bir de bu binalarda oturdukları için suçlanıyorlar. Devletin yaptığı tek şey; deprem sonrası yıkılan binaların üzerinde poz vermek, ölenlerin yakınlarına başsağlığı dilemek, hastanelere kalkanları ziyaret etmek ve kurtarma ekipleriyle övünmektir. Öyle ki, kurtarma ekipleri arasında bile ayrım yapılmakta, enkazın ortasında kavgalar yaşanmaktadır.

İzmir depremi bir kez daha göstermiştir ki, devletin depremle ilgili hiçbir önlemi yoktur. Ne öncesi ne sonrasında halka sunduğu bir şey olmamıştır. Yapılanlar; halkın dayanışma duygusuyla gerçekleşenlerdir. Ve yine net biçimde anlaşılmıştır ki, ÖLDÜREN DEPREM DEĞİL, KAPİTALİZMİN KAR HIRSIDIR!

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …