Faşizmin en önemli özelliklerinden birisi, kendi koyduğu yasaları çiğnemesidir. Kendisinden önceki yasaları değil sadece, kendi koyduğu yasaları bile çiğneyen bir yönetim biçimi olmasıdır.
AKP hükümetleri döneminde bunun pek çok örneğini gördük. En tipik olanı, ihale kanununun tam 186 kez değişmesidir. Neredeyse her ihaleye bir kanun düşmektedir. Kanuna uygun ihale değil, kazanmasını istedikleri şirkete göre kanun yapılmıştır.
Keza son dönemde çok tartışılan “İstanbul sözleşmesi” de AKP döneminde imzalandı. Ya da seçim kanunundaki değişikler… Daha pek çok yasa AKP tarafından kaldırıldı, değiştirildi veya kaldırılmak isteniyor.
Bir yasayı kaldırıp yeni bir yasa yapmasına da gerek kalmıyor aslında. Yasa yerinde dursa bile uygulanmıyor çünkü. Zaten “tek adam rejimi” olarak kodlanan yeni sistemle birlikte, kuralsızlık kural haline geldi. Kendini her tür yasanın, hatta anayasanın üzerinde gören, hiçbir şeyin bağlamadığı, hiç bir konuda sorumluluk üstlenilmediği, her alanda tam bir keşmekeşliğin sürdüğü bir döneme girildi. Yani kuralsız-keyfi bir yönetimle karşı karşıyayız.
Faşizm “tuzun kokması”dır
Hal böyleyken hala bu rejimden “hukuka saygı” göstermesi, “adil davranması” bekleniyor. Muhalif partilerden en sık duyduğumuz söz budur. Yanı sıra mücadelenin de “hukuk kuralları içinde” yapılması, “yasalara uygun olması” telkin ediliyor. Rejimin tanımadığı, rahatlıkla çiğnediği yasalara!
Örneğin herhangi bir konuyla ilgili gösteri yapmak veya yürümek anayasal bir hak! Dahası Anayasa Mahkemesi (AYM) geçtiğimiz aylarda madencilerin yürüyüşünün engellenmesini yasalara aykırı buldu. Ama maden işçilerinin Ankara’ya yürümeleri şimdi de engelleniyor. Üstelik bu düzenin mahkemelerinin kararıyla kazandıkları, ama 7 yıldır ödenmeyen tazminatları için sokaktalar. Yani istekleri de, eylem biçimleri de tamamen yasal! Hem de AYM’nin bir kez daha belirtme ihtiyacı duyduğu anayasal bir hak!…
Peki bu hakkı tanımayan, hatta AYM yargıçlarını tehdit eden kim? Bu yönetimin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu! Başta anayasa olmak üzere yasaları uygulamakla yükümlü, polis ve jandarmanın bağlı olduğu bir bakanlık. AYM üyelerinin de güvenliğinden sorumlu olduğu halde “işinize resmi arabayla değil, yürüyerek gidin bakalım” tehdidini savuruyor.
AYM ile kavga bununla sınırlı kalmadı. CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun yeniden yargılanması kararı üzerine iyice kızıştı. Bu kararı açıkça tanımadıklarını söylediler. Ardından 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Berberoğlu’na verilen hapis cezasında diretti. Yasalara göre AYM’nin verdiği bir kararı, herhangi bir mahkemenin bozması mümkün değil. Çünkü AYM en üst mahkeme… Ama Osman Kavala’dan Selahattin Demirtaş’a muhalif kesimlerin tahliye kararlarını bozup yeniden tutuklama çıkartan 14. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM’nin kararını da tanımadığını ilan etti. Ve bundan böyle hiçbir ceza mahkemesinin AYM’nin kararları dahil, anayasanın hükümlerine uyma zorunluluğu kalmadı.
“Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa…” deyimini, Susurluk sürecinde sıkça duymuştuk. Aranan bir mafya lideri, bir milletvekili ve bir polis şefi aynı arabanın içindeyken kaza yapınca, sistemdeki çürümeyi gözler önüne serdiği için, cuk otumuştu. AYM’nin kararlarının tanınmaması üzerine şimdi yeniden revaçta. Zaten faşizm “tuzun kokması”dır, her yönden çürüme halidir.
AYM kararlarını tanımama da yeni değildir. 2016 yılında AYM’nin MİT tırlarıyla ilgili soruşturmada “hak ihlali” yaşandığına hükmetmesi üzerine Erdoğan, bu kararı tanımadığını, saygı da duymadığını söylemişti. Ayrıca anayasaya-yasalara aykırı pek çok uygulamayı gerçekleştirdi.
Örneğin Erdoğan, AKP Genel Başkanlığından istifa etmeden cumhurbaşkanı adayı oldu. Yine anayasaya göre 4 yıllık fakülteyi bitirmeyen cumhurbaşkanı olamazken, 2 yıllık yüksek okulu 4 yıl gösterip cumhurbaşkanı oldu. 2 yıllık diplomanın bile sahte olup olmadığı halen tartışılıyor. Keza referandumda kanunen geçersiz olan mühürsüz oyların geçerli sayılıp yönetim değişikliğine gidildiği de unutulmamalı…
Özcesi; Erdoğan yönetimi başından itibaren anayasaya, yasalara aykırı biçimde kuruldu ve o şekilde sürüyor. Uzun yıllardır önce fiili durum yaratıp arkasından yasasını yapıyorlar. Devlet Bahçeli de, bu misyonu üstlendi. Hatırlanacaktır; Erdoğan’ın yönetim tarzına “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adını verip anayasa referandumuyla yasal hale gelmesini de Bahçeli sağlamıştı. AYM kararlarının tanınmaması üzerine de “AYM’yi yeni sisteme uyarlamalıyız” diyen de Bahçeli oldu. AKP’nin paldır-küldür yaptığı şeylere yasal kılıflar giydirmek Bahçeli’ye kaldı.
Faşizmin handikapları
Öyle bir keyfiyet ki, işlerine gelmeyen kararları tanımadıkları gibi, işlerine gelmeyen kurumları da kaldırmakla-kapatmakla tehdit edebiliyorlar. Oysa AYM üyeleri dahil hakim ve savcılar, yönetime ters düşmemek için ellerinden geleni yaptılar. Birlikte çay toplamaya gitmekten, cüppelerinde olmayan düğmelerini iliklemeye kadar, önlerinde eğildiler. Adli yıl açılışları bile sarayda yapılmaya başlandı. Keza 15 Temmuz sonrası çıkarılan KHK’lar anayasaya aykırı olduğu halde “incelenemeyeceği” kararını alan da bu AYM üyeleriydi. Ama yönetimin hoşuna gitmeyen tek bir karar çıkınca, tehditten kapatılmaya her tür saldırıyla karşı karşıya kaldılar.
Anayasa Mahkemeleri’nin tarihi
AYM Türkiye’de 1961 Anayasası ile kuruldu. 1961 Anayasası, Türkiye’nin bugüne kadarki en ileri anayasası olarak biliniyor. Bu, o yıllarda dünyada ve ülkemizde faşizme karşı yükselen mücadelenin bir sonucudur.
Faşizm ilk olarak İtalya’da, ardından Almanya’da 1930’lu yıllarda iktidara geldi. 1917 Ekim Devrimi’yle başlayan proleter devrimlerin yayılmasını önlemek için burjuvazinin başvurduğu bir “çare”ydi. “Klasik faşizm” olarak nitelenen bu örneklerde faşist partiler, yasaları değiştirip iktidarlarını pekiştirdiler. Seçimle geldiler ama seçimle gitmediler. Önce seçim yasalarını kendilerinin kazanacağı şekle soktular, sonra tümden kaldırdılar. Zaten her biri “savaş hükümeti” olarak işbaşına geldiği için, ikinci emperyalist savaşın başlatanı oldular. Ülkelerini savaş ekonomisi ve savaş kurallarıyla yönettiler. Demokratik hak ve özgürlükleri gaspedip ağır bir sömürü, baskı ve işkence rejimi kurdular.
Faşizme karşı mücadele, başta sosyalist Sovyetler Birliği olmak üzere her ülkenin komünist partisinin önderliğinde yükseldi. Savaşa ve faşizme karşı halk cephelerini kurdular. Hem faşist işgalcilere hem de işbirlikçilerine direndiler ve faşizmi yenmeyi başardılar.
Alman faşizmi önce Sovyet topraklarından, sonra işgal ettiği tüm Avrupa’dan sökülüp atıldı. Almanya parlamento binasına çekilen orak çekiçli bayrak, faşizmin yenilgisini tüm dünyaya ilan etti. Faşizme karşı elde edilen bu zafer, emperyalist, kapitalist ülkeleri de geri adım atmaya zorladı. Yükselen kitle hareketi, her ülkede yeni kazanımlar elde etti. Bunlardan biri de AYM oldu.
AYM, sadece tüm mahkemelerin değil, partilerin, hükümetlerin de üzerindeydi. Ve onları denetlemekle, anayasa hükümlerine uymaya zorlamakla yükümlüydü. Ve kapatmak dahil her tür cezayı uygulayabilecekti. Bundan sonra hiçbir parti, seçimle işbaşına geldikten sonra anayasa hükümlerini hiçe sayıp bildiğini okuyamayacaktı.
AYM’lerin tüm dünyada kuruluş nedeni budur. 1945 sonrasının dünya ölçeğinde faşizme karşı elde edilen zaferin ürünüdür. Ama bir kez daha görülmüştür ki, faşizmi AYM’ler değil yine halkın mücadelesi durduracaktır.
Erdoğan yönetimi, ne kadar baskı yapsa da, çatlak seslerin çıkmasını önleyemiyor. Faşizmin en önemli handikaplarından biri budur. Burjuvazinin farklı klikleri arasındaki çelişkiler asla bitmez. Uzlaşmalar geçici ve kısa sürelidir; çelişki ve çatlaklar ise, kalıcı ve mutlaktır. Faşizmin dayandığı kliklerle diğerleri arasında süregelen bu çelişki ve çatlaklar, döneme-duruma göre zayıflayabilir veya büyüyebilir. Elbette kitle tabanını yitirmeye başladığı dönemlerde kendi aralarındaki çelişkiler de keskinleşir. Faşizmi zayıf düşüren yönlerden birisi, bu nesnel olgudur.
AYM üyelerinin neredeyse hepsini kendileri atadıkları halde, istemedikleri kararların çıkması bundandır. Keza devletin mali durumunu denetlemekle görevli Sayıştay için de aynı durum geçerlidir. Sayıştay da yönetimin hoşuna gitmeyen raporlar hazırlayabiliyor. Ve bunlar milletvekilleri aracılığıyla kitlelere duyuruluyor. Bu durumdan rahatsız olan Erdoğan yönetimi, Sayıştay raporlarının açıklanmasını engellemeye girişti. Daha önce isteyen herkesin ulaşabildiği raporlar, sonra meclisle sınırlanmıştı, şimdi ise tümden yasaklamaya kalkıyorlar.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar, dikiş tutmuyor; illa ki bir yerlerden yırtılıyor. Burada belirleyici olan, hiç kuşkusuz kitlelerin artan hoşnutsuzluğu ve tepkileridir. Sürekli baskı ve şiddetle yönetmek mümkün değildir. Yalan ve demagojiyle de olsa bir kitle desteğine, “rıza üretme”ye ihtiyaçları vardır.
Ancak kriz koşullarında bunu başarabilmeleri hiç kolay olmaz. Özellikle ekonomik kriz, işsizliğin ve yoksulluğun artması, tüm yönetimleri zora sokar. Yalan ve demagojiler bu yalın gerçek karşısında güneş görmüş kar gibi erir. Bu koşullarda yönetebilmek için daha fazla baskı ve şiddete başvururlar.
AKP-MHP blokunun bugün geldiği nokta budur. Son bir-kaç ay içinde yapılanlara bakmak bile, bu durumu görmeye yeterlidir. Anayasaya göre kurulan bir parti olan HDP’nin son seçimlerde kazandıkları neredeyse tüm belediyeler ellerinden alındı, başkanların büyük çoğunluğu tutuklandı, binaları basıldı. HDP’yi kapatmayı bile düşünüyorlar.
Keza yine anayasal bir hak olan grev, çok uzun süredir yasaklanmış durumda. Geçtiğimiz ay Şişecam’a bağlı soda, krom ve tuz işletmelerinde Petrol-İş’in başlatacağı grev, yine Cumhurbaşkanı kararnamesi ile ertelendi, yani yasaklandı. Sözde işten çıkarmak da yasak, ama sendikaya üye olduğu için işten atılanlara Gebze-Systemair işçileri de eklendi. Ermenek’te ortaçağ koşullarında çalışan madenciler ödenmeyen ücretleri için eylem yapınca, üzerlerine jandarmayı saldılar, biber gazı sıktılar. İşçilerin ücretini vermeyen patrona hiç bir yaptırım yok, ama hakkı olanı ücretini isteyen işçilere dayak ve gözaltı var!
Yasakların şimdiki gerekçesi de pandemi! Ama pandemi koşullarında AKP kongrelerini yapmak, AKP mitingleri düzenlemek, kitlenin üzerine çay fırlatmak serbest; Baroların Genel Kurulu’nu toplaması yasak! Aynı şekilde pandemiye dair gerçekleri ifade eden Türk Tabipler Birliği’nin yöneticileri hakkında davalar açtılar, TTB’yi kapatmakla tehdit ettiler.
Dahası, 12 Eylül ve Latin Amerika’daki faşist cuntaların uygulamalarıyla karşılaşmaya başladık. Helikopterden insanları atıyorlar; “kayıp” gösterip aylarca süren işkenceli sorgulardan geçiriyorlar. En temel hakları için ölüm orucuna başlamak zorunda kalan avukatları, sanatçıları ölüme yolluyorlar.
Bu tablo, AKP-MHP blokunun baskı ve şiddet dışında bir şey yapamaz hale geldiğini ortaya koyuyor. Faşizm koşullarında devletin “zor aygıtı” yönü çıplak ve net biçimde görülüyor. Bunun için CHP milletvekillerinin örnek verdiği 4. yüzyıla gitmeye de gerek yok. (4. yüzyılda yaşayan Augustinus, “içinden adaleti çıkarırsan devlet büyük bir çeteden başka nedir ki” demiş!)
İnsanlık ortaçağda engizisyon mahkemelerini gördü, 20. yüzyılda faşizmin vahşetini yaşadı, 21. yüzyılda IŞİD adı verilen dinci terörle sarsıldı. İşin gerçeği devletler hiçbir zaman “adil”, “adaletli” olmamıştır; Marks’ın deyimiyle kurulduğu günden itibaren “bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve tahakküm aracı”dır. Adaleti de egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda sağlar. Bugüne dek sömürülen ve ezilenler bir takım haklar elde ettiyse, ölümler pahasına verilen mücadeleler sonucudur. Faşizmi diğer devlet biçimlerinden ayıran, kazanılan hakları gaspetmesi değil sadece, kendi dışında herkese düşman olmasıdır. Dolayısıyla hem ezilen-sömürülen kesimler üzerindeki baskı ve sömürü artar; hem de daha geniş kitleler bundan etkilenir. Hatta faşizme destek vermeyen burjuva kesimler bile…
Faşizmin sürgit devam edememesi de bu yüzdendir. Artan baskı ve şiddet, illa ki tepki doğurur ve direnişler giderek radikalleşir. Öte yandan faşizmin gadrine uğrayan geniş bir kesim vardır, direnişlerin başlaması onları da hareketlendirir. Yanı sıra egemen kliklerin iç çelişkileri keskinleşir. Bütün bunların biraraya gelmesi faşizmi zora sokar. Fakat kendiliğinden yıkılmaz. Ya büyük kitle hareketleri ya da devrim gerekir. Son yıllarda yayılan propagandanın aksine, bunlar olmadan faşizmin seçimle yıkıldığı görülmemiştir. Ve yine mesele basit bir hükümet değişikliğine de indirgenemez.
Faşizmin panzehiri: Birleşik mücadele
Artan işsizlik ve yoksulluk, en başta ekonomik mücadeleyi zorunlu kılıyor. Hak gaspları öyle bir hale geldi ki, artık işçiler ücretlerin artması için değil, ödenmeyen ücretleri ve tazminatları için eylem yapıyorlar. Böylesine haklı bir durumdayken bile, karşılarına devletin kolluk kuvvetleri çıkıyor. Sadece polisi-askeri değil, bürokratı siyasetçisiyle bir bütün olarak devleti karşısında görüyor. Örneğin Somalı madenciler “patronların milletvekilleri olduğunu biliyorduk da patronların valisi olduğunu bilmiyorduk” diyor. Kısacası kendiliğinden oluşan bilinçle devletin sınıfsal yapısını anlayabiliyor.
Buna “ekmek kavgası” denen şeyin, özgürlükler için mücadele etmeden kazanılamayacağını eklemek gerekir. Bir başka ifadeyle politik mücadeleyle birleşmeyen ekonomik mücadelenin kazanımları sınırlı ve geçicidir. Lenin’in deyimiyle “demokrasi mücadelesi içinde pişmeyen bir işçi sınıfı kendi davası için dövüşemez.”
Son yıllarda artan “adalet” talepli eylemleri demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak ele almak gerekir. Adalet mücadelesi verilmelidir kuşkusuz. Fakat bunu faşist ya da burjuva mahkemelerinden beklemek saflık olur. Mahkemeler, devletin en önemli organlarından biridir. Hukuk (yargı) bir üst yapı kurumu olarak doğrudan devlete, devleti elinde tutan sınıfa bağlıdır. Onun çıkarlarını savunmakla görevlidir. İşçi-emekçi lehine bir karar çıkacaksa, bu tamamen mücadelenin düzeyine bağlı olacaktır. Dolayısıyla kendi gücüne güvenmekten, direnişi büyütmekten başka çare yoktur.
Faşizmin panzehiri; birleşik mücadeledir. Faşizme karşı olan tüm kesimleri, sadece kendi sorunları için değil, bir bütün olarak özgürlükler için mücadelede birleştirmektir. Çarenin sandıkta değil, sokakta, üretim alanlarında olduğunu göstermek ve herkesi bulunduğu alanda harekete geçirebilmektir. Tepkileri, protestolardan çıkarıp hak alıcı hale getirmektir.
Bunlar başarıldığında yalnızca AKP-MHP blokunu yenmekle kalmaz, demokratik hak ve özgürlükler alanını açar, faşizme ciddi darbeler vururuz. Yeni kurulacak hükümet de kendini buna göre ayarlamak zorunda kalır. Aksi halde hükümetler değişir, uygulamalar değişmez.
AKP-MHP blokunu yenmek elbette çok önemlidir. Ama bunun yolu “millet ittifakı” denilen burjuvazinin diğer kanadına bel bağlamak, onun yanında yeralmak değildir. İşçi ve emekçiler kendi çıkarları için mücadeleyi yükseltmelidir. Ve kendi iktidarlarını kurmadıkları sürece, sömürü ve zulmün bitmeyeceğini bilmelidir. Faşizme karşı mücadele, bunun bir parçasıdır sadece. Nihai zafere giden yolda elde edilen bir başarıdır. Şu ya da bu kliğe yedeklenmeden, kendi hedeflerinden kopmadan bunu başarabildiği oranda, başkaları için değil, kendi davası için dövüşmüş olur.
Faşizm ve mahkemeler
Klasik faşizmin tipik örneği olan Alman Nazi Partisi, devletin her kurumunu olduğu gibi mahkemeleri ve yasaları da değiştirdi. 1936’da ceza kanununda yapılan bir değişiklikle “sağlıklı milli şuur” uyarınca cezalandırılmayı hak eden eylemlerin de cezalandırılacağı kabul edildi.
Elbette “sağlıklı milli şuur”, faşist ideolojiyi benimsemek demekti ve hiç bir kanıta gerek duyulmadan hakim ve savcının sübjektif düşüncesine göre ceza verilmesiydi. Böylece delilden suça ulaşma temel ilkesi ortadan kalkıyor, savcı ya da yargıçların keyfi kararlarına zemin oluşuyordu. Nazi döneminde mahkemelerin başına getirilen faşist yargıçların bu yasayı nasıl uyguladıkları da sır değildi.
Nazi Rejimi’nin binlerce muhalifi idama yollayan ünlü başyargıcı Roland Freisler, göreve gelmesinin hemen ardından Hitler’e yazdığı bir mektupta şunları yazıyor: “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, o karara konu olan olayı siz değerlendiriyor olsaydınız, nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır.”
Nazi iktidarının siyaset ve hukuk kuramcısı Carl Schmitt’e göre etkili devlet; “anayasa, yasalar ve anlaşmalarla zincirlenmemiş” gerçek bir “egemen”e ihtiyaç duyar. Gerçek bir egemen önder için “hukuk”, düzeni kucaklanacak bir ilke değil, “aşılması gereken bir engel”dir. Egemen, iktidarını bir “istisna hali” üzerinden, hukuku askıya alarak kurar ve bu istisna halini sürekli kılarak kendi iktidarının kuralı haline getirir. Siyasal iktidar, sürekli yeniden üretilen “biz ve onlar” karşıtlığı ve çatışması üzerinden varlığını kazanır ve sürdürür.