“Faşizm, yarınından emin olmayan anneyi, ev kadınlarını, işçi kadını, onların en derin duygularıyla oynayarak, insafsızca ve alayla köleleştirir. Aç gezen ailenin velinimetiymiş gibi -önüne bir parça kuru ekmek atıp- yarattığı hoşnutsuzluğu boğmaya çalışır. İşçi kadınları sanayiden uzaklaştırıp yoksul kızları taşraya göç etmeye zorlar… Kadınlara mutlu bir ev ve mutlu bir aile hayatı vaadeder, ama öteki kapitalist rejimlerden daha çok fuhuşa iter.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Yay. sf. 192)
Bu değerlendirme; faşizmin yeni ortaya çıktığı bir dönemde, Komünist Enternasyonal’in 1936’da gerçekleşen 7. Kongresi’nde yapıldı. O yıllarda İtalya, Almanya, Japonya, Bulgaristan gibi ülkelerde yönetimi ele geçiren faşist partilerin gerçek yüzü tam olarak ortaya çıkmamıştı. Yalan ve demagojilerle önemli bir kitle desteğini arkalarına almışlardı. İktidarlarını sağlamlaştırdıkları ölçüde saldırganlıkları arttı ve yüzlerindeki perde yırtıldı. Faşizmin kanla beslendiği, en ağır sömürü koşullarını dayattığı, farklı ırk ve uluslara yaşam hakkı tanımadığı; sadece işçi ve emekçilere, “yabancı”lara değil, kadınlara da düşman olduğu gözler önüne serildi.
Faşizmin kadın düşmanı yüzünü, ülkemizde de çeşitli biçimlerde gördük, görüyoruz… Özellikle AKP dönemi, kadın düşmanlığının zirve yaptığı bir dönem oldu. Dinci-gericilikle birleşen faşist uygulamalarla, kadını görünmez kılma, kapatma, eve hapsetme, erkeğin kölesi haline getirmede önemli mesafe katettiler.
En başta kadının yaşam hakkı ortadan kaldırıldı. Hemen her gün kadınlar, en yakınları tarafından öldürüldü. Ve bu katiller, devletin koruması altında en az cezalarla serbest bırakıldı. Fuhuşta patlama yaşandı. Sadece kadınlara değil, çocuklara yönelik cinsel istismarın, taciz ve tecavüzün haddi hesabı yapılamaz oldu. Nasıl giyineceklerine, hangi saate kadar dışarda kalacaklarına, nasıl güleceklerine, kaç çocuk yapacaklarına kadar, her şey devlet yetkilileri tarafından dikte edilir oldu. Bu konuda da başı Erdoğan çekti, ardından diğer bakanlar ve bürokratlar sıraya girdiler ve hep birlikte kadının yaşamını dayanılmaz kılmak için ellerinden geleni yaptılar.
Fakat kadınların mücadelesi de durmadı. Her gerici-faşist uygulama karşısında büyük bir tepki gösterdiler ve sokakları doldurdular. Bu mücadele sayesinde bir kısmını durdurmayı, bir kısmını da ötelemeyi başardılar. Kadınlar, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, ülkemizde de faşizme karşı mücadelenin en önünde yer aldı.
“Dinin bu kadar yükseldiği, ahlakın ise bu kadar gerilediği bir dönemin yaşanmadığını” Diyanet İşleri Başkanı bile itiraf etmek zorunda kaldı. Bu, ahlaki yozlaşmanın artık gizlenemez noktaya vardığının göstergesiydi. Dinciliğin gericiliğin günümüzde faşizmle özdeş hale geldiğinin ve bunun büyük bir yozlaşma-düşkünleşme, ahlaki değerlerde erozyon yarattığının açıkça görünmesiydi. Çünkü dini kurumların yurtları, kuran kursları, imam-hatip okulları, en fazla cinsel istismarın yapıldığı yerler olmuştu.
Kadına bakışta faşizmin ortak dili
Faşizm, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ortaya çıkan bir burjuva ideolojisi ve devlet biçimidir. 1917 Ekim Devrimi ile sarsılan burjuvazinin, proleter devrimlerin yayılmasını önlemek ve içine düştüğü krizden çıkabilmek için başvurduğu yöntemlerden biridir. Dolayısıyla kapitalizmden bağımsız değildir, aksine onun en çıplak haliyle ortaya çıktığı durumdur.
Fakat kendisine bir kitle tabanı yaratmak için, emperyalist-kapitalist sisteme karşıymış gibi görünmeye çalışmıştır. Bunun önemli bir parçasını, kadınlara dönük demagoji oluşturur. Kadına düşman bir rejim olduğu halde, sözde kadını yücelterek onu kendine bağlamaya ve bu devasa gücü arkasına almaya büyük bir önem vermiştir. Örneğin, “siyasette kadınların desteğini kazanmak gerekir, erkekler onları kendi başlarına izleyeceklerdir” demiştir Hitler. Gerçekte ise Nazi’lere göre kadınlar, Alman “ari ırkı”nın kan saflığını korumakla yükümlü “döl yolu”dur.
Türkiye’de de faşist ve gerici hareketler kadınları kazanmaya özel bir çaba sarfetmiştir. Özellikle AKP’nin yükselişinde kadınların oynadığı rol bilinmektedir. Oysa bütün gerici-faşist rejimler, kadınları aşağılayan, “ikinci sınıf” muamelesi yapan rejimlerdir.
Erdoğan, “kadınla erkeği eşit görmediğini” sıkça söylemiştir mesela. Keza kürtaj ve sezaryen doğuma karşı olduğunu ilan ederek, diğer faşist-gerici liderlerle aynı noktada buluşmuştur. Her ne kadar Erdoğan’a liberaller ve reformistler “demokrat-değişimci” gibi sıfatlar vermişse de, onun kadın sorununa yaklaşımı, gerici-faşist özünü en fazla açığa vuran konu olmuştur.
Erdoğan’ın kadını sadece “anne” olarak yüceltmesi, “cennet, annelerin ayaklarının altındadır” sözünden hareketle, annesinin ayağının altını öptüğünü söylemesi; kadınlara sıkça “üç çocuk doğurun” talimatı vermesi de, faşizmin kadına bakışının dile gelmesinden başka bir şey değildir. Bu, faşizmin ortaçağ döneminden devraldığı, dinin kadınlara dönük yasakçı anlayışının ve engizisyon mahkemesi kararlarının, günümüz Türkiye’sine taşınmasıdır. Zaten faşizm de, ortaçağ döneminden kalma uygulamaları 20. yüzyıla taşıyan bir ideoloji değil midir?
Erdoğan’ın kadınlar hakkındaki her sözü ve AKP hükümetinin kadınlarla ilgili çıkarttığı her yasa, faşizmin kadına bakışıyla birebir örtüşmektedir. Hatırlanacaktır, daha önce “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın adı, AKP döneminde “Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” oldu. Kadın sözcüğü bile ortadan kaldırılmış, “aile” kavramları içinde boğulmuştu.
AKP’nin kadına bakışını ve bunun faşizmle olan çakışmasını daha iyi görebilmek için, 20. yüzyılın başlarında İtalya, Almanya, İspanya gibi ülkelerdeki faşist partilerin kadınlara dönük propagandalarına ve işbaşına geldikleri andan itibaren yaptıklarına bakmak yeterli olacaktır. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin, İspanya’da Franco’nun ve diğer emperyalist ülkelerdeki faşist liderlerin kadınlar hakkındaki sözleri ve uygulamalarıyla Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin sözleri ve uygulamaları arasındaki benzerlik, hepsinin aynı ideolojik gıdadan beslendiğinin en açık göstergesidir.
Faşizmin kadına yaklaşımı
Faşizmin iktidara geldiği ülkelerde kadınlar, yüzyıllar öncesine geri döndürülmüştür. Sözde mutlu bir yuva vaad edilirken, hiçbir kapitalist rejimin yapamadığı ölçüde fuhuşa sürüklenmişlerdir. Bir yandan evli kadınlar işten çıkarılıp sokağa atılırken, bir yandan da askeri fabrikalara genç kadınlar alınmıştır. Örneğin Almanya’da ikinci emperyalist savaş sırasında istihdam edilen kadınların oranı yüzde 67 idi. Buna karşın kadınların ücreti, erkeklerden yüzde 30 ila 50 oranında daha düşüktü.
İtalya’da faşist Mussolini, iktidara gelmeden önce, kadın hareketinin en önemli talebi olan “oy hakkı”nı bile savunuyordu. İktidara geldikten sonra ise, kadınlara oy hakkının ikincil bir sorun olduğunu söyleyecekti. Faşist İtalya’da kadınlar, sadece yerel seçimlerde oy kullanabildiler. Ayrıca seçilme hakları da yoktu. Dahası, oy kullanmak için “okur-yazarlık, belli bir servet sahibi olma, savaşta oğlunu ya da kocasını yitirme” gibi kurallar getirilmiştir ki, o sırada İtalya’da sayıları 12 milyon olan kadınların sadece 1 milyonunu kapsıyordu.
Faşizm, kadınları militarist bir güç olarak da kullanmıştır. Yaklaşık 8 milyon üyesi olan “Almanya Milli Kadınlar Birliği”nin asıl görevi, kadınları faşist ruhla eğitmek ve savaşa hazırlamaktı. Birçok yerde “kadın çalışma kampları” kuruldu ve buralarda eğitim yapıldı. Benzer bir durum İtalya için de geçerlidir. Faşist milisler, onbinlerce kadını kapsıyordu. Faşist kadınlar “coplu saldırı taburlarında” yer almıştır. Savaş sırasında eşini, oğlunu yitirmiş “madalyalı kadınlar” sokaklarda gösteriler yaparak, komünist ve devrimcilerin üzerine saldırmıştır. Oysa çocukları ya da eşleri savaşta ölen kadınlar, savaş karşıtı mücadelenin en önemli unsurlarıdır. Savaşta kaybettiklerine karşı duydukları acı ve onları katledenlere karşı oluşan nefret, en kararlı savaş karşıtı haline getirir. Ama faşizm, bu acıyı onların ‘onuru’ olarak göstermeyi başarmıştır. Kadın olarak değersizleştirilmelerine rağmen, ‘acılı anne’ ya da ‘dul eş’ olarak yüceltilmişlerdir.
Faşizmde “anne” imgesiyle, “ulus” ya da “yurt” imgesi birleşmiştir. Hitler’in ünlü Propaganda Bakanı Goebbels, nasyonal-sosyalist “on buyruk”ta şöyle yazmış: “Yurt sana can veren anadır, hiç unutma bunu!” Keza İtalya’da da faşizm, kadınlar için bir “kamu topluluğu statüsü” yaratarak, kadının devlete ait olduğunu onaylar. Onların üçlemesi de “ana/aile/ulus”tur.
Emperyalist-kapitalist sistem, aileyi çözdüğü halde “kutsal aile”den dem vurmaktan vazgeçmez. Bunun en açık halini faşizmde görürüz. Tüm gerici ideolojiler gibi, kadını anne olarak ele alır, anneyi de ulusla-yurtla özdeşleştirir. Öyle ki, Almanya’da “ari ırkın” sürdürülmesi ve saf haliyle kalması için, seçilmiş kadınlarla Nazi subayları, “insan haraları”nda birleştirilmiş ve kadınlar “Alman ulusuna yaraşır nesiller yetiştirmek” adına, buna gönüllü olmuşlardır.
1920’lerde Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği dönemde Almanya ve İtalya, yeni bir emperyalist savaşa hazırlanıyordu. Savaş içinse, çok çocuğa ihtiyaçları vardı; bunu da ancak kadınlar sağlayabilirdi. O yüzden kadınlara bir “kuluçka makinesi” gibi baktılar. Hitler’in “programım” dediği 1932 seçim bildirgesinde; “kadının ve erkeğin insan soyunu sürdürme görevi, birlikte çalışmadan daha önemlidir” deniyor ve şöyle noktalanıyor: “Aile, bütün devlet yapısının en küçük ama aynı zamanda en önemli birimidir. Çalışma, kadını bir erkek gibi onurlandırır, ama çocuk anneyi kutsallaştırır.” (aktaran Maria A. Maccıocchı, Faşizmin Analizi, Payel Yay. sf. 193) Ve bir yıl sonra 1933’te Almanya’da evlenme sayısı 630 bin iken, ‘34’te 740 bine; doğum oranı ise, iki katına çıkıyor.
Hitler’le yarışan Mussolini de, “sayı güç demektir, çocuk yapınız” diye buyuruyor kadınlara. Erdoğan “en az üç çocuk” derken, Mussolini “dört çocuk” istiyor. Ve bunu şöyle gerekçelendiriyor: “Beşikleri boş duran halklar imparatorluk kuramazlar, kursalar bile kısa süre içinde yok olup giderler.” Ayrıca “çok çocuk doğuran kadınların daha sağlıklı olacağını” vaaz ediyordu. İtalya’nın en fazla çocuklu çiftlerini Venedik Sarayı’nda kabul ediyor, çok çocuklu annelere törenle altın madalya takıyordu.
Fransa’da ikinci emperyalist savaş sırasında iktidara gelen faşist Petain de kadınların az doğurduğundan yakınıyordu. Fransız kadınlarından “en az üç çocuk” istiyordu. Fransa’da boşanmayı zorlaştıran kanunlar çıkardı. 7 Mart 1942’de çıkarılan bir yasa ile “çocuk düşürmek” “Fransız halkına zarar verecek eylem” kapsamına alındı. “Çocuk düşürenler ve buna ortak olanlar” için ölüm cezası getirildi.
İşte 20. yüzyılın ortalarında Fransa, Almanya, İtalya gibi sözde “uygarlığın beşiği” emperyalist ülkelerde, faşist yönetimler altında kadının düşürüldüğü durum buydu.
“Modern karı-koca ailesi, gizli ya da açık biçimde, kadının ev köleliği üstüne kurulmuştur; modern toplum da bütünüyle karı-koca ailelerinden meydana gelen bir kitledir; o aileler onun molekülleridir” demişti Engels. Faşizm bunu bas bas bağırıyordu. O, erkek egemen sistemin kendini en açık haliyle ortaya koyduğu rejimdi. Bu yüzden de kadını, “erkeklerin en erkeği” tarafından yönetilen bir rejime, yani faşizme köle yapıyordu. “Erkeklerin en erkeği” de Duçe’ydi, Führer’di…
1929 bunalımının yarattığı kronik ve yoğun işsizlik, kadınların eve kapatılmasında en büyük yardımcıları oldu. Faşizm, işsizliğin nedeni de kadınmış gibi gösterip, ilkin çalışan kadınları işten attı. Almanya’da 30 Haziran 1933 tarihli bir kararname ile devlet, evli bütün kadınları işten çıkarmak için ilk adımı attı. “Her şey, genç kızların görevi olan annelik görevine bağlı olacaktır” denilerek, karma okullara karşı kararnameler çıkarıldı. Genç kızları “iyi ev kadınları” olarak yetiştirecek, ev ekonomisi dersleri verecek özel okullar kuruldu. Yanı sıra kalabalık aileye ödeneklerin arttırılması ve onlara çeşitli ödüllerin verilmesiyle, kadının eve bağlanması ve çok çocuk yapması teşvik edildi.
İtalya’da 1927 yılında çıkarılan bir kararname ile kadınların ücretleri, aynı işkolundaki erkek işçilerin ücretlerinin yarısına indirildi. Aynı yıl kız öğrencilere liselerde edebiyat ve felsefe derslerinin okutulması yasaklandı. Bir yıl sonra kız öğrencilere orta öğrenim ve üniversitede iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirildi. 1938’de kadınların kamu görevlerinde ancak yüzde 10 oranında olacağı belirtildi. Ayrıca kadınların doğum kontrolünü ve kürtajı “devlete karşı işlenen suçlar” kapsamına aldılar. 1942 yılında yürürlüğe giren “medeni yasa” ise, (Rocco yasası) “onur suçu” kavramıyla ağırlaştırıldı. Yasanın 587. maddesi, “babaya, kocaya ya da erkek kardeşe, onurlarını korumaları gerektiğinde bir öfke halinde kızı, karıyı ya da kızkardeşi öldürme hakkı” verilmekteydi. İşi bu raddeye kadar getirebildiler.
Faşist İtalya’daki “onur suçu” ile bizdeki kadın cinayetlerinin “namus-töre” diye normal görülmesi ve mahkemelerin “hafifletici unsur” sebebi sayarak en az cezayı vermesi arasındaki paralellik dikkat çekici değil midir? Kadın cinayetlerinin AKP döneminde bu kadar artması, onun kadına bakıştaki gerici-faşizan yaklaşımıyla doğrudan bağlantıdır. Çünkü faşizmin kadını eve hapsetmesi ve onu sadece bir “döl yatağı” olarak görmesinde, dinin belirleyici rolü vardır. Hıristiyan ya da Müslüman fark etmeksizin dinci gericilik, her zaman kadının yerinin evi ve kocasının yanı olduğunu vaaz etmiştir.
Hıristiyanlığın merkezi sayılan Vatikan’ın 8 Ocak 1956 tarihli genelgesi, “Müslüman Erdoğan”ın sözlerine tıpa tıp benzer. Vatikan, “ağrısız doğum” hakkında çıkardığı genelge ile, sadece kürtaja karşı olmakla kalmamış, kadınların doğum biçimini de belirlemeye kalkmıştır. Papa XII Pie, İncil’de yazıldığı gibi “kadının büyük ağrılar içinde doğum yapması” gerektiğini bildirmiştir.
Faşizm kadının, bin yıllardır erkeğe bağımlı hale getiren tutucu yanlarına seslenmektedir. Bunda hiç kuşkusuz en büyük yardımcısı, tek tanrılı dinlerdir.
Olumlu-olumsuz her gelişmede
kadınlar vardır
Kadını bu denli aşağılayan, doğumdan ölümüne her şeyine müdahale eden bir rejim, nasıl oldu da kadınların önemli bir kısmının desteğini alabildi? Ve halen nasıl oluyor da alabiliyor?
Marks, Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında, barikatlarda yiğitçe çarpışan işçi-emekçi kadınları anlattığı gibi, Komün’ün yenilgisinden sonra burjuva kadınların düşmanca tavırlarını da ortaya koymaktadır. “İlk Parisli tutuklular konvoyu Versailles’a getirildiği zaman, insanı çileden çıkaran canavarca işleme tabi tutuldu. O sırada Ernest Picard elleri ceplerinde alay ederek onların çevresinde dolanmakta, Madam Thiers ve Madam Favre de nedimelerinin ortasından balkonlardan Versailles güruhunun bu alçakça işlerini alkışlamaktaydılar.” (Faşizmin Analizi, Payel Yay. sf. 113)
Elbette sadece alkışlamakla kalmayıp, bu saldırıları bizzat yapan kadınlar da vardı. “Soylu” kadınlar seyredip alkışlarken, aristokratların kışkırttığı birçok gerici kadın, Komün’ün yiğit kadınları başta olmak üzere tutsakların üzerine büyük bir hınçla saldırdılar.
1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da faşizmin yükselişi ve iktidara gelişinde, sadece burjuva kadınların değil, küçük-burjuva kadınların da rolü vardır. Keza ‘70’li yıllarda Şili’de “sosyalist” başkan Allende’yi çökertmek için, kadınların ön planda kullanıldığı görülmüştür.
Feministlerin iddia ettikleri gibi, sınıfsal konumlarından bağımsız bir cins olarak kadınlar, hiçbir konuda blok davranmazlar. Orta ve küçük-burjuva kesimler, nasıl faşizmin kitle tabanı olmuşlarsa, bu kesimlerin kadınları da aynı tutumun sahibidirler. Farklı olması, eşyanın tabiatına aykırıdır zaten.
Şurası kesindir ki, tarihte hiçbir önemli gerici hareket, kadınların desteği olmaksızın iktidara gelemez ve orada uzun süre kalamaz. Ama yine hiç bir diktatör de kadınların mücadelesi olmaksızın yıkılamaz. Faşizme kafa tutanlar arasında ilk başta, siyasal ve sendikal örgütlerde toplanmış işçi ve emekçi kadınlar vardır. O yüzden birçoğu faşistler tarafından öldürülmüştür.
Diğer yandan faşist partiler, toplumu en küçük birimine kadar (kız ve erkek çocuklarını bile) faşist örgütler içinde toplarken, hiçbir zaman işçi kadın örgütleri kurmamıştır. “İşçi kadın” sözcüğü bile faşizmi ürkütmektedir. (Benzer yaklaşımı feminist hareketlerde de görürüz. “İşçi kadın” kavramı, feministler için de en “tehlikeli” kavramlardan biridir.)
Faşizm, kadının çalışmasına karşı çıkmış, onu yeniden evin kölesi haline getirmek için her yolu denemiştir. Elbette bunu tam olarak başaramaz. Çünkü dayandıkları burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine, her zaman ucuz işgücü lazımdır. Bunu da en fazla kadın işgücü üzerinden elde eder. Onun içindir ki, faşizm, kadın işçilerin ücretini yarı yarıya düşürdüğü durumda bile, hepsini evine göndermemiştir. 1940’lı yıllarda ilk grevler ve faşizme karşı mücadele de, bu kadınlarla başlayacaktır.
Faşizme karşı mücadelenin başında her zaman komünist ve devrimci kadınlar yer almıştır. On binlerce kadın, direniş hareketlerine katılmış, işkence görmüş, zindanlara atılmış, kurşuna dizilmiştir. Liberal burjuvaziye yaslanan feminist kadınlar ise, faşizmin ilk seslerini duydukları anda ortadan kaybolmuşlardır.
Kısacası; dünyada yaşanmış ve yaşanan birçok olumsuz gelişmede kadınların da payı vardır. Onlar tüm bu gelişmelerden kopuk, pür-ü pak ve her durumda direnişin sembolü değillerdir. Çünkü kadınlar da yaşadıkları toplumun bir parçasıdır. Hem de en duyarlı parçası… Dolayısıyla toplumsal-siyasal gelişmelerde, yenilgilerde ve zaferlerde kendi sınıfsal konumları ve bilinç düzeyleri oranında pay sahibidirler.
Karl Marks’ın kızı Eleanor Marks, 1887’de bir yazısında şöyle demişti: “Erkekler için de kadınlar için de cinsel baskının ardından, her zaman felaket olayların geldiği gerçeğini kavrama zamanıdır.”
Son yıllarda kadına yönelik artan baskıların, cinayetlerin, kadını aşağılayan argüman ve yasaların artması, yüzyılı aşkın süre önce yapılan bu kehaneti doğrulamaktadır. Kadının aşağılanması ile faşizmin ve savaşın tüm şiddeti ile toplumların üzerine çökmesi arasındaki bağ, hem tarihsel hem de güncel bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.
Komünist Enternasyonal’in yıllar önce dikkat çektiği, faşizmin kadın düşmanı yüzünü, insanlık büyük acılar çekme pahasına görebildi. Bugün de benzer bir dönemden geçiyoruz. Kriz ve savaş koşullarında, sadece emperyalizme bağımlı ülkelerde değil, emperyalist merkezlerde bile faşist yönetimler işbaşına geliyor. İkinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde yaşananlara benzer uygulamalara tanıklık ediyoruz. Bu aynı zamanda toplumun geriye çekilmesi, gericileştirilmesidir. Çünkü toplumların düzeyini belirleyen, her zaman kadının konumu olmuştur. Dolayısıyla kadınların faşizme karşı mücadelesi, sadece kendi haklarını-varlıklarını korumak bakımından değil, genel olarak toplumun ilerlemesi bakımından da son derece yaşamsaldır.
Yayınevimiz tarafından basılan
“Feminizm mi Sosyalizm mi” kitabının
“Faşizm ve kadın” bölümünden özetlenmiştir