Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden
bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
II- TALEPLERİN BUDANMASI
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, Kürt halkı bir yandan vaatlerle umutlandırılmış, bir yandan da baskı ve şiddet üzerinden eksik edilmemiştir. AKP döneminde ise, bunlar arasında gidiş-gelişler o kadar sık ve o kadar içiçedir ki, en büyük beklentilerin ve en derin hayal kırıklığının bu dönemde yaşandığını söyleyebiliriz. Halkın duyguları bir sarkaç gibi bir uçtan diğerine savrulup durmuş ve sonunda büyük bir yıkıma uğramıştır. “Açılım”, “çözüm”, “barış” kavramlarının en fazla kullanıldığı, bu yönde beklentilerin tavan yaptığı; aynı zamanda yaygın tutuklamaların, vahşice saldırıların, en büyük katliamların gerçekleştiği bir dönemdir AKP yılları…
Bu dönemde Kürt sorunu ile ilgili atılan tüm adımlar, AKP-ABD ilişkisi ve Ortadoğu savaşı üzerinden şekillendi. Güney Kürdistan’da (Kuzey Irak) federal Kürt devletinin resmiyet kazanması, işbirlikçi burjuvazinin bu bölgede artan ekonomik çıkarları, ardından Suriye savaşı ve Suriye’de söz sahibi olma çabaları, egemen sınıfları Kürt sorununda adımlar atmaya zorladı. Buna AKP’nin işbaşına geldiği ilk yıllarda AB’ye tam üye olma girişimlerini de eklemek gerekir. Kimi zaman “barış” ve “çözüm” politikaları baskın oldu; kimi zaman baskı ve şiddet arttı. Fakat “çözüm”e en fazla ulaşıldığının düşünüldüğü dönemlerde bile, baskı ve şiddet hiç eksik olmadı. Hatta bu yöndeki umutların zirve yaptığı anlarda çok daha vahşi saldırılar, büyük yıkımlar gerçekleşti.
Elbette sürecin bu şekilde gelişmesinde, Kürt hareketinin hatalı politikalarının önemli bir payı vardır. AKP’nin işbaşına getirildiği 2002 yılından bu yana AKP’ye dönük değerlendirmeleri ve onunla kurduğu ilişki, bunun başında geliyor. Kürt hareketinin AKP’ye bakışı, başta ABD olmak üzere emperyalizme, emperyalist savaşa yaklaşımıyla doğrudan bağlantılıydı. “Emperyalist çözüm”e endeksli politik hattın doğal sonuçları yaşandı.
AKP’ye “demokrat-değişimci” payesi
AKP’nin kuruluş aşamasından ele alırsak; Kürt hareketinin AKP’yi diğer düzen partilerinden farklı değerlendirdiğini görürüz. Orduyu ve diğer partileri “statükocu” ilan ederken, AKP’yi “değişimci”, “demokrasi yanlısı”, hatta “sistem karşıtı” olarak tanımlamış, AKP’nin ilk yıllarında ihtiyaç duyduğu “demokrat” görünümüne katkı sağlamıştır.
Yanısıra gerek klik çatışmalarında, gerekse kitle hareketiyle sıkıştığı anlarda AKP’yi rahatlatan, onu soluklandıran bir tutum içinde oldu. AKP-Ergenekon, AKP-Cemaat çatışmalarında, açıktan AKP’den yana safını belirledi. Kitleler yönünde ise, her seçim arifelerinde “ateşkes” kararı alarak, AKP’nin oy oranını yükseltmesine katkı sağladı. En sonu Haziran ayaklanmasında AKP’ye en büyük hizmeti sundu…
Bunlar bizim iddialarımız ya da tespitimiz değildir. Başta Öcalan olmak üzere Kürt hareketinin önderleri tarafından çeşitli vesilelerle itiraf edilmiş, fakat sonra bilinçli bir şekilde unutturulmuştur. (*)
2002 yılının Mayıs ayında kurulan AKP, 6 ay sonra 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde birinci çıkarak tek başına hükümet oldu. 6 ay gibi kısa sürede bir partinin büyümesi ve tek başına hükümet olabilmesi, Türkiye tarihinde bir ilktir. Tayyip Erdoğan, daha başbakan olmadan, hatta AKP Genel Başkanı bile değilken, ABD Başkanı ile görüşen ilk lider olmuştur. Dolayısıyla AKP’nin ABD’yle bağları ve ona atfedilen ayrıcalık, daha kuruluşundan itibaren bellidir.
Ortadoğu’da savaşa başlamadan önce ABD, en başta Türkiye’yi sağlama almak istiyordu. O dönem başbakan olan Ecevit’in Irak işgaline karşı çıkması, durumu acil hale getirmişti. Ecevit’in hemen ipini çektiler (hastalığa yakalanıp ölümüne kadar uzanan bir süreç başladı.) DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti istifalarla dağıtıldı, seçimler erkene alındı vb. AKP de tam bu dönemde kuruldu ve şişirildi. Ve herşey onun işbaşına gelmesi için yapıldı, önündeki engeller bir bir temizlendi.
ABD, AKP eliyle birden fazla kuş vurmayı hedefliyordu ve bunları büyük oranda başardı. En başta Ortadoğu’daki savaşında kendisine her türlü desteği sunan bir “savaş hükümeti”ni işbaşına getirmiş oldu. (Irak işgali ve Suriye savaşında Türkiye’yi nasıl kullandığını biliyoruz.) İkincisi, İsrail’e verdiği destekten dolayı Filistin başta olmak üzere Arap halklarının ABD’ye olan tepkisini, “ılımlı İslam” projesiyle nötralize etmeyi amaçladı. (Bölge ülkelerinde “ılımlısı”ndan radikaline İslamcı grupların önü açıldı ve AKP bunların hamiliğini üstlendi.) Üçüncüsü, Kürt sorununu ABD çıkarları doğrultusunda çözmede önemli mesafeler katetti. En başta Güney Kürdistan’da “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”nin kurulmasında Türkiye’nin engelleme girişimlerini durdurdu. Hatta ona en fazla destek sunan ülke durumuna getirdi. (Daha önce Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını “kırmızı çizgi” ilan eden Türkiye, bu çizgiyi yavaş yavaş silikleştirdi; sonrasında en fazla ihracatı bu bölgeye yaptı.) Dördüncüsü, Irak ve Suriye’deki gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de “Kürt açılımı” ve “çözüm süreci” adı altında Kürt sorununun emperyalist çözümü doğrultusunda adımlar atılmasını sağladı. (Ne kadar başarıldığından bağımsız olarak bu tür girişimlere başvurulduğunu ve bunların AKP döneminde gerçekleştiğini unutmamak gerekiyor.)
Kısacası AKP’nin bir ABD projesi olduğu, emperyalist savaşın önemli bir ayağı olarak kurulduğu ve bir “savaş hükümeti” misyonuyla işbaşına getirildiği çok açık verilerle ortadadır. Buna rağmen Kürt hareketi (ve ondan etkilenen kimi reformist partiler, hatta bazı devrimci örgütler), AKP’yi, tam da onun kendisini göstermek istediği gibi “demokrasi yanlısı”, “değişimin temsilcisi” olarak tanımladılar. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde, -bu son derece kritik aşamada- ona en büyük desteği sundular. Öyle ki, AKP Kürt illerinde “birinci parti” konumuna yükseldi. Kürt halkından bu kadar rağbet görmesinde, hiç şüphesiz PKK ve ona bağlı örgütlerin AKP’ye yaptığı güzellemelerin önemli bir payı vardı.
3 Kasım seçimleri, AKP’nin önünü açması ve bugüne kadar ülkeyi tek başına yönetmesinin “başlangıç vuruşu” olması bakımından oldukça önemlidir. 3 Kasım seçimlerinde kimin nasıl bir tutum aldığı da, her kişi ve kurum açısından bir ayraç niteliğindendir. Bu seçimlerde HADEP, düzen partileriyle ittifak arayışına girmiş (önce ANAP, YTP, sonra SHP), onlarla olmayınca EMEP ve SDP ile “Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu” oluşturmuştu. ESP de bu bloğa dahil olmak istemiş, ancak adayların nereden ve kaçıncı sırada yer alacağı konusundaki anlaşmazlık nedeniyle ayrılıp “bağımsız aday” göstermek zorunda kalmıştı. Fakat ESP dahil bu partiler, AKP’yi “statükoculuğa karşı değişimin partisi” olarak tanımladılar, kitlelere bu şekilde sundular. Blok’un seçim bildirgesinde, “Türkiye’yi korkutanlardan 4 Kasım sabahı kurtulacağız”, “4 Kasım’da korkusuz bir ülkeye uyanacağız” gibi ifadeler yeralmıştır. Seçim sonrasında ise “kitleler statükoyu reddetti, değişimi seçti” demişlerdir. (**)
AB rüzgarına kapılmak
AKP hakkında hayaller yaymalarının önemli bir nedeni de, AKP’nin ilk döneminde AB rüzgarı estirmesi, Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik için uğraşmasıdır. Ancak Türkiye, AB ülkeleri tarafından “ABD’nin AB’ye uzanan kolu” olarak görüldüğü için, -ki öyleydi- içine almak istemediler. Kürt hareketi de o dönem, AB’nin “Kopenhag kriterleri”ne, onun “kültürel haklar”ına bel bağlamıştı; mitinglerinde “Biji Avrupa Birliği” sloganları atılıyordu. Yapılan anketlerde, Türkiye’nin AB’ye girmesini en fazla isteyen bölge, yüzde 90’larla Kürt illeri çıkıyordu.
AB ile bağlantılı biçimde yeni anayasa yapma hazırlıkları, AKP’den beklentileri iyice arttırdı. AB’ye uyum yasalarıyla 1982 Anayasası’nın “gerici-faşist karakterinden arınacağı”, “Türkiye’nin demokratikleşeceği” iddia edildi. Örneğin anayasada yeralan “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür” cümlesinde ‘Türk’tür’ yerine ‘Türkiyelidir’ demek; “devletin dili Türkçe”dir yerine, “devletin resmi dili Türkçe’dir” diye geçirmek, sanki her şeyi çözecek “sihirli cümleler”di! Oysa anayasanın bu iki maddesindeki değişiklikle Kürt sorununu çözme planı, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” ve AB’nin “Kopenhag kriterleri” kapsamında yeralan “emperyalist çözüm”den başka bir şey değildi.
Ne var ki, bu anayasa değişikliği girişimleri, başta Kürt hareketi olmak üzere kendilerine devrimci, demokrat diyen bazı kesimler tarafından sahiplenildi. AB süreci ve “demokratik anayasa” rüzgarı öylesine baş döndürdü ki, AKP’ye “demokratlık” bahşetmekten, “Türkiye’de faşizmin yıkıldığı”, “Kürt sorununun çözüldüğü”, hatta “demokratik devrimin gerçekleştiği” gibi ayakları yere basmayan “teori”ler üretildi. “Yetmez ama evet”çiliğin ilk örnekleri de bu dönemde görülmeye başlandı. (***)
“Azınlık-çoğunluk”, “alt kimlik-üst kimlik” konusunda emperyalistlerle işbirlikçileri arasında yaşanan görüş ayrılığına bile taraf oldular. İtirazları; Kürtlerin ayrı bir “ulus” olduğu ve anayasada “eşit uluslar” şeklinde geçmesi gerektiği değil, “Türklerle Kürtlerin kurtuluş savaşını birlikte verdikleri” dolayısıyla anayasada da “asli kurucu unsur” şeklinde geçirilmesiydi. Bir kez daha egemen ideolojinin argümanlarıyla konuşuluyor, dahası Kürtler dışında diğer “ulusal topluluklar” yok sayılıyordu. (Burjuva anayasaları, egemen ulusun anayasası olduğu için diğer ulusları gözardı etmesi doğası gereğidir. Kürt halkının yaşadığı hiç bir ülkede de Kürtler anayasada yer almamıştır. Sadece 1958 yılında Irak Anayasası’nda “Kürtler, Irak devletini oluşturan uluslardan biridir” şeklinde geçirilmiş, sonrasında kaldırılmıştır.)
Sonuçta kopartılan o kadar yaygaraya, pompalanan umut ve beklentiye, siyaseten verilen büyük tavizlere rağmen gerçekleşenler; TRT’nin bir kanalının Kürtçe olması, Kürtçe kursların açılması, üniversitelerde Kürtçe Enstitülerin kurulması oldu. Bunlar, Kürt hareketinin “kültürel haklar”la sınırladığı talepleri bile karşılamaktan uzaktı.
Gerçek şudur ki; kapitalist-emperyalist sistemde, tüm ezilen uluslar gibi Kürt sorunu da anayasa değişikliğiyle veya varolan anayasanın maddelerini değiştirerek çözülemez. Çünkü ulusal sorun, emperyalizmle birlikte “sömürgeler sorunu” haline gelmiş, uluslararası bir nitelik kazanmış ve gericileşen burjuvazinin artık çözemeyeceği sorunlardan biri olmuştur. Ondan dolayıdır ki, ulusal sorunun çözümü, proletaryanın önderliğinde gerçekleşen devrimlere kalmıştır. “Ulusların tam hak eşitliği”, devrim sonrası anayasa ile güvence altına alınabilir. O yüzden Kürt sorunu, bu sistemdeki tüm köklü sorunlar gibi, anayasal değil, devrim sorunudur.
III- KÜRT HALKININ DİRENİŞİ ve “AÇILIM”
ABD’nin işbirlikçisi AKP’yi işbaşına getirdiği 3 Kasım 2002 seçimlerden sonra “İhtilalci Komünist”te şu değerlendirmeyi yapmıştık:
“ABD, 3 Kasım’da bir raundu kazanmıştır. Hem de rakiplerine vurucu darbeler indirerek. Ama henüz maç bitmiş değildir. Ve diğer emperyalistlerin de kolay kolay pes etmeye niyetleri yoktur. Yeni hamleler ve oyunlar gündeme gelecektir. Emperyalistlerin bu çıkar dalaşları bir yana, işçi ve emekçilerin söndürülemeyen savaş karşıtlığı ve değişen hükümetlere rağmen değişmeyen, hatta daha da ağırlaşan yaşam koşulları ve bunun getirdiği tepkileri diğer yanadır. Ve bizim asıl gözümüzü dikeceğimiz yön de burasıdır.” (İhtilalci Komünist, Kasım-Aralık 2002, sayı. 33)
Sonraki gelişmeler, bu öngörümüzü doğruladı. Hem egemenler cephesinden, hem de Kürt halkı ve işçi-emekçi hareketi yönünden…
AKP ile birlikte artan umut ve beklentilere rağmen, AKP’nin daha ilk yıllarında Kürt halkı üzerindeki baskı ve şiddetin devam edeceği belli oldu. Kürt illerinde meydana gelen sel, çığ gibi doğal felaketler katliama dönüştü, sonrasında devlet yardım etmediği gibi, bunu protesto eden kitleye ateş açıldı. Dağdaki çobandan 12 yaşındaki çocuğa kadar, Kürt olan herkes ‘terörist’ muamelesi gördü.
Öcalan’ın yakalanmasının ardından (’99 Şubatı) başlatılan ateşkes süreci, 1 Haziran 2004’te bitirildi. (Sonrasında yeniden ateşkesler ilan edilecekti.) Beş yılı aşkın süren bu ‘ateşkes’ döneminde, Kürt hareketi tek bir kurşun sıkmadığı halde, 500 gerillası öldürülmüştü. Birçok yerde Kürt halkına yönelik linç hareketleri başladı. Kürdistan illerinden gelen mevsimlik işçilere, inşaat işçilerine dönük şoven saldırılar arttı.
Yine AKP hükümetinin ilk yıllarında Kürt sorunu hakkında soru soran bir gazeteciye Erdoğan, “düşünmezsen olmaz” demişti. Sonrasında “sanal bir sorun” diyerek, Kürt sorununu yok saydığını bir kez daha yineledi.
Bütün bunlar, Kürt halkının beklentilerinin hızla tükenmesine, öfke ve tepkilerin artmasına yol açtı. Üstelik Güney Kürdistan’da Irak’tan ayrı bir Kürt devletinin kurulmasına Türkiye’nin karşı çıkması, Türkmenleri kullanarak Kerkük üzerinde hak iddia etmeleri, öfke ve nefreti arttıran bir rol oynadı. Biriken öfke, giderek büyüyen eylemlere dönüşecekti.
Şemdinli ve Amed isyanları
2005 yılının Kasım ayında Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bir kitapçının bombalanması, kitle hareketinin dönüm noktalarından biri oldu. Daha önceden PKK davasından yatıp çıkmış birinin açtığı kitapçıya bomba atan kontra elemanı, halk tarafından yakalandı. Bu kişinin arabasını da ele geçiren halk, delilleri ortaya koydu. Adeta devleti “suçüstü” yakalamışlardı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt ise, yakalanan suçluyu “tanıyorum, iyi çocuktur” diyerek sahiplendi.
Bombacıyı yakalayan halk, onu hemen orada cezalandırabilirdi. Ama öyle yapmadı, devletin güvenlik güçlerine teslim etti. Fakat bombacı gözaltına alındıktan kısa bir süre sonra serbest bırakıldı, onu yakalayanlar hakkında ise dava açtılar. Elbette bu durum halkın tepkisini daha da arttırdı.
Bu olay aynı zamanda egemen klikler arasında süregelen çelişkileri gün yüzüne çıkardı. Ordu, bombacıyı sahiplenirken, sonradan FETÖ’cü olmakla suçlanan bir savcı, kontra elemanı hakkında, ağır ceza almasını talep ederek dava açtı. Savcının iddianamede askeriyenin üst düzey komutanlarının adını da geçirmesi, Cumhuriyet tarihinde bir ilkti. Ve tabii karşı saldırı da gecikmedi. Genelkurmay Başkanlığı “muhtıra” niteliğinde bir bildiri yayınlayarak hükümeti uyardı. Ardından savcı hakkında soruşturma açıldı.
Klik çelişkileri giderek keskinleşecek ve 2007 yılında başlayan Ergenekon operasyonları ile, başta ordu olmak üzere devlet kurumlarında yeralan Rus-Çin yanlılarının tasfiyesiyle sonuçlanacaktı. (****)
2006 yılının Mart ayında Muş’un Şenyayla bölgesinde 14 gerilla kimyasal silahlarla katledildi. Gerillaların cenazeleri, götürüldükleri her yerde (Diyarbakır, Batman, Mardin) kitle gösterileriyle kaldırıldı. Diyarbakır’da ise bu gösteriler, halk ayaklanmasına dönüştü. Şemdinli’den sonra Diyarbakır (Amed) serhildanı, Kürt halkında isyan ateşinin sönmediğini ortaya koyuyordu. Üstelik Şemdinli’de devletin adalet anlayışını bir kez daha görmüş olmanın deneyimiyle, bu sefer suçluların cezasını kendileri kesiyordu.
Amed serhildanı, o güne dek gerçekleşen kitle gösterilerini aşması ve yöneldiği hedeflerin isabetliliği ile ayrı bir yere sahiptir. Dört gün süren çatışmalarda, kitleler sermayeyi ve faşizmi temsil eden kurumlara yönelmiş ve oraları yerle bir etmiştir.
Kürt hareketinin tabanını oluşturan köylülerin yerini, şehrin varoşlarına sürülen emekçiler almıştı. Bu onun sınıfsal yönünü de değiştiriyordu. Eylemi durdurmaya çalışan dönemin Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir yuhalandı, onun telkinlerine rağmen gösterilere devam edildi. Erdoğan, “kadın-çocuk da olsa gereği yapılır” diyerek, halkın üzerine ateş açılması emrini vermişti. Aralarında üç çocuğun da olduğu onlarca kişi öldürüldü, yaralandı, gözaltına alındı, işkence gördü.
Bu isyanlar, Kürt halkının mücadele gücünü bir kez daha ortaya koyuyordu. Sadece Türk egemen sınıfları değil, Kürt burjuvaları da bu tablodan ürktüler. Kürt burjuvalarının temsilcileri “bizler masaya oturacağınız son kuşağız” diyerek, egemenleri uzlaşmaya, masaya oturmaya zorladı. Ama Türk egemenleri yeniden milliyetçi duyguları kışkırtıp şovenizmi körüklediler.
Öncesinde bir “bayrak krizi” yaratıp (iki Kürt çocuğun Türk bayrağını yere attığı bahanesiyle) Kürt kurumlarını ateşe vermişlerdi. Büyük şehirlerde, sadece Kürt kimliği taşıdıkları için insanlar vuruldu, öldürüldü, göce zorlandı. “Ucuz işgücü” olarak kullanılan Kürt emekçiler, faşist saldırılara, linç girişimlerine maruz kaldılar. Şemdinli ve Amed isyanları sonrası Kürt düşmanlığı, kitlesel saldırganlık boyutuna tırmandı.
“Barış” söylemleri devam etse de ve PKK her seçim dönemi “ateşkes” kararları alsa da, o yıllar Kürtlere dönük baskı ve şiddetle geçti. Kürtçe konuşmak bile tutuklanmaya, hatta linç edilmeye varan saldırılara neden oldu. “Çok dilli belediyecilik” suç kapsamına alındı, belediye başkanları tutuklandı vb…
Başlamadan biten “Kürt açılımı”
2009 yılında dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “her şey güzel olacak” sözüyle yaratılan umut dalgası, ardından Erdoğan’ın mecliste “analar ağlamasın, akan kan dursun”lu tiratları ile “Kürt açılımı”nın perdesi aralanmıştı.
Ama daha öncesinden Talabani, bunun işaretlerini verdi. PKK’ye silah bırakma çağrısı yapacaklarını, dağdakilerin hapse değil evlerine dönmelerini istediklerini söyledi. AKP hükümetinin de “eve dönüş” adı altında bir pişmanlık yasası üzerinde çalıştığı ortaya çıktı.
Tek başına bu tablo bile, “Kürt açılımı”nın ABD’nin isteği doğrultusunda Kürt işbirlikçilerinin arabuluculuğuyla gerçekleştiğini ortaya koyuyordu.
ABD’nin Ortadoğu’da hegemonyasını kurabilmesi için Türkiye’nin bazı adımlar atması gerekiyordu. Bunun birinci ayağını, Güney Kürdistan’daki işbirlikçileri ile Türkiye’nin ilişkilerinin iyileşmesi oluşturuyordu ki, bu yönde önemli bir mesafe alınmıştı. İkincisi ise, Türkiye’de bazı kırıntılarla Kürt sorununun ötelenmesiydi. Çünkü ABD 2008’den itibaren kademeli bir şekilde Irak’taki askerlerini azaltmayı düşünüyordu. En rahat ayak bastığı Kürt bölgesinde sorun yaşamak istemiyordu. Daha önemlisi, doğalgaz ve petrol boru hatlarının güvenliği buna bağlıydı.
Fakat Türk egemenleri blok halde ABD’nin yanında değillerdi. Her emperyalist gücün işbirlikçileri bulunuyordu ve onların çıkarları ABD’ninkiyle çatışıyordu. Emperyalist savaşla birlikte bu çelişkiler keskinleşmiş, klikler arası çatışma açıktan ve şiddetli bir şekilde yaşanır olmuştu. “Ergenekon operasyonları” ile Çin-Rus işbirlikçilerinin kolu-kanadı kırılmışsa da, tümden yokedebilmiş değillerdi. (Ki bu operasyonların bir amacı da, Kürt sorununu ABD’nin istediği biçimde çözebilmekti.)
ABD karşıtı klikler güçten düşürülmüştü, ama başta Genelkurmay olmak üzere şoven kesimlerden “Kürt açılımı”na muhalefet yine de yükseldi. Bunun üzerine AKP, devletin Kürt sorunundaki yaklaşımının özsel olarak değişmediğini, “açılım”daki amacın PKK’nin tasfiyesi olduğunu itiraf etti.
Zaten “açılım”ın kapsamı, AB Kriterleri olarak geçen “bireysel hakları” içeriyordu. O da Kürt dili ve kültürü üzerindeki resmi inkarın biraz gevşetilmesinden ibaretti. Bir de Öcalan’ın tecrit koşullarının değişmesi, yanına 8 tutsağın daha gönderilmesi vardı. Devletin bu adımları karşılığında PKK de gerillaları Türkiye sınırlarının dışına çıkaracaktı. Herhangi bir “suç” işlemeyenler ise, “etkin pişmanlık” denilen maddeden yararlanacaktı.
Bunun ilk adımı olarak, Kandil ve Mahmur kamplarından 34 kişiden oluşan “barış grubu” 19 Ekim 2009 tarihinde Silopi’nin Habur kapısından giriş yaptılar. Gruptakiler, “barış ve demokrasi için taleplerini müzakere etmek üzere Öcalan’ın direktifiyle geldiklerini” söylediler. Fakat sınırda kurulan “seyyar mahkeme”de ifadeleri pişmanlık yasasına uygun şekilde düzenlendi ve aynı gün serbest bırakılmaları sağlandı. Kürt milletvekilleri ve belediye başkanlarının içinde olduğu yüzbinlerce kişi, onları karşılamaya gittiler. Silopi’den Diyarbakır’a kadar geçtikleri her yerde sevinç gösterileriyle karşılandılar. Ve Diyarbakır’da onlar için düzenlenen dev bir mitinge katıldılar, konuşmalar yaptılar.
“Barış grubu”nun Türkiye’ye geldiği gün, ABD eski Dışişleri Bakanı Powell’ın da Türkiye’de olması elbette tesadüf değildi. Powell, İngiltere’nin IRA ile barış görüşmeleri sırasında da aktif görev almıştı. “Bölgeye barış ve istikrar gelirse, Türkiye dünyanın enerji kavşaklarından biri haline gelecek” diyordu.
Kürt sorunu gerçekten çözülüyormuş gibi bir hava estirilirken, bir-kaç gün içinde her şey tersine döndü. Grubun karşılanma ve yargılanma biçimi, faşist-şoven kesimleri ayaklandırdı; yeni bir şoven dalga başladı. Bunun üzerine Avrupa’dan gelmesi planlanan “barış grubu” durduruldu. Kandil’den gelenler hakkında davalar açıldı. Bir kısmı tutuklandı, bir kısmı da geri gitmek zorunda kaldı.
“Açılım” kapsamında verilen sözler de tutulmadı. Üniversitelerde “Kürt dili ve edebiyatı” bölümü açma vaadi, YÖK’ün “Yaşayan Diller Enstitüsü” adı altında eritildi. Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması bile ortada bırakıldı. Anayasal değişiklik talepleri ise tamamen rafa kaldırıldı. Sadece İmralı’ya 8 tutsak gönderildi ve TRT’nin Kürtçe kanalı açıldı.
Kısacası “dağ fare bile doğurmamış”tı. Bir kez daha şişirilen beklentilerle halk hüsrana uğradı. Reformist partilerden kimi devrimci yapılara kadar geniş bir kesim, “Kürt açılımı”nı desteklemiş, “Barış ve Demokratik Çözüm Platformu” kurarak, sürece aktif bir şekilde katılmışlardı. “Kürt sorunun çözümü bakımından tarihsel bir eşikteyiz” diyorlardı açıklamalarında; AKP’nin “tarihsel fırsat” sözünü çağrıştıran bir şekilde… “Kürt açılımı”nın ABD’nin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda gerçekleştiği, karşılığında kırıntıların sunulduğu çok açık olduğu halde… Bırakalım bu kadar küçük kırıntıları, federal ya da özerk yönetimleri kabul etmek durumunda kalan İngiltere, İspanya gibi ülkelerde bile ulusal sorun çözülebilmiş değilken…. Esasında emperyalist-kapitalist sistemin, ulusal sorunu çözmek gibi bir kabiliyeti kalmadığı defalarca kanıtlanmışken…
“Açılım” kadük hale geldikten ve yerini şoven saldırılara bıraktıktan sonra, aynı kesimler buna destek sunmamış gibi, verip-veriştirmeye başladılar. Oysa önemli olan, yalan ve demagojiyle kitlelerin bilinci dumura uğratıldığı anlarda gerçekleri ortaya serebilmekti.
Komünist ve devrimcileri, diğer akımlardan ayıran bu özellikti. Diyelim ki, yanlış değerlendirme yaptılar; o durumda özeleştiri vermeleri ve bundan ders çıkarmaları gerekiyordu. Ama asla öyle olmadı. Aynı şeyleri, estirilen yeni bir rüzgarla birlikte tekrarlamaktan geri durmadılar. Benzer bir filmi, ilkinden daha uzun ve daha hararetli biçimde “çözüm süreci” döneminde yeniden görecektik.
Sürecek…
DİPNOTLAR:
* Öcalan’ın İmralı heyetine yaptığı konuşmalardan: “AKP’yi 10 yıldır ayakta tutan benim… Biz AKP’yi çıkartan gücüz…. 2001-2004’te biz eylemi ‘tak’ diye kestik. AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk… Ben AKP’nin tam olarak oturması ve olgunlaşması için bilerek bekledim, sabrettim. AKP darbe ile uğraşırken başını belaya/derde sokmayalım dedik.” “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız Başkanlık ABD’deki gibi olmalı.” -İmralı Tutanakları, 3 Mart 2013 Milliyet gazetesi-
KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar’ın 28 Ekim 2011 tarihinde ROJ TV’ye yaptığı açıklama: “2002 genel, 2004 yerel, 2007 genel, 2009 yerel, 2010 referandum, 2011 genel seçimler sürecinde AKP arabulucular gönderdi ve ateşkesler ilan edildi. AKP bu seçimleri kazandı. Bu süreçler gerillanın fedakarlığı üzerine kuruldu.”
KCK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun Ocak 2015 tarihli sözleri: “Kürt Özgürlük Hareketi AKP’ye tam üç genel seçim, üç yerel seçim, iki referandum, bir cumhurbaşkanlığı seçim şansı tanımıştır. Artık bir seçim şansı daha vermesi kendini kandırmak olur.”
Bu konuda daha çok alıntı verilebilir, kanıt gösterilebilir. Bu kadarının yeterli olacağını düşünüyoruz.
** AKP’yi işbaşına getiren 3 Kasım 2002 seçimleri, tarihsel bir öneme sahiptir. Sadece AKP’yi bir daha geri gitmemek üzere Türkiye halklarının başına bela etmesi yönüyle değil, o dönem izlenen seçim taktiği ve AKP’ye yapılan güzellemeler yönüyle de belleklerden silinmemesi gereken bir seçim olmuştur. Üstelik yüzde 25 civarında “oy vermeme” oranıyla Türkiye’nin en düşük katılımlı seçimidir. Buna karşın devrimci örgütler bile kitleleri sandığa çeken taktikler izlemiştir. AKP, toplam seçmen sayısının dörtte birinin oyunu aldığı halde, anti-demokratik seçim yasası sayesinde “tek başına hükümet” olabildi. Seçim barajını CHP dışında aşan hiçbir parti olmadığı için de “iki partili meclis” oluştu. Tıpkı ABD’deki gibi iki büyük partiyle tahtaravelli misali bir dönem birinin, bir dönem diğerinin işbaşına geleceği bir sistem hedeflendi. Dolayısıyla 3 Kasım seçimleri, yapılış amacına uygun bir şekilde sonuçlanmış oldu. Kitlelerin düzen partilerinden, seçim ve parlamentodan uzaklaştığı; buna karşın ABD’nin kendine bağımlı bir “savaş hükümeti”ni kurmak için organize ettiği seçimlerde doğru tavır, kitleleri sandığa gitmemeye çağırmaktı. Bizim 3 Kasım seçimlerine dönük taktiğimiz de bu olmuştu. Sadece katılım oranındaki düşüşle değil, siyaseten de doğru bir karar olduğu, geçen sürede daha iyi anlaşıldı. Kürt hareketi ve ona eklemlenen örgütler açısından ise, taktiksel bir yanlışlığın ötesinde, ideolojik-siyasi kayışın dışavurduğu tarihsel bir kesit oldu. (Ayrıntılı bilgi için bkz. “Savaş hazırlıklarında bir dönemeç: 3 Kasım seçimleri”, Yediveren Yayınları)
*** AB’ye uyum yasaları meclisten geçtiğinde “Biraz Özgürlük Yetmez!” manşetini atan Atılım dergisi, Ergenekon operasyonları başladığında, “Ergenekon Yetmez, Kontrgerilla Dağıtılsın!” demişti. (12 Temmuz 2008) Ve “Kürt açılımı” başladığındaki manşeti, “Açılım Yetmez, Demokratik Çözüm!”dü. (8 Ağustos 2009) Keza AB konusunda atılan adımları, “fay hattının kırılması”, “Türk burjuva devletinin kuruluş felsefesinde, ideolojik dokusunda anlamlı bir gedik” olarak değerlendirilmişti. (10 Ağustos 2002) “Yetmez”lerle vurgulanan; yapılanların aslında küçümsenmeyecek şeyler olduğu, fakat eksiklerin bulunduğu, bunları tamamlamak gerekliliğiydi. Onlar da ellerinden geleni yapmalıydılar! 2010 Anayasa referandumunda “yetmez ama evet”çi olmamaları, bu yolu döşedikleri gerçeğini değiştirmiyor.)
**** Burjuva klik çatışması da genel olarak sol kesim tarafından yanlış değerlendirildi ve kliklerden birine yedeklenildi. Görüngüye aldanarak “AKP-ordu” çelişkisi şeklinde ele alındı ve “İslamcı kesim” ile “laik-ulusalcı kesim” arasında yaşandığı söylendi. Başını TKP’nin çektiği bir kesim, AKP karşıtlığı ile “laik-ulusalcı” dedikleri kliğin yanında yer alırken; Kürt hareketi ve ona yedeklenen partiler “darbe karşıtlığı” üzerinden “dinci-İslamcı” kesimden yana oldular. ÖDP’den ESP’ye kadar uzanan bu kesim, Ergenekon operasyonlarını “demokratikleşme adına büyük bir adım” olarak niteledi. Her iki kliğe karşı olan devrimci kesimler ise, bu çekişmenin ardındaki emperyalist kamplaşmayı-çatışmayı göremiyor, iki tarafı da ABD’ci olarak niteliyorlardı (Yürüyüş, Kızıl Bayrak, İşçi-Köylü). Yıllar sonra gerçekler suyüzüne çıktığında bile (15 Temmuz 2016’daki ABD’ci Cemaat darbesi sonrasında da) aynı savları yinelediler. ABD’nin hegemonyasını öylesine sarsılmaz buluyorlardı ki, saldıran da-saldırıya uğrayan da her koşulda ABD’ci oluyordu! Ergenekon operasyonunun emperyalist savaşla bağını; kendilerine “Avrasyacı” diyen Rus-Çin yanlılarının devlet kurumlarından tasfiye edilmesi için ABD işbirlikçileri tarafından yapıldığını göremediler.
Kliklerden birine yaslananlar ise, Ergenekon davalarında kontrgerillanın yargılanmadığını, aksine aklandığını çok sonra anladılar. Keza “ulusalcı”ların gerçekte dinci-gericilikle sorunları olmadığı, Perinçek’in Ergenekon davasından tahliye edildikten sonra AKP yanlısı tutumuyla ortaya serildi. Sonuçta demagojik söylemlere inanarak değerlendirme yapanlar ve kliklerden birine yedeklenenler, kitleleri de yanılttılar.