Koronavirüs salgınının yarattığı kaygı ve belirsizlik ortamında, aşı konusu en çok tartışılan konulardan biri haline geldi. Öyle ya, karşısında böylesine çaresiz kaldığımız hastalık karşısında, aşının varlığı adeta “güvenli bir liman” olarak önümüze konmuş durumda.
Ancak ne pandemi kapitalist sistemin işleyiş yasalarından bağımsız bir konudur, ne de aşı… Kapitalist sömürü sistemi, yaşamı da, ölümü de, hastalığı da, aşıyı da sınıfsal bir bakışla ele alır. Ve bu sistemde eşitlik yoktur. Koronavirüs hastalığından en çok yoksullar etkilenir; önlemler zenginler için alınır, emekçiye “açlıktan ölmek mi, hastalıktan ölmek mi” ikilemi kalır. Mart ayından bugüne, ekonomik kriz ile sağlık krizinin içiçe geçerek işçi ve emekçilerin üzerine çökmüş olmasının nedeni budur.
Tedavi mi deney mi?
Aşı tartışmalarında da, sömürücü sistemin sonuçları ile her aşamada karşı karşıya kalıyoruz.
En başa, kapitalizmin kar hırsını yazmak gerekir. Aşı konusu, “insanlığı pandemiden korumak” gibi “insani” düşüncelerle değil, tekellerin kıran kırana rekabeti ile birlikte ele alınmalıdır. Emperyalist ülkelerin her biri kendi aşısını üretmenin ve bu aşıyı dünya pazarlarına en karlı biçimde sürmenin planlarını yapmaktadır. Pandemi koşulları, onlar için büyük bir fırsat oluşturmuştur.
Bir aşının üretimi normal koşullarda yıllarca sürecek araştırmaları gerektirirken, koronavirüs aşısı için sadece birkaç aylık bir üretim-deneme süreci yaşanmış; ardından hızla satış sözleşmeleri gündeme gelmiştir. Büyük bütçelerle yapılacak araştırmaların yerini, büyük bütçelerle satışlar almıştır. Aşının ne kadar güvenli olduğuna dair yapılması gereken insan deneyleri ise, sömürge-yarı sömürge ülkelerde kitlesel aşılama kampanyaları içinde halledilmekte, sömürge ülke emekçileri ilaç tekellerinin kobayına dönüştürülmektedir.
Salgının başladığı ilk haftalarda Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), sıtma ilacı olan Hidroksiklorokinin için “acil kullanım onayı” vermişti. DSÖ’nün onay vermesinin ardından, ABD’li ilaç tekelleri bu ilacı dünyanın dört bir yanına ihraç etmeye başladılar. Birkaç hafta içinde depolar boşaldı; ardından ilacın koronavirüs tedavisinde işe yaramadığı, üstelik ölümlere sebep olduğu ortaya çıktı ve Haziran 2020’de ilacın kullanımı yasaklandı. Ancak bu arada, ABD’li ilaç tekelleri büyük bir vurgun gerçekleştirmiş oldu.
Benzer bir durum, Remdesivir adlı ilaç için de yaşandı. Birkaç yıl önce Kuş Gribi salgını sürecinde üretilen Remdesivir, işe yaramadığı ortaya çıkınca depolara kaldırılmıştı. Koronavirüs salgını başladıktan sonra ise Trump, bütün dünyaya bu ilacı satmak için seferber oldu. İlaç depoları boşaldı, tekeller büyük kar elde etti ve Remdesivir’in işe yaramadığı tespit edildi.
Her iki ilaç konusunda da, hem dünya halkları kitlesel denek-kobay olarak kullanıldı, hem de tekeller göz göre göre insan sağlığını hiçe sayarak büyük vurgunlar gerçekleştirdiler.
İlaç tekellerinin yarışı
Bugünkü aşı tartışmalarında da, ısrarla gözlerden uzak tutulan bir gerçek vardır. Üretilen hiçbir aşı için, araştırma-geliştirme süreci tamamlanmış değildir. Aşılar sadece “acil kullanım onayı” almıştır ve yarın ne tür yan etkilerle karşılaşılacağı belirsizdir.
Bu belirsizlik, çok övülen Biontech aşısı için çok daha fazla geçerlidir. Çin’de, Rusya’da ve İngiltere’de üretilen aşılar, klasik yöntemle (ölü-etkisizleştirilmiş virüsün aşıya dönüştürülmesi) üretilmiştir. Tıp tarihi boyunca, aşı üretmenin en klasik yöntemi budur. Kullanılan yöntem bildik, sonuçları az-çok öngörülebilir olmasına rağmen, bu yeni üretilen aşıların ne kadar etkili olduğu, yan etkilerinin neler olduğu belirsizdir.
Pfizer-Biontech aşısı ise, ilk defa kullanılan bir yöntemle, mRNA teknolojisi ile üretilmektedir. Bu yöntem, genlere müdahale ederek bağışıklık sağlamayı hedeflemektedir. Burada tıbbi bir tartışmaya girmeye niyetimiz yok. Ancak ilk defa kullanılan bir yöntemin, gerçekten doğru-etkili-yan etkileri zararsız olup olmadığının test edilmesi, uzun ve dikkatli bir süreci gerektirir. Çünkü koronavirüsten çok daha yıkıcı sonuçlara yol açıp açmayacağı konusunda netleşmek için daha sistemli ve kapsamlı bir araştırma süreci zorunludur. Bu süreçler tamamlanmadan, pandemi koşullarını fırsat bilerek fahiş fiyatlara piyasaya sürülmesi, aşının etkili olduğunu değil, üreten firmaların kar hırsının çok büyük olduğunu gösterir. Üstelik, aşının ilk uygulamalarında ölümle sonuçlanan çok sayıda örnek olduğu yolunda haberler hiç de az değildir.
Durum bu kadar belirsizken, Türkiye’deki medyada en çok öne çıkartılan unsur, aşıyı üreten bilim-insanlarının “Türk” olmasıdır. Irkçı söylemlerin arkasında, kapitalizmin kar hırsı ve insan sağlığını hiçe sayması aklanmaktadır.
Aşıda çip var mı?
Liberal entelektüellerden bazı devrimci yapılara kadar çok geniş bir kesim, bunun “komplo teorisi” olduğunu ileri sürüyor ve “çip takacaklarmış!” diye alay ediyorlar. Bir de, “zaten her tarafımız çip, aşıyla neden çip taksınlar” sözleriyle durumu daha da hafifsetiyorlar.
Elbette ki bugün yapılmakta olan koronavirüs aşılarında çip olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak ortada “komplo teorisi” deyip geçecek bir durum olduğunu da düşünmüyoruz. Kesin olan, egemen sınıflar kitleleri daha fazla kontrol altına almak, daha fazla denetlemek, beynini-bedenini-ruhunu teslim almak için her tür yöntemi bugüne kadar kullanmaya çalışmıştır, bundan sonra da kullanmaktan vazgeçmeyecektir. Bu kontrolün bir yanı “güvenlik” amaçlıdır; kendi bekasını sağlamak için kitleleri denetlemesi gerekir. Diğer yanı ise, “pazarlama” amaçlıdır; kişinin daha çok ürünü satın alması için davranış analizi yapabilecek verileri her tür yöntemle toplamaktadır.
“Her tarafımız zaten çip” meselesi de, durumu hafifsetmek için doğrudan burjuvazinin ürettiği söylemlerden biridir. Elimizdeki cep telefonunu bırakıp evden çıktığımızda, mobese kamerası olmayan yollardan yürüdüğümüzde, interneti kullanmadığımızda, devletin üzerimizdeki kontrolü kesintiye uğramaktadır. Ve vücuda takılan bir çipten daha etkili biçimde insan bedenini-beynini-ruhunu kontrol edebilecek bir mekanizma yoktur.
Basit bir soru: Kişilere ait her türden bilgi zaten TCKN’ye (TC Kimlik Numarası) yüklenmiş iken, HES KODU uygulaması neden gündeme getirilmiştir? HES KODU yerine, TCKN sorgulaması yapıldığında da kişinin sağlık bilgilerine ulaşmak mümkün iken (mesela aranma kaydı olan birisi bir sağlık kurumuna başvurduğunda hemen gözaltına alınmaktadır), böyle bir uygulamaya neden ihtiyaç duyulmuştur? HES KODU uygulamasının uluslararası bir takip-güvenlik sistemine Türkiye’nin de dahil edilmesi için bir araç olduğu yolundaki veriler dikkate değer düzeydedir.
Sonuç olarak, bugün devletlerin aşıyla çip takma teknolojisine sahip olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak tıpkı koronavirüs salgınının laboratuvarda üretilmiş olması ihtimal dahilinde olduğu gibi (doğa tahribatının sonucu olarak kendiliğinden üremiş de olabilir elbette), aşılarla insanlara çip takılması da ihtimal dahilindedir. Ve eğer bu teknolojiye ulaşılmış ise, devletler kişilerin istediği anda elinden bırakabildiği cep telefonlarından çok daha etkili olan bu yöntemi kullanmakta tereddüt etmezler.
Paran kadar sağlık
Bir yıllık pandemi süreci, sınıfsal farkların ne kadar derin olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Zenginler için “evde-kal” kampanyaları yürütülürken, yoksulların payına kalabalık toplu taşıma araçlarıyla işe gitme düştü. Aynı tablo aşı konusunda da yaşanmaya devam ediyor.
DSÖ’nün yaptığı açıklamaya göre, 2,5 milyar nüfusu olan 130 ülkede tek bir doz aşı yapılmadı. Bir başka haber de Associated Press haber ajansından: Ajansın yayınladığı bir araştırmaya göre, koronavirüsten 430 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği ABD’de Siyahlar ve Hispaniklerden önce “Beyazlar” aşılanıyor. Zengin ülkeler ve zengin kişiler parasını bastırıp aşıyı satın alırken, yoksul ülkeler “sürü bağışıklığı” oluşuncaya kadar, “sürüler halinde” ölüme terk edilmiş durumda.
Türkiye’de ise aşılama süreci öylesine yavaş ki, Bloomberg’in hesaplamasına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 75’inin aşılanması 3 yıl sürecek. Alınan aşı yetersizdir, aşılama hızı yetersizdir, sonraki aşının zamanında gelip gelmeyeceği belli değildir, aşılamada öncelikli kesimler belirsizdir… Aşı konusu başlı başına bir sorunlar yumağına dönüşmüş durumdadır.
Ancak belirsiz olmayan tek bir konu vardır. Türkiye’nin Çin’den aşı alımları, devletin doğrudan anlaşması ile değil, aracı kurumlar üzerinden gerçekleştirilmektedir. IŞİD’çi, tarikatçı çetelerin kurduğu firmalar, aracı kurum olarak bu ithalatı gerçekleştirmekte, Çin’den aldığı aşıya kendi komisyonunu da ekleyerek Sağlık Bakanlığı’na satmaktadır.
Salgının başladığı günden bu yana devlet, maskesinden test kitine, yoğun bakım servisinden aşısına kadar her aşamada, kitlelerin sağlığını korumayı değil, yandaşlarına para kazandırmayı hedefleyen bir tutum içinde oldu. Bugün aşı konusunda da, bu durum devam ediyor. Kitleler, gerçekten güvenli olup olmadığını bilmediği aşıya bile ulaşamazken, devlet yandaşlarına para kazandırmanın yollarını aramaktadır.