Kapanmak değil, insanca yaşamak

Pandeminin seyrindeki hızlı tırmanış, gündemin en üst sıralarına yerleşti. Bugüne kadar Tabipler Odası ve çeşitli hekim dernekleri, gerçek vaka ve ölüm sayılarının hükümetin açıkladığından çok daha fazla olduğunu ifade ediyordu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “bulaşıcı hastalık”tan günlük resmi ölüm rakamlarını açıklamaya başlaması AKP yönetimini köşeye sıkıştırdı. Bu rakamlar üzerinden DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) AKP üzerinde baskı kurması da, kaçacak yer bırakmadı.

Bugüne kadar “ulusal çıkarlar” diyerek gerçek rakamları açıklamadığını itiraf eden Sağlık Bakanlığı, bu koşullarda günlük vaka sayısını bir anda 5 binlerden 30 binlere çıkarmak zorunda kaldı. “Vaka-hasta ayrımı” gibi saçma bir bahaneyle gerçek vaka ve ölüm sayılarını bugüne kadar gizlemeye çalışan AKP, bugün “gerçek” rakamları açıklıyormuş gibi bir hava yarattı. Ancak Tabipler Odası bu rakamların da inandırıcı olmadığını belirtiyor. TTB’nin hesaplamalarına göre, Türkiye’de günlük olarak 50 binin üzerinde yeni vaka çıkıyor ve günlük ölüm rakamları 1000’in üzerinde.

Eksik de olsa “günlük vaka sayısı” yükseltilmişti, ancak “toplam vaka sayısı” düzeltilmedi. Keza ölüm oranları da inandırıcı değildi. Üstelik sadece İstanbul’daki günlük ölüm rakamları, Türkiye toplamı için verilen günlük ölüm rakamından yüksek olduğu için, bu da inandırıcı olmamıştı.

Bütün bu çelişkili tabloyu bir kenara bırakalım; AKP’nin açıkladığı resmi rakamlarla bile, Türkiye bir anda dünya koronavirüs tablosunun en üstlerine tırmanıverdi. Nüfusu 1 milyar olan Hindistan’ı, dünyanın en kalabalık ve salgında en başarısız ülkeleri olan ABD ve Brezilya gibi ülkeleri geride bırakarak, vaka sayısında hepsinin üzerine yerleşti.

Böylece herkesin kendi yaşamında gördüğü-tanık olduğu gerçek, rakamlarla da daha açık ve anlaşılır bir hale geldi: Hastaneler alarm veriyordu; yoğun bakımlarda yer bulmak mümkün değildi; tek bir hafta içinde 20 sağlıkçı hayatını kaybetmişti; salgın ve ölüm tek tek her insanın birinci derece yakınlarına kadar ulaşmıştı… AKP bugüne kadar “salgını” değil “algıyı” yönetmeye çalışmış; kitleleri ölüme terketmişti…

 

Yasaklar göstermelik ve keyfi

20 Kasım’dan itibaren, bir yanıyla sosyal hayatımızı kısıtlayan, diğer yanıyla ekonomik krizi daha da şiddetlendiren yeni “yasaklar” peşpeşe geldi. Koronavirüs tablosu bu kadar vahim olmasına rağmen, alınan kararlar son derece göstermelik, keyfi ve tutarsızdı.

İlk yasak hafta sonları sabah ve akşam saatlerinde sokağa çıkma yasağı olarak geldi. “Sabah koşan” ve “akşam coşan” insanlar eve kapatıldı böylece. Zaten boş olan sabah saatlerine “yassakk” getirmenin mantığı yoktu; akşamları yasak koymak ise, eve dönüşte toplu taşıma araçlarına yığılmayı, böylece hastalığın yayılması riskini artırıyordu.

65 yaş üstü, her dönem kolayca “ilk hedef”e koyulan kesimdi. Hemen kapatıldılar! “Üretmeyen-tüketmeyen”, bu nedenle de kapitalist devlet için “yük” olan yaşlıların gözlerden uzak olmasından başka da bir faydası yoktu bu kararın. Üstelik çocuklarla yaşlıların sokağa çıkış saatleri farklılaştığından, çocuk bakan yaşlılar (ki bu çok yaygın bir durum) tam bir çıkmaza sokuldu.

Dahası koydukları her yasağın yanında, bir “istisnalar listesi” bulunuyordu: Çocukların sokağa çıkması yasak, çalışan çocuklar hariç! Hafta sonu sokağa çıkma yasağı var, ama gün boyunca markete gidebilir, gezebilir, ortalıkta dolanabilirsiniz! Sokağa çıkılmayacak, ama üretim-tedarik vb. aksamayacak! Eylemler, etkinlikler, yürüyüşler yasak, eğitim kurumları kapalı; ama Kuran kursları, camiler açık.

Küçük esnaf dükkanı kapatıp borçların, vergilerin kıskacında boğulacak; ama büyük patronların fabrikası çalışacak, üretimi, sömürüsü ve karı devam edecek. Salgın nedeniyle kitlesel işçi kıyımları yaşanacak; ama devlet yardım, destek, indirim yapmayacak.

Kovid-19 virüsü, sadece geceleri ve hafta sonları mesai yapan bir devlet memuru olmadığı sürece, alınan kararların salgının yayılmasına bir etkisi olmayacağı açıktır.

Diğer taraftan bu kararların iki “faydası” sözkonusudur. Birincisi, devlete sınırsız ceza kesme olanağı tanımaktadır. AKP kadroları hiçbir yasak dinlemeden pervasızca düğünlerini, toplantılarını, ziyafetlerini gerçekleştirirken, yoldan geçen herkese, çeşitli bahanelerle yüzlerce-binlerce liralık cezalar kesilmektedir. Devlet, köprü-hastane garantileri için yandaşlarına hortumla akıttığı paralar için böylece kaynak yaratmaktadır. İkincisi, yasaklarla yaşamlarımızı kontrol altına almada önemli bir yol katettiler. İlk yasaklar, AKP’nin şeriatçı zihniyetine uymayan noktalarda göründü. Akşam ve sabah yasaklarının hedef kitlesi belliydi. Örneğin barlar 7 aydır kapalıdır, tekel bayileri akşam saatlerinde kapatılırken, marketler açıktır. Keza AVM’ler açık ama AVM’lerdeki restoranlar kapalı olunca, insanların tezgahtan aldığı yemeği yere oturarak yediği görüntüler günlerce basında yer aldı. Erdoğan haftalar boyunca, arabasının önünde izdiham yapan kitlelere çay fırlatırken korona yoktur da, yandaş baro başkanının bir daha seçilemeyeceği baro genel kurulları yasaklanmıştır. Pandeminin başladığı Mart ayında, ilk yapılanlardan birinin Kanal İstanbul ihalesi olması hafızalarda tazeliğini korumaktadır.

Sonuçta alınan kararlar salgınla mücadeleyi değil, muhalif hareketleri ve sınıf mücadelesini engellemeyi hedeflemektedir.

 

“Kapanmak” insani değildir

Tabipler Odası’nın pandemiye dönük olarak öncelikli önerisi 2 ila 4 hafta boyunca “tam kapanma”dır. Sağlık güvenliği açısından bu bir zorunluluk olabilir. Ancak bir taraftan burjuvazinin kar hırsı, diğer taraftan gerici-faşist devlet yönetimi, “tam kapanma”yı kitlelere saldırı aracına çevirmek için, hak gaspları için, faşist baskıyı artırmak için, sömürüyü katmerlendirmek için bir fırsata dönüştürmektedir. Pandemide en “başarılı” görülen Çin’den, en başarısız ABD’ye, en “insancıl-kapitalist” İsveç’ten, en faşist Brezilya’ya kadar dünyanın her tarafındaki örnekler bunu kanıtlamaktadır.

Diğer taraftan “tam kapanma” önlemi, devletin maddi desteği olsun ya da olmasın, “insani” değildir.

Birincisi, “insan” başka insanlarla biraradayken insandır; yalnız kaldıkça “insanlıktan” çıkar! Mart ayından bu yana, son derece sınırlı biçimde uygulanan “kısmi kapanma”lara, “uzaktan eğitim”lere vb. kabaca bir bakalım: Beş yaş altı çocukların önemli bir kısmı konuşmayı unuttu. Tuvalet eğitimi gerileyen ve yeniden bez kullanmaya başlayan çocuk sayısı, oldukça yaygın. Yetişkinlerdeki psikolojik sorunlar, kitlesel hale geldi; psikiyatrik sorunlar ise hiç olmadığı kadar yaygınlaştı. Dar alana sıkışan aile yaşantısı, aile içi sorunları devasa boyutlara ulaştırdı, aile içi kavgalar kronikleşti. Çin’de “tam kapanma”nın kaldırıldığı anda çiftler boşanmak için mahkemelere akın etmişti. Çocuğa ve kadına yönelik şiddet ve cinsel istismar “olağan” hale geldi. Yalnız yaşayan insanlar, özellikle tek başına kalan ve sokağa çıkamayan yaşlılar, psikolojik sorunları çok daha ağır yaşadı, yaşıyor. Unutkanlık kitlesel bir soruna dönüştü. Genel olarak insanlara küskünlük, güvensizlik, içe kapanma yaygın hale geldi. Eğitimden uzaklaşmak gençlerde “öğrenmeyi unutma”ya dönüştü.

İkincisi, insanın doğası hareket etmesini gerekir; hareketsizlik pandemiden daha büyük sorunlara yolaçmaktadır. Hareketsizlik ve güneşten yararlanamama gibi nedenler, yaşlıların ömürlerini eksiltti. Kalp, tansiyon, şeker, kireçlenme gibi sıradan ve “sürdürülebilir” yaşlılık hastalıkları ve obezite, kanser gibi artık yaygınlaşmış olan hastalıklar, pandemi döneminde ölümcül hale geldi. Kimisi pandemi koşullarında hastaneye olağan gidişlerini-kontrollerini yaptırmayı ertelediği için; kimisi de balkonsuz-dar evlerde kapalı kalıp yeterince temiz havaya ulaşamadığından yeni hastalıklara yakalandığı için…

Diğer taraftan “hareket”, sadece sokağa çıkmak, gezinti yapmak, parkta oturmakla sınırlandırılamaz. En önemli “insani hareket”, çalışmak-üretmektir. İnsanlar işe gitmeye, çalışmaya, üretmeye devam etmelidir. Amaçsız, faaliyetsiz, belirsiz bir eve kapanma dönemi, hem bedenen hem de ruhen çürütücüdür.

 

“Yasaklar”la değil “önlemler”le

Önemli bir sorun da şudur: Bilim bize, hem kapitalist sistemin doğa tahribatı nedeniyle, hem de biyolojik silah kullanma yaygınlığı yüzünden, bu türden pandemilerin “olağan” hale geleceğini söylüyor.

Öyleyse çözülmesi gereken sorun, her pandemi karşısında bitmek tükenmek bilmez yasaklarla insanları evlerine hapsetmek değil, “pandemiye rağmen” yaşamı olağanlaştırmanın yollarını aramaktır. Ve aslında bu hiç de zor değildir.

Alınması gereken önlemlerin en başına, sağlık sisteminin güçlendirilmesini yazmak gerekir. Sağlık sektörünün her bölümüne kitlesel alımlar yapılmalıdır; doktor, hasta bakıcı, yoğun bakım hemşiresi, röntgen teknisyeni, vb. Sağlık çalışanları en az iki katına çıkarılmalı, böylece iş yükleri hafifletilmeli, çalışma koşulları ve ücretleri iyileştirilmelidir. Yanısıra hastane kapasitesi de artırılmalıdır. Şehir hastanelerine hortumla para akıtmak ya da Yeşilköy Havalimanı’nın pistini kırarak Körfez zenginlerine özel hastane inşa etmek yerine, kamu hastaneleri güçlendirilmeli, ihtiyaç olduğunda hızla sahra hastaneleri kurulmalıdır.

İkinci adım eğitim sektöründe atılmalıdır. “Uzaktan eğitim”, üniversite seviyesinde bile son derece yetersiz bir yöntemdir. Bu nedenle “yüzyüze eğitim”, en kötü koşullarda bile olağan biçimde sürdürülmelidir. Bu da çok zor bir şey değildir. Öğretmen sayısı en az iki katına çıkartılabilir. Köy okullarının yeniden açılması, kentlerdeki okullarda sınıf mevcudunun azaltılması, bunun için yeni okulların inşa edilmesi, en azından okul bahçelerine prefabrik derslikler kurulması mümkündür.

Salgının en hızlı yayıldığı iki alan tespit edilmiştir: Toplu ulaşım ve fabrikalar-işyerleri.

Başta metro ve otobüs olmak üzere toplu taşıma araçlarının tamamı, ayakta yolcu almayacak şekilde çoğaltıldığı, sefer sayısının artırıldığı koşulda, toplu ulaşım salgının yayılma merkezi olmaktan anında çıkacaktır.

İşyerlerindeki çalışma düzeni de, salgın hastalıklara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Ortamın havalandırması, yemekhane düzeni ve dinlenme alanları insanı koşullara getirildiğinde, burada da bir sıkıntı kalmayacaktır.

Ve tüm bunların yanında, “bireysel önlemler”in (maske, mesafe, temizlik olarak kodlanan önlemler) ne kadar önemli olduğuna dair kitlesel eğitim yapılmalı, gerçekten caydırıcı cezalar (bütçeyi denkleştirmeye dönük keyfi para cezaları değil) belirlenmelidir. Sayılar küçültüldüğü, “başarı hikayeleri” uydurulduğu sürece, halkın içinde “böyle bir salgın olduğuna inanmıyorum” diyen ve önlemleri umursamayan geniş bir kesimin olması kaçınılmaz. Ancak devletin kendi üzerine düşen önlemleri ciddiyetle hayata geçirdiği ve kitlelere ciddi bir eğitim verildiği koşulda, insanların buna uyum sağlaması hiç de zor olmayacaktır. Pozitif çıkanlar ise, “ailelerine de bulaştırsınlar diye evlerine” değil, sağlık merkezlerine ya da karantina merkezlerine götürülmelidir.

Tabipler Odası ve bazı muhalif kurumlar, “maddi destek içeren tam kapanma” üzerinde duruyorlar ısrarla. Salgını tıbbi olarak kontrol altına alırken, işçi ve emekçilerin mağdur olmaması için “maddi destek” konusunu da özenle vurguluyorlar. Ancak “tam kapanma” dönemi için ayrılması gereken “maddi destek” ile, yukarıda belirttiğimiz adımları atmak mümkündür.

İnsanların giderek yalnızlaştığı, içine kapandığı, “kendini koruma” adına evinde tek başına kalmaya çalıştığı, başka insanların kendisi için bir “tehdit” olduğunu düşündüğü bir dünya, “insani” değildir; hiçbir koşulda savunulmamalıdır.

Elbette kapitalist devletin özü sömürü üzerine kuruludur ve kullandığı araçların tümü burjuvazinin karını gerçekleştirmeye odaklıdır; kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirmeye değil. Çünkü kapitalist devlet, burjuvazinin çıkarlarını savunur; kitlelerin değil. Tam da bu nedenle, her aşamada yaşam koşullarını iyileştirme, refah düzeyini artırma ve özgürlükler için dişediş bir mücadele vermek gerekir.

Pandemi döneminde verilmesi gereken mücadele ise, tüm haklarımızı kısıtlayan, insanlıktan çıkartan, yaşamlarımızın kontrolünü tamamen devletin eline teslim eden “tam kapanma” için değil; insani koşullarda sağlık, eğitim, ulaşım ve çalışma hakkını elde etmek için olmalıdır. Hele ki, bilim insanlarının bundan sonraki hayatımızın pandemilerle dolu olacağını söylediği koşullarda, bunun başka yolu da yoktur.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …