Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden
bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
SURİYE SAVAŞI ve “ÇÖZÜM SÜRECİ”
2011 yılında başlayan Suriye savaşı, Türkiye’nin başta ABD olmak üzere emperyalistlerle ilişkilerini, emperyalistlerin kendi içindeki çatlakları ve savaşın seyrini belirlemesi yönüyle bir kilometre taşıdır. Aynı zamanda Kürt sorunun gündemin ilk sırasına yükselmesi, “emperyalist çözüm” arayışlarının pik yapmasıdır.
Suriye savaşı öncesinde ABD’nin yönlendirmesiyle Türkiye’de “savaşa hazırlık” kapsamında pek çok adım atıldı. NATO’nun füze kalkanına ait radarlar, Malatya’nın Kürecik ilçesine yerleştirildi mesela. ABD’li yetkililerin Türkiye ziyaretleri sıklaştı, Suriye savaşını Türkiye üzerinden yürüteceklerini açıkça söylediler. Dünyanın pek çok yerinden cihatçı çeteler -ki sayıları yüzbinleri buluyordu- Türkiye üzerinden Suriye’ye geçti. Öyle ki, dünya basınında Türkiye için “cihatçı otobanı” denilmeye başladı. Bu çeteler Türkiye’deki çeşitli kamplarda besleniyor, eğitiliyor, silahlandırılıyordu. Savaş başladıktan sonra da savaşta yaralanan cihatçıların Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildikleri ortaya çıkacaktı. Yani Türkiye, Suriye savaşının “cephe gerisi”ydi. Bir başka ifadeyle ABD’nin Afganistan savaşında Pakistan’a verilen görevi üstlenmişti. Pakistan o savaştan ne kadar etkilendiyse, Türkiye de Suriye savaşından o kadar etkilenecekti. (1)
Savaşın başlamasından sonra Türkiye, NATO şemsiyesi altında Suriye’nin kuzeyinde “tampon bölge” oluşturmak için birçok girişimde bulundu. Ancak başta ABD olmak üzere NATO ülkelerinden yeterince destek bulamadı. Diğer taraftan Suriye yönetimi, Türkiye’nin bu isteğini engellemek için bölgedeki güçlerini büyük oranda çekerek Kürt hareketine alan açtı. Böyle olunca Türkiye’nin “tampon bölge” arzusu bir türlü gerçekleşemedi. Fakat 2018 yılından itibaren parça parça işgallerle Suriye’nin içine girdiler. O da ancak kiminde Rusya’nın, kiminde ABD’nin onayıyla gerçekleşti.
Kürt hareketi açısından ise, Suriye savaşı adeta bir nefes borusu oldu. Bu savaşla birlikte Ortadoğu’da atılacak her adımda Kürt sorunu ile karşılaşılacağı bir kez daha görüldü. Ve onun uluslararası niteliği daha belirgin hale geldi. Bu durum, Kürt partilerini öne çıkardı, nesnel olarak onlara kan taşıdı.
Esasında Irak işgali ile başlayan bu süreç, Suriye’de zirveye çıktı. Irak’ta Barzani ve Talabani’yi büyütürken; Suriye’de PKK çizgisindeki PYD’ye yaradı.
Savaş sırasında diğer Kürt örgütlerinden daha atak bir çizgi izleyen PYD, adından en çok sözedilen parti durumuna geldi. Öcalan’ın Suriye’de kaldığı dönemde temelleri atılan küçük bir örgüt iken, Rojava Devrimi’ne önderlik eden bir parti konumuna yükseldi. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin Suriye’ye dair her planında, hesaba katılması gereken temel bir faktör oldu. Aynı dönemde Türkiye’de “çözüm süreci”nin başlatılması da, Suriye savaşı ve Kürt hareketinin artan gücüyle doğrudan bağlantılıydı.
Kürt hareketinde canlanma
PYD önderliğinde Suriye’deki Kürtlerin, emperyalistler ve işbirlikçileri arasındaki çelişkilerden de yararlanarak Rojava’da (Güneybatı Kürdistan-Suriye’nin kuzeyi) fiilen yönetimi ele geçirmesi, sadece Suriye’de değil, tüm bölgede Kürtlerin kaderini değiştirecek kadar önemli bir gelişmeydi.
ABD’nin Irak işgalinden sonra Irak’ta “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” adıyla federatif bir yapılanma ortaya çıkmıştı. Fakat bu yapı, hem ABD’nin Irak işgaline verilen desteğin bir “mükafatı” olarak kurulmuştu, hem de Barzani ve Talabani’ye Türkiye’deki Kürtlerin desteği sınırlıydı. Her ne kadar Irak’taki federal devlet sevinçle karşılansa da, PKK ile Barzani-Talabani arasındaki çelişkiler varlığını koruyordu.
Rojava ise, esas olarak Kürt halkının kendi gücüyle elde ettiği bir başarıydı. (Suriye devletinin çıkarları gereği göz yummak zorunda kalması, bu gerçeği değiştirmiyor.) Ayrıca ilk kez PKK çizgisindeki bir parti, böyle büyük bir kazanım elde ediyordu. ’70’lerin sonunda kurulan ve ’84 yılında gerilla savaşını başlatan PKK açısından Rojava, yaklaşık 40 yıllık mücadelenin en somut ve en büyük kazanımıydı. Öcalan’ın deyimiyle “ayaklarını basabilecekleri bir toprak parçasına sahip olabilmek”ti.
Bunun PKK’ye ve Kürt halkına verdiği güç, Irak’taki federal Kürt devletiyle kıyaslanmayacak ölçüdedir. En başta Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte hızlanan PKK’deki gerileme sürecini durdurdu. 2000’lerin başında dolu-dizgin giden teslimiyetçi-tasfiyeci görüşler hız kesti. Giderek kendine daha güvenli ve çıtayı yükselten bir politik hat izlemeye başlandı. Talepleri, AB’nin “bireysel haklar”ından “kolektif haklar”a sıçradı. Hatta terkettikleri UKKTH ilkesi yeniden literatürlerine girdi. PKK’nin gerilla eylemleri arttı, içlerinde MİT mensupları dahil olmak üzere birçok kişiyi esir aldılar. Keza Kürt halkının serhildanları yeniden yükseldi. PKK’li tutsaklar, 2012 yılının sonbaharında “Öcalan’ın tecridi kaldırılsın, anadilde savunma ve eğitim hakkı” talepleriyle iki ayı aşkın süren açlık grevi yaptılar vb…
Kısacası Kürt hareketi her cephede daha hareketli, daha atak bir döneme girdi. Rojava, sadece Türkiye’deki Kürtleri değil, Avrupa başta olmak üzere tüm dünyadaki Kürtleri heyecanlandırdı, destek ve dayanışmayı büyüttü. Kürt yurtseverleri, yanısıra devrimci demokrat kesimler, Rojava’da savaşmak dahil birçok desteği sundular. (Yazının ilerleyen bölümlerinde Rojava Devrimi’ni daha ayrıntılı ele alacağız.)
Bir diğer sonucu ise, Kürt hareketinin merkezinin Suriye’ye kayması oldu. Türkiye’de kurulan ve mücadelesini aslolarak Türkiye’de yürüten PKK, Suriye savaşıyla birlikte güçlerinin ağırlıklı bölümünü Suriye’ye taşıdı. Kendini Suriye’den ifade etmeye ve politikalarını Suriye üzerinden belirlemeye başladı. Sadece emperyalistlerle değil, işbirlikçilerle ilişkilerini de artık Suriye savaşının seyri belirliyordu.
Bu dönemde Öcalan’la görüşme trafiği daha da arttı. Türkiye, elinde tutsak olan Öcalan üzerinden PYD’yi yönlendirmek ve Suriye’de söz sahibi olmak istiyordu. Ayrıca Türkiye’nin Irak’a dönük hesapları da bitmemişti. “Musul-Kerkük’ü “misak-ı milli” içinde görmesi, Lozan’da “tarihi haksızlığa” vurgu yapılması boşuna değildi. Öcalan da “savunma”larında bu tezleri tekrarlamıştı. Suriye savaşı sonrasında ise, İmralı’ya giden heyetler aracılığıyla mesajlarını doğrudan iletmeye başladı.(2) Aynı dönemde PYD Başkanı Salih Müslim, birkaç kez Ankara’ya çağrılmış ve görüşmeler yapılmıştı.
Türkiye’nin ABD yönlendirmesiyle attığı adımlar, bunlarla sınırlı değildir. Ülke içinde adına “çözüm süreci” dedikleri yeni bir süreç başlattılar. “Kürt açılımı”ndan birkaç yıl sonra benzer argümanlarla attıkları bu adım, ilkinden çok daha trajik bir sonla bitecekti. O dönemde bile yoğun bir tutuklama ve katliam gerçekleştirdiler. KCK tutuklamaları, Roboski katliamı, Paris cinayeti, dönemin diğer yüzüdür.
28 Aralık 2011 tarihinde Şırnak’ın Uludere ilçesinde (Roboski) sınırdan kaçak eşya taşıyan çoğu çocuk tam 35 kişi, savaş uçakları tarafından katledildi. 9 Ocak 2013 tarihinde ise, Paris’te PKK liderlerinden Sakine Cansız’ın içinde olduğu üç kadın devrimci öldürüldü.
Roboski’nin dönemin başbakanı Erdoğan’ın bilgisi ve onayı ile bombalandığı; Paris cinayetini işleyen katilin de MİT tarafından görevlendirildiği ortaya çıktı. Fakat Kürt hareketi “barış” görüşmelerine öylesine angaje olmuştu ki, bu gerçekleri görmezden gelmeyi tercih etti. Hatta “Paris cinayeti, İmralı sürecini baltalamak için yapıldı” diyerek, ABD ve AKP’yi aklayan bir çabaya girdi. Bir kez daha ne idüğü belirsiz “derin devlet” argümanlarıyla suçu belirsiz bir gücün üzerine yıktılar. AKP-Cemaat çelişkisi su yüzüne vurunca da, bu kez “paralel devlet” dedikleri “Gülen Cemaati”ne yüklediler. Sonuçta Roboski için mahkemeler “takipsizlik” kararı vererek, Paris cinayetinden tutuklanan Ömer Güney, Fransa cezaevinde öldürülerek, her iki katliamın da üstü örtüldü. (3)
“Çözüm süreci” aldatmacası
“Kürt açılımı”nın ardından Suriye savaşıyla birlikte başlatılan ve adına “çözüm süreci” denilen bu süreç, o güne dek yapılanlardan daha uzun, daha etkili ve sonuçları bakımından daha yıkıcı olanıdır.
İlk önce ABD-AB emperyalistleriyle yakın ilişkileri bilinen gazeteciler aracılığıyla medya üzerinden “barış” havası estirildi; IRA, ETA deneyimlerini yerinde incelemek üzere bazı milletvekilleri bu ülkelere gittiler. Ardından MİT yöneticilerinin Avrupa’daki PKK temsilcileriyle Norveç’in başkenti Oslo’da görüştüğü basına sızdırıldı. Keza yine MİT yöneticilerinin İmralı’da Öcalan’la da görüştüğü ortaya çıktı. O güne dek “bebek katili” diye lanse ettikleri Öcalan’ı “çözümü isteyen lider” olarak yüceltmeye başladılar. (4)
Bir yılı aşkın süre ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan, 2013’ün Ocak ayından itibaren BDP’li vekillerden oluşan bir heyetle görüştürülmeye başladı. Bu görüşmelerin hepsinde bir MİT mensubu bulunuyordu. “Yetkili” dedikleri bu kişi, konuşulanları kaydediyor, kimi zaman söze karışıyor, müdahalelerde bulunuyordu. İmralı’ya götürülen ve İmralı’dan alınanlar (mesaj, mektup vb. her şey) MİT’in denetiminden geçiyordu. “İmralı Tutanakları” adıyla bu görüşmelerin bir kısmı gazetelerde yer aldı, daha sonra Kürt hareketi tarafından da kitaplaştırıldı. Görüşmelerin hangi koşullarda, nasıl bir ortamda ve içerikte yapıldığı net bir biçimde ortaya çıktı. (5)
Devletin aylarca Öcalan’la görüşerek hazırladığı yeni plan, gerillanın sınır dışına çıkması karşılığında kimi reformların yapılacağı sözüydü. Bunlar da esas olarak, anayasada vatandaşlık tanımının değişmesi (Türk’tür yerine Türkiyeli demek) ve tutuklu KCK’lilerin tahliyesinden ibaretti.
“Çözüm süreci”ne ilk destek mesajları, Koç ve Sabancı gibi işbirlikçi burjuvazinin en büyüklerinden geldi. Güler Sabancı, “Türkiye’yi ekonomik olarak uçurur” diyerek, desteklerinin gerçek nedenini ortaya koydu. Dönemin TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz ile birlikte Güler Sabancı, Mustafa Koç, Ümit Boyner, Nihat Özdemir gibi, işbirlikçi tekelci burjuvazinin “ağır topları” Cizre’ye giderek “iş dünyası zirvesi”ni orada gerçekleştirdiler. TÜSİAD Başkanı, “çözüm sürecinin iktisadi ayağını güçlendirmek ve sahiplenmek amacıyla” Cizre’ye geldiklerini açıkladı ve “çözüme yatırıma geldik” dedi. Ardından ABD Büyükelçisi Ricciardone, Kürt illerini kapsayan bir geziye çıktı. Ve gerek TÜSİAD, gerekse Ricciardone, Kürt Belediye Başkanları ve Kürt burjuvaları tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı.
Türk tekelci burjuvazinin bu sürece neden destek verdiği çok açıktır. Onlar Kürdistan’ı öteden beri hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak gördüler. PKK ile çatışmalar sona erdiğinde, bu kaynaklardan daha rahat yararlanacaklardı, kriz ortamında adeta bir “can suyu”na kavuşacaklardı. Aynı şekilde Kürt burjuvaları da oldukça iştahlıydı. Onlar da “çözüm süreci” ile birlikte önlerinin açılacağını, karlarını arttıracaklarını düşünüyordu. Çünkü yerli-yabancı tekeller, Kürt burjuvaları üzerinden sömürülerini gerçekleştiriyordu. LCW, Mango, Zara, Kiğılı gibi şirketler, Kürt burjuvalarla “alt sözleşme” yaparak, ağırlıklı olarak tekstil ve hizmet sektöründeki işyerlerinde çoğunluğunu kadınların oluşturduğu Kürt işçilerini fason çalıştırıyorlardı.
Sonuçta başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “çözüm süreci”ni neden destekledikleri belliydi. Onun için büyük bir memnuniyetle, alkışlarla karşıladılar. Peki ya Kürt halkı?
Kürt halkı “çözüm süreci”ne şüpheyle yaklaştı. Çünkü egemenler ne zaman “barış”, “çözüm”, “demokrasi” demişlerse, daha büyük bir baskı ve saldırıyla karşılaşmışlardı. Öncesi bir yana “Kürt açılımı”nda yaşadıkları üzerinden daha bir-kaç yıl geçmişti. O yüzden mesafeli duruyorlar, “yine oyuna mı getiriliyoruz, kandırılıyor muyuz” sorularını soruyorlardı. Ayrıca anayasada “Türkiyeli” yazması ve KCK’lilerin serbest bırakılması, Kürt halkının taleplerini ne kadar karşılayabilirdi? Kürt işçisinin, emekçisinin yaşamında herhangi bir iyileştirme getirmeyen “çözüm” gerçekten çözüm olabilir miydi?!
Ulusal sorun, bir yerde burjuvaların kendi pazarına hakim olabilme sorunudur. Her ulusun burjuvazisi, ulusal kurtuluş hareketlerini bunun için destekler. Ama sömürü ve zulmü şu ya da bu ulustan burjuvanın yapması, halkın çekeceği acıyı azaltmaz. Güney Afrika Cumhuriyeti örneğinde görüldüğü gibi, egemenlerin rengi değişmiş, fakat işçi ve emekçilerin üzerindeki baskı ve sömürü değişmemiştir. Öyle ki, greve çıkan maden işçilerine siyahi polisler ateş açmış 34 işçiyi katletmiştir. Buna Filistin’den Latin Amerika’ya kadar daha pek çok örnek gösterilebilir.
Özcesi, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin sevinçle karşıladığı bu süreci, Kürt halkının kaygıyla karşılaması, eşyanın tabiatına uygundu. Burjuvaların çıkarına olan bir gelişmenin, halkların çıkarlarına hizmet etmesi, barış ve huzur getirmesi mümkün değildi çünkü.
Kürt halkının kendi deneyimleriyle öğrendiği bu gerçeği ve onun yarattığı haklı kaygıları örtbas edebilmek için, Kürt Türk siyasetçileri -ve tabi ki medya- seferber oldular. Öcalan’a övgüler düzerek ve Kürtlerin kaybedeceği bir şey olmadığını söyleyerek halkı ikna etmeye uğraştılar. Sürecin kitleye duyurusunun Newroz günü yapılması da bunun bir parçasıydı.
2013 Newroz’u “çözüm süreci”nin tüm dünyaya duyurulduğu, yüzlerce yerli-yabancı basın mensubunun izlediği, devletin üst düzey yetkililerinin an be an takip ettiği bir “bayram havası”nda geçti. Önceki yılların yasaklı-çatışmalı Newroz’ları geride kalmış, “yepyeni bir dönem” başlamıştı(!) Dünyaya böyle bir tablo sundular. Ve Diyarbakır’daki kutlamalarda Öcalan’ın mektubu Kürtçe ve Türkçe olarak (“İmralı heyeti”nde yeralan Sırrı Süreyya Önder-Pervin Buldan tarafından) okundu. Mektupta “silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine” geçildiği, “artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” noktasına gelindiği ilan ediliyordu. Newroz’a katılan yüzbinlerin bu mektubu, dolayısıyla “çözüm süreci”ni onayladığı izlenimi veriliyordu.
Fakat Newroz’da açılan bazı pankartlar, halkın kaygısını açıkça ortaya koymuştu. Örneğin “Savaşa da barışa da hazırız!” diye yazıyordu bir pankartta. Bir diğerinde, Kürtçe “barış” anlamına gelen “aşiti” sözcüğü ile kelime oyunu yapılarak “Aşiti şaşiti” yazıyordu; yani “Barış şaşırma” uyarısı yapılıyordu. Keza bir grup genç, ellerinde PKK bayrakları ile kürsüyü işgal ediyor ve yaptıkları Kürtçe konuşmada AKP’ye asla güvenmediklerini, savaşa hazır olduklarını belirtiyorlardı.
Selahattin Demirtaş da Newroz sonrası yaptığı değerlendirmede, Kürt gençlerinin “süreç”ten rahatsız olduğunu ifade etti. Ayrıca mektubun içeriği de başta gençler olmak üzere direnişçi kesimlerden tepki almıştı. Özellikle “misak-ı milli”den, “İslamiyetin birleştiriciliği”nden sözeden bölümleri, Kürt milliyetçilerini bile rahatsız etmişti. Mektubun bütünü, ABD ve işbirlikçilerinin argümanlarıyla örtüşüyor, onların bölgeye dönük yayılmacı politikalarına ideolojik kılıf uyduruluyordu.
Aynı tarihlerde (Nisan 2013) “akil insanlar” adıyla heyetler oluştudular. (Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesinde dolaşacak 9 kişilik gruplardan toplam 63 kişi seçilmişti.) Kürt hareketi, “akil insanları” Güney Afrika Cumhuriyeti ve İrlanda’da olduğu gibi, iki tarafı da dinleyecek ve orta yolu bulacak bir “hakem” olarak görüyor ve etkin bir rol biçiyordu. Fakat AKP, “akiller”in görevini, “bölgelerde paneller, konferanslar düzenlemek, yapılan çalışmaları hükümete rapor etmek”le sınırladı. Hatta Erdoğan, asıl işlevlerinin “psikolojik harekat” olacağını açıkça söyledi. İçlerine “sol”dan kimi isimleri de kattıkları bu heyetler, bölge bölge dolaştılar. Amaçları, sadece Kürt halkını değil, şoven-milliyetçi kesimleri de yatıştırmaktı. Fakat başaramadılar, gittikleri birçok yerde protesto edildiler, hatta saldırıya uğradılar. Her ne kadar rakip kliklere darbeler indirip zayıflatmışlarsa da, kavga bitmemişti ve Kürt sorununda uzlaşma sağlanamamıştı. Ayrıca yıllar yılı topluma zerkedilen şoven düşüncelerin, bir-kaç ayda ve AKP eliyle değişmesi mümkün değildi. Zaten Gezi Direnişiyle birlikte “akiller”in gerçek yüzü iyice açığa çıkacak ve 26 Haziran’da Başbakan’a sundukları raporla görevleri son bulacaktı.
Buna karşın Kürt hareketi, plan dahilinde üzerine düşeni yerine getiriyordu. 25 Nisan 2013 tarihinde, -dünyadan ve ülkeden yüzü aşkın basın mensubunun katıldığı- Kandil’de bir basın toplantısı düzenlendi. PKK, 8 Mayıs 2013 tarihinden itibaren Türkiye’deki silahlı güçlerini çekeceklerini duyurdu. Böylece sürecin birinci aşamasının tamamlanacağı; sıranın ikinci aşamaya, yani AKP’nin vaatlerinin yerine getirmesine geldiğini belirttiler. Üçüncü ve son aşamada ise, tamamen silahsızlanacaklardı!
Söyledikleri gibi 8 Mayıs’tan sonra gruplar halinde Türkiye’den çıkmaya başladılar. Ne var ki, “ikinci aşama”da yeralan vaatlerin hiçbiri yerine getirilmedi. (“Demokratik anayasa” çerçevesinde vatandaşlık tanımının değişmesi, koruculuğun kaldırılması, KCK tutsaklarının serbest bırakılması, vb.) Böylece ne ikinci, ne de üçüncü aşamaya geçilebildi…
ABD’nin Ortadoğu planlarına
uygunluğu
2011 yılında Oslo görüşmeleriyle başlayan ve belli bir kesintiden sonra 2013 başında İmralı’ya ziyaretle ivmelenen “çözüm süreci”nde; PKK önce ateşkes ilan etti, ardından elinde tuttuğu kamu görevlilerini serbest bıraktı ve son olarak “geri çekilme”yi başlattı. Buna karşın devletin attığı hiçbir adım olmadı.
İşin daha ilginç yanı; Kürtlerin hem yüzölçümü, hem de nüfus bakımından en geniş kesimi Türkiye’de yaşadığı halde, ABD ve işbirlikçilerinin “çözüm” adına PKK’den istedikleri, silahlı güçlerini, sadece Türkiye’den çıkarmasıydı.Kürdistan’ın diğer üç parçasında (İran, Irak, Suriye) PKK’nin silahlı varlığını sürdürmesini hiç sorun etmediler. Dahası, o bölgelerde silahlı bir güç olarak kalmasından, hatta o devletlere karşı savaşmasından yana oldular. Sadece bu yaklaşım bile, ABD’nin Kürt hareketini Ortadoğu’daki hegemonya savaşında kullanmak istediğini ve “çözüm süreci”ni de bu doğrultuda başlattığını ortaya koyuyordu.
ABD, Ortadoğu’da İran’ı çevreleme stratejisini büyük bir hızla yaşama geçirme derdindeydi. Suriye’de kışkırttığı iç savaş da, İran savaşının provası niteliğindeydi. Fakat Suriye’deki Baas rejimi, sanıldığından daha dirençli çıkmış, Rusya’nın da desteğiyle ayakta kalmayı başarmıştı. Bu koşullarda ABD’nin Ortadoğu’daki işbirlikçilerine çok iş düşüyordu. Buna Irak’ta kurulan “Bölgesel Kürt Yönetimi” de dahildi.
ABD, Kürt burjuvalarının bir kesimini yedeklemeyi başarmıştı. Ayrıca Türk egemenlerini, Irak’taki Kürt yönetimiyle ekonomik çıkarlar üzerinden buluşturmuştu. Burada tek engel, halen sürmekte olan Kürt ulusal mücadelesiydi. Bunu sonlandırmadan, ne Irak Kürdistanı’ndaki petrol ve doğalgazı Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara açabilir; ne de İran ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’daki yayılmacı politikalarını yaşama geçirebilirdi. Üstelik Suriye’nin kuzeyinde (Rojava) Kürtler özerklik ilan etmişti. ABD’nin bölgedeki tüm Kürtleri arkasına alabilmesi için PKK’nin desteğine; Türk devletiyle PKK arasında süregelen savaşı bitirmeye ihtiyacı vardı.
Esasında sadece ABD değil, diğer emperyalist güçler de PKK ve Kürtler üzerinde etkin olma savaşı veriyordu. Yeni paylaşım savaşında Ortadoğu’nun; Ortadoğu’da ise Kürtlerin öneminin artması, emperyalistlerin Kürtleri kazanma çabasını daha çetin bir hale büründürmüştü. Elbette ABD, rakiplerine göre daha avantajlıydı. En başta AKP gibi işbirlikçisi bir hükümete istediklerini yaptırabilirdi. “Çözüm süreci” dedikleri süreç böyle başladı.
Buna karşın Kürt hareketi “çözüm süreci”ni, emperyalistlerden, onların bölgeye dönük hesaplarından bağımsız, hatta hepsine karşı “yerli bir proje” olarak sundu. Fakat “süreç”ten en çok rahatsız olan ülkenin İran olduğunu, onlar da itiraf ediyordu. Yani bu “yerli proje”, ABD’nin bölgede hedefe çaktığı İran’ı rahatsız ediyor, ama nasıl oluyorsa ABD’den “bağımsız” yürütülüyordu! Adeta “ABD’ye rağmen ABD için” üretilmişti! Böylece -farkında olarak ya da olmayarak- AKP’yi de, Türk egemen sınıflarını da emperyalizmden bağımsızmış gibi gösterdiler. Oysa MİT Müsteşarı Hakan Fidan, “çözüm süreci” başlamadan önce Dışişleri Bakanı ile birlikte Ankara’da ABD-AB büyükelçilerine bilgi sunmuştu. Keza başında Ahmet Türk ve Nazmi Gür’ün olduğu bir Kürt heyeti, “çözüm süreci” başladıktan sonra ABD’ye gitmiş ABD’nin üst düzey yetkilileriyle görüşmüşlerdi. Ahmet Türk, ABD’nin bu süreci “teşvik edici bir rol oynaması” gerektiğini belirtmiş, başta ABD olmak üzere “uluslararası güçlerden yardım beklediklerini” söylemişti. (22 Mayıs 2013-Milliyet)
PKK’nin önderlerinden Murat Karayılan ise, “çekilme” döneminde yaptığı basın toplantısında şunları söylüyordu: “Başta ABD, AB, Rusya olmak üzere tüm uluslararası güçleri Kürt sorununun çözümüne dönük başlattığımız bu hamlenin başarısı için destek sunmaya çağırıyoruz.” Bu çağrıya ilk yanıt Beyaz Saray’dan geldi: “Türkiye halkına 30 yıldan fazla bir süredir birçok acı ve kedere neden olan bir mücadelenin barışçıl şekilde çözüm çabalarını alkışlıyoruz.” Ardından AB Genişleme Komiseri sözcüsü, memnuniyetlerini belirtti: “Bu karar, terörün sona ermesi ve Türkiye’nin tüm vatandaşlarına barış ve refah getirilmesi yolunda yeni bir adımdır.” Fakat Rusya’dan herhangi bir açıklama gelmedi. İran ise açıktan karşı çıkıyor ve süreci, “emperyalist-siyonist bir proje” olarak tanımlıyordu.
Kısacası, “çözüm süreci”nin arkasında kimlerin yer aldığı; kimlerin memnun, kimlerin rahatsız olduğundan; kimlerin alkışlayıp, kimlerin ateş püskürdüğünden kolayca anlaşılıyordu. Hal böyleyken “çözüm süreci” adı altında kitleleri yıllarca oyaladılar, mücadeleyi olabildiğince geriye çektiler. “Çözüm sürecini baltalayacağı” gerekçesiyle, Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanmasına Kürt halkının kitlesel katılımını durdurdular. Direnişin temel talebi olan “hükümet istifa” sloganına karşı çıktılar ve direnişi bir an evvel bitirmeye çalıştılar.
Gezi direnişin halkın geniş kesimlerinde yankı bulması ve Kürt hareketinin geriye çeken tutumuna tepki gösterilmesi üzerine, sonrasında “yanlış oldu” türünden örtük bir özeleştiri yapmaları durumu kurtarmıyor. AKP’nin bir halk hareketiyle yıkılmasına Kürt hareketinin o dönem engelleyici bir rol üstlendiğini ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki, yaptıkları “özeleştiri” de, Kürt hareketine ve “çözüm süreci”ne karşı artan tepkileri bastırabilmek içindi. Özellikle bir süredir arkalarına aldıkları Türkiye devrimci hareketini kaybetmeme amacı taşıyordu. Zaten “özeleştiri”nin Öcalan üzerinden –devletin bilgisi dahilinde- verilmesi de, bunun açık göstergesiydi.
AKP’li bakanların “entegre süreci” dedikleri, (“Kürt açılımı”nın mimarı olarak gösterilen Beşir Atalay’ın açıktan “PKK’yi silahsızlandırmak”tan sözettiği) PKK’nin tasfiyesini amaçlayan –en azından Türkiye sınırları içinde etkisizleştiren- “çözüm süreci” her aşamada AKP’ye yaradı. Başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye işçi ve emekçileri ve genel olarak devrimci hareket ise, bu süreçte çok şey kaybetti.
“Çözüm süreci”nin zirvesi ve sonu:
Dolmabahçe Mutabakatı
Gezi Direnişi’nin hemen ardından HDP’nin kurulması, egemen sınıfların bu süreçteki amaçlarının önemli bir parçasıdır. Ekim 2013 tarihinde HDK’dan (Halkların Demokratik Kongresi) HDP’ye geçtiler. HDK varlığını koruduysa da iyice işlevsizleşti. HDP ise, Türkiye devrimci hareketini parlamentarizme çekme, haklarını sokakta aramaya başlayan kitleleri yeniden sandığa döndürme misyonunu üstlendi. Ve bunu büyük oranda başardı. Birçok örgüt HDP’nin içinde yeraldı, milletvekili, belediye başkanı listelerine girdiler; bir kısmı da dışarıdan destekledi. Bunun dışında kalan devrimci örgütler, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadardı.
Kendi adımıza esen bu rüzgara karşı durduğumuzu ve her aşmada kararlı bir mücadele yürüttüğümüzü rahatlıkla söyleyebilecek durumdayız. “Çözüm süreci”ni başından itibaren eleştirdik, reformizme ve parlamentarizme karşı ideolojik-siyasi mücadeleyi yükselttik. O dönem legal ve illegal basınımızda yeralan değerlendirmeler ve öngörüler, bugün kanıtlanmış gerçekler olarak orta yerde duruyor. (Merak edenler o dönem çıkan yayınlarımıza, internet sitemizden ulaşabilirler.)
Kendisine “komünist”, “Marksist-Leninist” diyen birçok devrimci hareket ise, “Kürt açılımı” gibi “çözüm sürecini” de desteklediler. Elbette “süreç” hüsranla bittikten sonra çok şey yazıp söylediler. Ama önemli olan, kritik anlarda, zor dönemeçlerde ve zamanında doğru tavrı alabilmekti. O dönem geçtikten ve her şey ayan-beyan ortaya döküldükten sonra (daha da önemlisi egemenler açısından maksat hasıl olduktan sonra) doğruları söylemenin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktu. Ama oportünizm, her kritik aşamada yaptığı gibi, “çözüm süreci”nde de misyonunu yerine getirdi. (6)
Sonuçta 2011’den 2015 yılına kadar “çözüm süreci” aldatmacasıyla kitleleri ve devrimci-demokrat kesimleri oyaladılar. Süreç, Suriye savaşıyla birlikte başlamıştı; yine Suriye savaşının bir aşamasında bitirildi. O aşama; 2014 Ekimi’nde Kobane’de Kürt hareketinin zaferi, ardından kantonların birleşmesiyle Rojava’da fiilen bir Kürt devletin kurulmasıydı.
Kobane’ye IŞİD’in saldırısı, büyük bir direnişi doğurdu. Tüm dünyada destek eylemleri gerçekleşti. Türkiye’de 6 ile 8 Ekim tarihleri arasında tam üç gün boyunca başta Kürt illeri olmak üzere hemen her yerde kitle gösterileri, polisle çatışmalar yaşandı. Erdoğan’ın “Kobane düştü, düşecek” sevinci kursağında kaldı. Bu durum, AKP’nin Kürt halkına karşı girişeceği yeni saldırılara vesile yapıldı. “Çözüm süreci” kesintiye uğradı, Öcalan’la görüşmeler aylarca kesildi…
Bu kesintiden sonraki ilk görüşmede Öcalan, “4-5 ay içinde tüm Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek büyük demokratik çözümün sağlanacağını” duyurdu. Sözünü ettiği 4-5 ay, tam da seçim zamanına denk geliyordu! Ardından İmralı heyeti ile hükümet yetkilileri 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda Öcalan’ın “müzakere başlıkları” olarak sıraladığı 10 maddeyi kamuoyuna duyurdular. Adına “Dolmabahçe mutabakatı” denilen bu görüşmede, “izleme komitesi” ve “hakikatleri araştırma komisyonu” kurulması gibi maddeler de bulunuyordu. Mutabakat, “İmralı heyeti” olarak görüşmeleri gerçekleştiren üç milletvekiliyle, hükümeti temsilen üç bakanın biraraya geldiği toplantıda imzalandı. Sonrasında bir çok tartışmaya neden olan bu fotoğraf, “çözüm süreci”nin zirvesini, aynı zamanda sonunu resmediyordu. Erdoğan, kısa bir süre sonra bu mutabakatı onaylamadığını belirtecek, hatta “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” diyerek, eski retoriğine dönecekti.
Çünkü Erdoğan, 17-25 Aralık operasyonlarının ardından Gülen Cemaati ile yollarını ayırmış ve kendine yeni “müttefik” olarak Avrasyacıları seçmişti. Ergenekon davasını Cemaat’in üzerine atarak özür dilemiş, bu davadan yargılananların tahliyesini başlatmıştı. Elbette bu tercih, Suriye savaşının geldiği nokta ve ABD ile olan ilişkilerinin bozulmasıyla bağlantılıydı. Türkiye, “çözüm süreci” boyunca Öcalan üzerinden PYD’yi yönlendirmeye çalışmış, cihatçı çetelerle birleşmeye zorlamıştı. Ancak cihatçı çeteler Kürtlerin elde ettiği özerkliği tanımayınca, PYD “üçüncü yol” adını verdiği, Esad rejimine de ABD işbirlikçisi muhalefete de mesafeli durma politikasını sürdürmüştü. Kobane direnişi ile PYD, IŞİD’i yenen tek güç olarak büyüyünce, ABD’nin de desteğini alarak hakimiyet alanını genişletti ve dünya kamuoyunun sempatisini toplayan bölgedeki en önemli örgüt haline geldi. Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde “masayı devirmesi”nin asıl nedeni, PYD’nin kazandığı bu başarılardır ve Türkiye’nin bu konuda artık hiç bir şey yapamaz hale gelmesidir.
Böylece ABD patentli “çözüm süreci”nin sonuna gelindi. Bundan sonrası şoven saldırganlığın yeniden başat hale geldiği, Kürt illerinin ablukaya alındığı ve katliamların yapıldığı tam bir vahşet dönemiydi…
Emperyalizmin “barış”ı…
Bugüne dek PKK tam 9 kez ateşkes ilan etmiş ve birçok kez de “barış” süreci başlatılmıştır. Dünya genelinde ise, 1990’dan 2010 yılına kadar geçen sürede 102 barış görüşmesinin gerçekleştiği, 585 barış anlaşması imzalandığı saptanmış durumda. Bunların yarısı ilk 5 yıl içinde bozulmuş. Hepsinde de asıl olarak hükümetler anlaşmaya uymamışlar. Türkiye’de de farklı olmadı.
’93 ateşkesinden bu yana ‘barış’, Kürt hareketinde belirli aralıklarla yükseltilen bir talep olageldi. Neden ve nasıl, hangi koşullarda, kim için, kimin yararına vb. sorulmadan, koşulsuz bir barış talebi yinelendi durdu. Kimileri bunu ‘onurlu barış’ diyerek allayıp pullasa da, emperyalist-kapitalist sisteme dokunmayan, hatta onun işine yarayan bir ‘barış’ talebinin onurlu olmayacağı açıktı.
Kürt ulusal hareketinin toplumsal tabanını, yoksul Kürt köylüsü, emekçisi oluşturuyor; gerillanın da ağırlıklı kısmı, bu sınıflardan geliyor. Buna karşın vaat edilen “barış” Kürt işçi ve emekçisinin yaşamına dair hiçbir değişiklik içermiyordu. Söylendiği gibi anayasada vatandaşlık tanımının değişmesi, KCK’lilerin tahliyesi veya bir af ile herkesin eve dönmesi, Kürt halkının taleplerini karşılamaya yetmiyordu. İşsizin iş, köylünün toprak, halkın özgürlük talebinin karşılanmadığı bir yerde “toplumsal barış”tan söz etmek mümkün değildi. Bu olsa olsa emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin barışı olurdu ki, onların barışı da halkın üzerindeki baskı ve sömürünün artmasından başka bir anlama gelmezdi.
Esasında bu sistemde ‘barış’, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin kendi çıkarları için kullandığı demagojik kavramlardan biri haline geldi. Tıpkı demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi… Ve ‘barış’ın lafzının en fazla edildiği zamanlar, savaşın daha yaygın, şiddetli bir hal aldığı dönemler oluyordu.
Emperyalistler arası ‘barış’ın anlamı bu iken, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren örgütlerle egemen güçler arasındaki ‘barış’ da pek farklı değildi. Özellikle ‘90’lı yıllar, bir çok küçük-burjuva hareketin ‘barış’ adı altında teslim alınıp tasfiye edildiği bir kesit oldu. IRA’dan ETA’ya ulusal kurtuluş mücadelesi veren hareketler başta olmak üzere, gerilla savaşı veren bir dizi küçük-burjuva örgüt, egemen sınıfların sözde barışıyla, o güne dek elde ettikleri kazanımları yitiren bir sürece girdiler. Bir çoğu ya parçalandı ve güçten düştü; ya da tamamen tasfiye olup düzene eklemlendi. Dolayısıyla bu süre boyunca yapılan ‘barış’ görüşmeleri, hep egemen sınıflara yaradı. Devrimci yapıları reformize etmenin, düzen içine çekmenin zehirli yemi haline geldi.
Bu “zehirli yem” Kürt ulusal hareketi için de kullanıldı. Kürt örgütleri içinde en devrimcisi olan PKK, “siyasal çözüm” çıkmazına sokularak adım adım teslimiyet ve tasfiye çizgisine çekildi. “Müzakere ile yapılan barışın kazananı, kaybedeni olmaz” sözü, bir demagojiden ibaretti. Kazananı da kaybedeni de belli olan örnekler önümüzde duruyordu. Bu süreçlerde kazanan, her zaman burjuvazi oldu; ezilen halklar, işçi ve emekçiler ise, hep kaybetti.
“Silah elde etmeye ve bunların kullanışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, (ezilen bir halk–bn) köle muamelesi görmeyi hak eder” diyor Lenin. Silahlarını emperyalistlere teslim eden ezilen bir halk için, bu çok daha geçerlidir. Ezilen sınıf ve halklar için çözüm; emperyalizmden ve işbirlikçilerinden af dilenmek, onların merhametine sığınmak değil, daha fazla örgütlenmek ve silaha sarılmaktır. Başka türlü ayakta kalma, hatta yaşama şansı bile yoktur. Burjuvazinin egemenliği yıkılmadan, işçi ve emekçilere, ezilen halklara barış ve huzur gelmez! Aksine örgütsüz-öndersiz kalmanın faturasını, en ağır biçimde öderler. Ki, yaşanan örnekler bunun somut kanıtlarıyla doludur.
Gerçek “barış” sosyalizmle gelecektir. Kapitalizm yıkılmadan “barış” hayalleri kurmak ham hayaldir. Çünkü her zaman silaha ilk başvuranlar, egemen sınıflar olmuştur. Ona karşı direnişe geçmek ise, bir tercih değil, zorunluluktur; ayrıca son derece meşrudur. Bunlar konjonktürel-taktiksel değil, her dönem geçerli olan, defalarca kanıtlanmış stratejik-ilkesel doğrulardır.
Hal böyleyken Kürt hareketinin demagogları -ve onların peşine takılan devrimci, demokrat kurumlar- emperyalist çözüm ve “barış” çağrılarına karşı çıkan komünistleri, “zamanın ruhunu anlamamak”la, “geride kalmak”la, “dogmatiklik”le suçladılar. Emperyalistlerle ve işbirlikçileriyle uzlaşmayı, Lenin’in “hiç uzlaşma olmayacak mı” makalesiyle aklamaya kalktılar. ML’yi açıktan reddetmelerine rağmen, salt komünistleri sıkıştırabilmek için, Lenin’i referans gösterdiler!
Oysa Lenin sözkonusu makalede şöyle diyordu: “Politikada bazen sınıflar ve partiler arasında son derece karmaşık ulusal ve uluslararası ilişkilerin sözkonusu olduğu, herhangi bir grevde varılan bir ‘uzlaşma’nın haklı mı olduğu, yoksa bunun bir grev kırıcısının, hain bir liderin haince ‘uzlaşması’ mı olduğu sorunundan çok daha karmaşık durumların olacağı kendiliğinden anlaşılır… Parti örgütünün ve bu adı almayı hak etmiş parti liderlerinin önemi de zaten… karmaşık siyasal sorunları çabucak ve doğru çözmek için gerekli bilgileri, gerekli deneyimleri ve yanı sıra gerekli siyasal içgüdüyü edinmekten ibarettir… Tarihin her özel ya da özgül anında karşımıza çıkan pratik-siyasal sorunlarda, devrimci sınıf için uğursuz oportünizmi cisimleştiren, kabul edilmesi olanaksız, ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmek ve bütün güçleri bunların teşhir edilmesine, bu uzlaşmalara karşı mücadeleye yoğunlaştırmak önemlidir.“ (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, İnter yayınları, sf. 66-67)
Lenin’in de belirttiği gibi uzlaşma vardır, uzlaşma vardır. Ve ML olmanın en önemli kıstaslarından biri, bunlar arasındaki ayrımı görebilmektir. Nitekim aradan geçen zaman “çözüm süreci” dahil her tür “barış” girişiminin ABD ve işbirlikçilerinin ihtiyaçları doğrultusunda gündeme getirildiğini, koşulların değiştiği-çıkarların farklılaştığı noktada ise, son verildiğini ortaya koydu. Reformistler ve oportünistler her defasında emperyalizmin bu oyununa gelirken; ihtilalci komünistler, “gerekli siyasal içgüdüye” sahip olduklarını, “ihanet niteliğindeki uzlaşmaları” ayırt edebildiklerini gösterdiler.
Dipnotlar:
(1) Suriye savaşı, AKP’nin politikalarını daha açık biçimde yaşama geçirmesinin yollarını düzledi. Kitleleri pasifize etmek ve Türkiye’nin savaşa dahil olmasına meşruiyet kazandırmak için dinci-gericilik ve IŞİD terörü yükseldi. 2015’te Suruç’ta, ardından Ankara Garı’nda, meydanlarda, havalimanında vb. yapılan bombalı saldırılarda yüzlerce insan katledildi. Yanı sıra yaklaşık 5 milyon Suriyeli sığınmacı Türkiye’ye geldi. Bir avuç zengin Suriyeli dışında –ki onlar büyük oranda Avrupa’ya gitti- geri kalanların önemli bir kısmı AKP’nin oy kitlesi ve “vurucu gücü” olarak kullanıldı. Bir çoğu fuhuş ve dilencilik batağına sürüklendi, patronlara “ucuz işgücü” olarak sunuldu ve “yabancı düşmanlığı”nın öznesi haline getirildi. Bir kısmı da insan tacirlerinin elinde heba oldu. Ege Denizi Suriyeli sığınmacıların cesetleriyle doldu. Aydan bebek bunun simgesi oldu. Türkiye, AB tarafından Suriyeli sığınmacılara “bekçilik” yapmakla görevlendirildi. AKP de sıkıştığı noktada sığınmacıları Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullandı. Kısacası ABD ve AB’nin Ortadoğudaki çıkarları AKP’nin siyasi ömrünü uzattı ve daha pervasız adımlar atmasına zemin oluşturdu..
(2) “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi” adıyla Mem Yayıncılık tarafından yayınlanan Öcalan’ın savunmaları bu görüşlerle doludur. İmralı’ya giden heyetle yaptığı ilk görüşmede ise (3 Ocak 2013) PYD’ye gönderdiği mesaj, PYD’nin ABD yanlısı “Suriye muhalefeti” ile (yani cihatçı çetelerle) uzlaşmasıdır. “Söyleyin onlara, (PYD’yi kastediyor-nba) Esad’ı desteklemekten vazgeçip Suriyeli muhaliflerle hareket etsinler. Hatta buna karşı çıkan Kürtleri gerekirse elimine etsinler. Araplarla yakınlaşsınlar.” (Radikal Gazetesi, 15.1.2013) Ama gelişmeler PYD’yi farklı bir yol izlemek zorunda bırakacaktı.
(3) Paris cinayeti işlendiği dönemde Öcalan, “Hakan’ların (MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve ekibi kastediliyor-nba) milyonda bir de olsa planlama ihtimallerini de düşünmüyorum.” diyordu. (İmralı Notları, Mezopotamya Yay. sf. 233) Oysa Sri Lanka’da “Tamil Kaplanları” katledilirken Türk egemenleri, böyle bir “çözüm”ü ne kadar arzuladıklarını ortaya koymuştu. Benzer şekilde Bin Ladin öldürüldükten sonra da PKK liderlerinin bu şekilde katledilmesi üzerine çok durulmuştu. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone, cinayetten üç ay önce “Bin Ladin operasyonunda uygulanan taktikleri Türkiye’ye de önerdik” demişti. Paris’teki cinayetin ABD-Türkiye ortaklığı içinde işlenmiş olması güçlü bir olasılıktı. Fakat Kürt hareketi ve AKP, Paris cinayetinin “İmralı’da başlayan süreci sabote etmek için yapıldığı” noktasında birleştiler. Ve “katillerin amacına ulaşmaması için, sürecin devam etmesi gerektiği”nde hemfikir oldular.
(4) Hürriyet gazetesinin o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök köşesinde, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ırkçılığa karşı mücadele edip sonrasında “devlet başkanı” olan Mandela ile Öcalan arasında paralellik kuruyor, “eğer barışa hizmet edecekse, Öcalan’ı muhatap almaya hazır olmak gerektiğini” söylüyordu. Keza Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar “İki Abdullah” başlıklı makalesinde, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Abdullah Öcalan’ı kastederek “Çankaya’daki Abdullah ile İmralı’daki Abdullah’ın iradelerinin kesişmesi”nden sözediyor ve “iki Abdullah”ın Kürt sorununu çözeceğine dair inciler döktürüyordu. Gündem yazarı Veysi Sarısözen ise, “Nobel barış ödülü”nün Erdoğan ve Öcalan arasında paylaşabileceği temennisinde bulunuyordu.
(5) Yayınevinin notu: İmralı görüşmeleriyle ilgili ayrıntılı bir yazı, dergimizin Nisan 2016 tarihli sayısında yayınlanmıştı.
(6) Örneğin ESP, tam da “çözüm süreci” döneminde Öcalan’ın taktirine mazhar oldu, ardından başkanları HDP’nin eşbaşkanlığına getirilerek ödüllendirildi. Öcalan, HDP’nin kuruluş kongresine (27 Ekim 2013) gönderdiği mesajda; “71 devrimciliği devlete isyan devrimciliğiydi. 40 yıllık isyandan sonra devletle müzakere önemlidir” diyerek, Türkiye devrimci hareketini sürece ortak etmeye çalıştı. 22 Haziran 2014’te gerçekleşen “olağanüstü kongre”ye gönderdiği mesajda ise, “Türkiye’de sosyalizme ve açık bir demokrasiye gideceksek, bu demokratik müzakere süreciyle olacaktır” diyordu. Emperyalistler ve işbirlikçileriyle yürütülen “müzakereleri” “sosyalizmin yolu” olarak gösteriyor, kendine “sosyalist” diyen kurum ve kişiler de bu sözleri alkışlıyordu. Kürt hareketine öylesine angaje olmuşlardı ki, en bariz yanlışlarını bile eleştiremez durumdaydılar. Örneğin Gezi direnişinde Kürt hareketinin geri durmasına, onlardan özeleştirel açıklamalar gelene kadar HDK-HDP içinde yeralan hiçbir kurum ses çıkarmadı. Keza AKP-Cemaat çatışmasında Kürt hareketinin AKP’den yana tavır almasına da kimi sessiz kaldı kimi de Kürt hareketinin tutumunu benimsedi.