Türkiye’de korona vakasının resmen kabulü üzerinden bir yıl geçti. Bu bir yıl içinde varolan eşitsizlikler daha da arttı, ekonomik kriz derinleşti, işsizlik ve açlık kitleselleşti, hak gaspları normalleşti, sosyal hayat diye bir şey kalmadı, yabancılaşma ve bireycilik arttı; kısacası her açıdan geriye gidildi ve halen bu sürecin içindeyiz. Üstelik daha ne kadar süreceği belirsiz…
Pandemi tüm dünyada benzer sorunlar yarattı, emperyalist-kapitalist sistemin insana ve doğaya düşman yüzünü ortaya serdi. Türkiye’de ise bunu en derin, en çarpıcı haliyle yaşıyoruz. “Pandemi tedbirleri” adı altında birbiriyle çelişik bir dizi karar alındı. Kısıtlamalar-yasaklar, devletin halk üzerindeki baskı ve denetimi arttırmaktan başka bir şey değildi. “Halkın sağlığı” bunlara kılıftı sadece. Bir maskeyi bile dağıtmaktan aciz bir devlet vardı karşımızda. Koronaya karşı “önlem” olarak sundukları tek şey, “maske-mesafe-hijyen”di; yani “bireysel korunma” ile sınırlıydı. Kaldı ki, ne hijyen malzemeleri, ne su, ne de maske parasızdı. Dahası, sağlıksız koşullarda çalışarak, toplu ulaşımla her gün işe gidip gelerek hastalıktan korunmak mümkün değildi.
Pandeminin sınıfsal niteliği daha ilk günden kendini ortaya koydu. Ve her geçen gün bu durum daha da netleşti. Sadece koronadan ölenlerin çoğunun işçi-emekçi olması yönüyle değil, ekonomik ve sosyal açıdan da asıl yıkımı yoksul halk yaşadı. “Hastalık mı, açlık mı” ikilemiyle karşı karşıya kaldı. Hastalıktan ölüm oranı yüzde 5 iken, açlıktan yüzde yüzdü! Ve “açlık intiharları” peşpeşe yaşanmaya başladı.
* * *
Salgına karşı mücadele kamusal olmak zorundadır. Başta sağlık sistemi olmak üzere her alanda devletin seferber olması gerekir. Doğru talep “kapanmak” değil, devletten “insanca yaşam” koşullarını sağlamasını istemek, onun mücadelesini vermektir. Ki o devletin kasası, halkın cebinden çalınan paralarla doludur.
2021 yılı bütçesinde görüldü ki, bütçenin yüzde 87’si bordrolardan yapılan vergi kesintilerinden ve dolaylı vergilerden oluşuyor. Şirketler tüm masrafları düştükten sonra elde ettikleri karın yüzde 40’nı veriyordu; AKP hükümetleri döneminde ise, bu oran önce yüzde 30’a, sonra yüzde 20’ye indirildi. Yani patronlar servetlerinin ya da kazançlarının değil, sadece karlarının yüzde 20’sini vergi olarak öderken; işçilerin açlık sınırındaki ücretlerinin neredeyse yarısı ceplerine girmeden gaspediliyor; eline geçen de “dolaylı vergi”lerle yine devletin kasasına akıyordu.
Ortada böylesine ciddi bir vergi adaletsizliği, vergi soygunu var. Ama bununla da bitmiyor! Normalde bütçenin ağırlıklı bölümünün sağlığa ve eğitime ayrılması, en azından halktan alınanların bir kısmının halka dönmesi gerekirken, hem de salgın koşullarında Sağlık Bakanlığı’nın kişi başı sağlık harcaması 59 dolardan, 2021 bütçesinde 55 dolara düşürüldü. Üstelik bunun 21 doları koruyucu sağlık hizmetlerine; 33.5 doları tedavi edici sağlık hizmetlerine ayrılmıştı. Oysa salgınla mücadelede aslolan koruyucu sağlık hizmetleridir.
Bugün pandemiyle mücadele, aşıya kilitlenmiş durumdadır. Aşı ise, emperyalist ilaç tekellerinin yeni rekabet aracıdır. Bu tekeller devletlerden destek alarak (yani halkın parasını kullanarak) aşı çalışmasını yürütmekte, ama yine devletlere parayla satarak karlarına kar katmaktadır. Aşı meta olmaktan çıkmalı, herkese parasız sağlanmalıdır.
Ama Türkiye’de aşı alımı “devletten devlete” şeklinde bile yapılmamakta, “aracı şirket”ler devreye sokularak yandaşlara vurgun yaptırılmaktadır. Örneğin Çin’den gelen 1 milyon aşı “hibe” şeklinde verilmesine rağmen, Sağlık Bakanlığı her bir aşıya 12 dolar ödemiştir. Böylece 12 milyon dolarlık ek bir vurgun daha yapılmıştır.
DİSK-AR’ın araştırmasında, geçen bir yıl içinde salgına devletlerin toplam 7,9 trilyon dolar harcadığı saptanmıştır. Emperyalist ülkeler gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 12,7’sini harcamışken, bağımlı ülkelerde bu oran aşağıya doğru sürekli düşmektedir. Türkiye ise yüzde 1,1 oranıyla en alt sıralardadır. Ki bu desteklerin yüzde 89’u şirketlere ve bankalara, yani burjuvaziye sağlanan kolaylıklar ve desteklerdir. Ayrıca toplam 42,8 milyar TL’lik nakit desteğin 35 milyar TL’si işsizlik sigortası fonundan sağlanmıştır.
* * *
Sonuçta “salgınla mücadele”nin bir yılına dönüp baktığımızda, halkın salgınla ve açlıkla başbaşa bırakıldığı görülmektedir. Üstelik AKP Kongreleri kapalı salonlarda tıklım tıklım yapılırken, otellerde, kar merkezlerinde topluca eğlenmek serbestken, lokantalar, pastaneler, kahveler aylardır kapalı tutulmuş, esnaf ve çalışanları açlığa terkedilmiştir. Esnafın artan tepkileri eylemli bir hal almaya başlayınca, “kısmi açılma” kararına mecbur kalmışlardır.
Diğer yandan akşam saatleri ve Pazar günlerindeki sokağa çıkma yasağı, mantıksızca devam etmektedir. Yasakların keyfiyeti, denetim amaçlı olduğu ortadayken, hala bunların devamından yana olmak, gerçeklere göz kapamak demektir.
* * *
AKP-MHP bloku kitle desteğini kaybettikçe, bir yandan sözde reform paketleri açıklıyor, bir yandan da saldırıların dozunu arttırıyor. “İnsan hakları eylem planı” adıyla bizzat Erdoğan’ın açıkladığı “hukuk reformu”, 1215 yılında hazırlanan ve tarihin ilk yazılı anayasası olan “Magna Carta”daki insan hak ve özgürlükleri maddelerini sıralamaktan ibaretti. “Yeni anayasa” hazırlıkları da varolan sistemi pekiştirme, keyfi uygulamalarına yasal kılıflar uydurma çabasından başka bir şey değildir.
Bu gerici-faşist bloktan bırakalım demokratikleşmeyi, en küçük bir esneme bile beklemek ham hayaldir. Zaten Gare’deki fiyaskodan sonra muhalefete karşı saldırganlıkları artmıştır. HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekeler hemen meclise gelmiş, yeniden “HDP kapatılsın” çığlıkları atılmıştır.
Fakat gerileyişlerini saldırganlıkla durdurma çabası boşunadır! Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve akademisyenlerin eylemleri tüm saldırılara rağmen devam etmektedir. “Devrimin kırlangıçları” gençlik, kavganın baharını müjdelemiştir. Mart ayı, doğayla birlikte toplumsal uyanışın da ayıdır. 8 Mart’tan Gazi’ye Newroz’dan Kızıldere’ye direnişlerle örülü bir tarihtir bu. Barış, diyalog, çözüm gibi uzlaşma çabalarının ne denli boş olduğu görülmüştür. Egemenlerin saldırılarına karşı ezilen-sömürülen kesimlerin tek yolu, mücadeledir. Demirci Kawa’dan bu yana verilen mesaj bellidir: Yolu yok kurtuluşun isyanı seçmedikçe!..