ABD’nin yeni başkanı Joe Biden görevine oldukça hızlı başladı. Türkiye’de asıl olarak Biden’in Erdoğan’ı aylardır aramıyor, görüşmüyor oluşu üzerinden konuşuluyor. Ancak ABD’nin çok daha önemli gündemleri var.
İlk atılan adımlar, Trump döneminde izlenen ABD politikalarının sürdürüleceğini, ancak daha sert bir çizgi izleneceğini gösteriyor. Böylece ABD’nin savaşçı-saldırgan çizgisini Trump’ın hatası olarak gören ve Biden döneminin daha “akılcı” olacağını düşünenler gerçekle yüzleşti. ABD emperyalizminin ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, başkanları da o çizgiyi hayata geçiriyordu.
Stratejik hedef Çin
Biden’ın göreve gelmesinin ardından, Mart ayının ilk günlerinde “Geçici Ulusal Güvenlik Stratejik Klavuzu” yayınlandı. Böylece önümüzdeki dönemin temel hatları ortaya kondu. Belge, Çin’in baş rakip olduğunu, AB ülkelerinin Rusya ile olan ilişkilerinin bozulması gerektiğini, Ortadoğu’daki hedefleri asıl olarak işbirlikçileri ile gerçekleştireceğini, askeri gücünü Çin merkezli olarak Asya’ya kaydıracağını belirtiyordu.
Aslında bu söylenenler, 2001 yılından bu yana ABD’nin bütün strateji belgelerinde az çok benzer kelimelerle ifade edilmişti. Başkanlar değişti, ama temel strateji değişmedi; Çin’in büyüyen gücünü açıkça gören ABD, karşısında Rusya ya da Almanya ya da başka bir ülke değil, Çin’in en önemli tehdit olduğunun farkındaydı.
Hatta, 11 Eylül’ün ardından başlatılan yeni emperyalist savaş için, “önleyici savaş doktrini” sloganını üretmişti. Bunun anlamı şuydu: Bugüne dek gerçekleşen emperyalist savaşları, büyüyen ve dünya pazarlarında pay isteyen emperyalist bir ülke başlatmıştı. ABD’yi tehdit etme potansiyeline sahip tek ülke olan Çin, büyüyüp pazar kavgasına girişmeden önce, ABD onu durdurmalıydı! Yani “önleyici savaş”, Çin’in ABD’yi imparatorluk tahtından indirmesini önlemeyi hedefliyordu. Ama olmadı.
ABD’nin yaptığı hamleler, giriştiği savaşlar Çin’in büyümesini durduramadı. Tersine, 2001 yılında Çin ekonomik olarak ABD’den daha güçlü, siyasi ve askeri olarak ABD’den zayıf bir ülke iken, bugün Biden’in ilan ettiği strateji belgesinde Çin, “ABD’ye askeri olarak da rakip olabilecek” bir emperyalist olarak tanımlanıyor.
Strateji belgesindeki en önemli unsur bu oldu. Çin’in askeri gücünün, “dünyanın geri kalanının toplamı kadar askeri harcama yapan” ABD’nin askeri gücüne rakip olabilecek hale gelmesi; ve bu durumun ABD tarafından ilan edilmesi, son derece önemlidir. ABD’nin 20 yıllık savaşının, tarihin akışını değiştiremediğinin göstergesidir.
Bu yeni duruma uygun olarak ABD, “en güçlü askeri varlığı”nı Pasifik bölgesinde bulunduracağını, ikinci önemli gücünü Avrupa’ya yığacağını belirtiyor. Ortadoğu’daki askeri varlığının ise, “belirli ihtiyaçlara yanıt verecek kadar” olacağını söylüyor.
Belgenin açıklanmasının ardından ABD Dışişleri Bakanı Bilinken ve Savunma Bakanı Austin, Japonya ve Güney Kore’yi ziyaret etti. Austin, Güney Kore’den sonra Hindistan’a geçti. Ziyaretlerde amaç, Çin’e karşı müttefikleri güçlendirmek, dünyaya da bu noktadan mesaj vermekti. Güney Kore ve Japonya zaten Çin ve Rusya “tehdidi” karşısında kendilerini ABD’nin yanında konumlandıran ülkeler. Ancak Hindistan, Rusya ile de ilişkiler kuran, hatta Çin ile bazen gerilim yaşasa da ilişki kurma çabasına giren bir ülke; bu yanıyla ABD, Hindistan’ı kendi yanında sağlama almak istiyor.
Hindistan bir çok yönden stratejik önem taşıyor. Çin’den Pakistan’ın Gvadar Limanı’na uzanan demiryolu projesi, Keşmir’den geçtiği için, Hindistan’ın Çin’le ya da ABD ile yakınlaşması bu demiryolunun güvenliği açısından belirleyici rol oynuyor. Keza, Çin’in deniz ticaret yollarında Hint Okyanusu’ndan güvenli biçimde geçmesi de son derece önemli. Bu nedenle ABD, öncelikle Hindistan ile ilişkileri güçlendirmeye uğraşıyor.
Aynı günlerde Çin ile ABD arasında Alaska’da gerçekleşen toplantı da, yeni dönemin sert geçeceğini gösterdi. Toplantı açıkça ABD’nin hezimetiyle sonuçlandı. Toplantıda ABD Dışişleri Bakanı, Çin’i “küresel düzenin normlarını ihlal etmekle” suçlayınca, Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi aynı sertlikle cevap verdi; ABD’ye BM’yi odağına alan uluslararası hukuk sistemini ve içişlerine karışmama ilkesini hatırlatarak, “ABD’nin Çin’e üstünlük taslama yeterliliğine sahip olmadığını” söyledi. ÇKP MK-Siyasi Büro üyesi Yang Jiechi ise konuşmasında ABD’yi, “savaş çıkaran”, “istilacı” ülkeler gibi sıfatlarla açıkça eleştirirken, Çin’in ekonomik gücü ve “barışçıl yöntemleri”ni öne çıkarttı. “ABD dünyayı temsil etmiyor, sadece ABD hükümetini temsil ediyor” cümlesi ise, ABD’ye açık bir meydan okumaydı. Basının önünde açıkça yapılan meydan okuma konuşmaları, Avrupa basınında “ABD’nin Çin karşısındaki acemilikleri” olarak ağır eleştiri konusu oldu.
Alaska toplantısında, ABD’nin “diplomasi” gücünün de artık kalmadığı, diğer taraftan Çin’in son derece net ve doğrudan bir üslupla ABD’yi eleştirme rahatlığına, özgüvenine sahip olduğunu gösterdi. İki rakip emperyalistin bu “diplomasi” savaşının kazananı Çin’di.
Rusya’yı çevrelemek ve AB’den koparmak
ABD’nin strateji belgesinde Rusya “ikincil düşman” olarak tanımlanmış durumda. Biden, Putin’e “katil” diyerek tavrını da ilan etmişti zaten. AB’yi ise “müttefik güç” olarak kazanmayı hedefliyor. Bu iki yönlü bir politika. ABD, bir taraftan Rusya’yı kuşatma stratejisini güçlendirecek; diğer taraftan AB’nin Rusya ile olan ilişkilerini azaltmasını dayatacak.
Kapışma alanlarından birisi de Karadeniz. Montrö Anlaşması ile ABD’nin Karadeniz’e çıkartabileceği askeri gemiler için “büyüklük, ağırlık, kalma süresi” gibi konularda net tarifler yapılmış durumda. Bu nedenle Rusya 2008’de Gürcistan’a ordu ile girdiğinde ya da 2014’te Kırım’ı ilhak ettiğinde, ABD müdahale edememiş; Gürcistan ve Ukrayna’daki işbirlikçilerine askeri destek verememişti.
Onun için ABD, bu konuda Türkiye’yi fazlasıyla sıkıştırıyor. 2016 yılında Erdoğan, “Karadeniz Rus gölü oldu” diyerek ABD’yi yardıma çağırınca, bu ABD için büyük bir fırsat yaratmıştı. O günden sonra Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle birlikte tatbikatlar düzenledi, Rusya karşısında gövde gösterisi yaptı. Tabi yine Montrö’yü ihlal edecek bir askeri yığınak yapamamıştı, ancak yine de Erdoğan’dan aldığı bu destek önemliydi. ABD’nin Rusya için en önemli hedefi, Karadeniz üzerinden onu kuşatmaktı çünkü. Son günlerde Karadeniz’e ABD’nin önemli bir savaş gemisinin geçmiş olması, Yunanistan’da NATO yapılanmasının bulunması gibi gelişmeler de, Rusya için gerilimi artıran unsurlar.
ABD’nin Rusya kuşatmasının ikinci cephesi, Baltık ülkeleri. Estonya, Letonya ve Litvanya üzerinden Rusya’yı sıkıştırmak istiyor. Baltık ülkelerine silah yığınağı yapmak, öncelikli hedefi. Mart ayının son günlerinde, Baltık sahası Rusya ile ABD arasında önemli bir gerilime sahne oldu. Kuzey Buz Denizi’nde NATO uçakları ile Rus uçakları karşı karşıya geldi. Rakip ülkelerin uçaklarının “it dalaşı” adı verilen karşılaşması, olağan bir durum aslında. Rusya ile NATO arasında da bugüne kadar bir çok defa gündeme gelmişti. Ancak geçmişte tek tek uçaklarla yaşanan bu durum; bugün 10’dan fazla uçakla olunca, durum daha ciddi bir hal aldı.
Diğer taraftan ABD, AB ülkelerinin Rusya ile kurduğu ilişkiler konusunu da gündemleştirmeye başladı. Mesela Almanya ile Rusya arasındaki doğalgaz alışverişi, ABD için önemli bir sorun. Birkaç yıl öncesine kadar Rus doğalgazı, Almanya’ya Ukrayna üzerinden geçen boru hatları ile gönderiliyordu. Ukrayna’da gerçekleşen Amerikancı darbelerin ve Ukrayna’ya NATO üyeliği vaatlerinin gündeme gelmesinin ardından, Rusya alternatif oluşturmaya başladı. Bugün Rusya’dan Almanya’ya Baltık Denizi üzerinden doğrudan gaz taşıyan Kuzey Akım Projesi, Ukrayna’yı devreden çıkarmış durumda. Ve ABD, Almanya’nın Rusya ile kurduğu bu ilişkiye tepki gösteriyor.
ABD ayrıca, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Ege Denizi’nde askeri üsler bulundurma hedefine de yer veriyor yeni strateji belgesinde.
Ortadoğu savaşının “sonu” değil
ABD’nin yeni strateji belgesinde, Ortadoğu’daki askeri varlığının “belirli ihtiyaçlara yanıt verecek kadar” ile tanımlandığını belirtmiştik. Ortadoğu’nun kalbinde savaşı başlatan ve 20 yılda bölgeyi kan gölüne çeviren ABD için, bu hedef biraz gerçekdışı gibi görünüyor; ancak bunu daha farklı ele almak lazım.
Aslında bu yeni bir belirleme değil. Daha Afganistan ve Irak işgalleri ABD için bataklığa dönüşmüşken, ABD bu hedefi ortaya koymuştu. ABD’nin asıl düşmanı Çin ise, savaşı oraya taşıması gerekiyordu. Çünkü ABD Ortadoğu’da kazanamadığı savaşlarla zaman-para-itibar-inandırıcılık kaybederken, Çin güçlenmeye devam ediyordu. Bu nedenle ABD, Afganistan’da Taliban’ı, Irak’ta ise Sünni direniş örgütlerini 2007 yılında parayla satın alarak “ateşkes” gibi bir durum oluşturdu. Ardından çeşitli tarihlerde asker çekme kararını duyurdu; ancak koşullardan dolayı bunu fazla hayata geçiremedi. Bu nedenle aldığı karar göstermelik kaldı.
Bu süreçte İran’ın güçlenmesi, ABD’nin çekilmesini olanaksız hale getirdi. Çünkü ABD, Irak gibi önemli bir ülkeyi güçsüzleştirmişken, ortaya çıkan boşluğu İran doldurmuştu. ABD’nin çekilmesi, Ortadoğu’yu tamamen kaybetmesi anlamına gelecekti. ABD’nin “baş düşmanlar” arasında saydığı İran’ın bu kadar güçlenmesine karşı mutlaka müdahale etme zorunluluğuyla, Çin’le ilgili planlarını ertelemek zorunda kaldı.
Arap Ayaklanmaları’nın patlak vermesi, ABD için yeni bir durum oluşturdu. Ayaklanmalarla ortaya çıkan kargaşanın, kendisi için yeni bir fırsat oluşturduğunu düşünerek, Çin’le girişeceği savaşı erteledi; bu arada Ortadoğu’da yeni mevziler elde etme planları yaptı. Ancak bu planı da çok fazla tutmadı. Çünkü Libya her emperyalistin cirit attığı ve kendi planı doğrultusunda dengelerle oynadığı, kontrol altına alması çok zor bir alana dönüştü. Suriye ise, İran ve Rusya’nın yardımıyla, ABD’nin ve Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen yenilgiye uğramadı. 10 yıl süren savaşta kazanan ABD değil, İran ve Rusya oldu. Hatta ABD, Irak’ta kurduğu dengelerde bile zemin kaybı yaşadı.
Bütün bunlar, ABD’nin strateji belgelerinde çeşitli biçimlerde “Ortadoğu’dan çekilme, Asya-Pasifik bölgesine ağırlık verme” gibi hedefler koymasına rağmen bir türlü çekilememesini, Ortadoğu’nun kumlarına saplanıp kalmasını getirdi.
Üstelik ABD şu gerçeğin de farkındaydı: Ortadoğu’da İran’la giriştiği savaş, gerçekte Çin ile giriştiği bir savaştı. İran, Çin’den aldığı destekle, Irak-Suriye-Yemen topraklarında ABD’ye karşı savaşıyordu. Ve bu savaşı bitirmeden, Çin ile asıl savaşa girişemiyordu.
ABD’nin Ortadoğu savaşındaki en önemli kazanımı, Suriye’de PYD ile kurduğu ilişki oldu. Bu ilişki, 2001’de ABD emperyalizminin “önleyici savaş konsepti”ni ilan ettiği andan itibaren aradığı en yakın “ittifak” gücünü kazandırdı. Aslında PYD’nin konumlanışı da belli dengeleri gözeten, Rusya ile de arayı bozmak istemeyen bir çizgi. Buna rağmen PYD’nin, bölgede ABD’ye en yakın duran güç olduğu söylenebilir.
Bugün ABD, Irak’taki askeri varlığını Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne ait topraklara taşımayı planlıyor. Afganistan’da Taliban’la görüşmeler yaparak, silah bırakma gibi belli koşullar altında hükümette yer vermeyi vaadediyor.
Bu koşullarda ABD, artık Ortadoğu’daki hedefleri için Kürt hareketini daha aktif kullanmayı, Çin’i doğrudan hedef alacak adımlar atmayı planlıyor.
* * *
Biden göreve geldiği zaman, onun Trump’tan daha “aklı başında”, daha “demokratik” politikalar izleyeceği gibi bir yanılsama yaratıldı. Oysa ABD başkanları, ülkenin emperyalist politikalarını, bazen farklı araçlarla, ama aynı amaçla sürdürürler.
İki ay önce bir grup ırkçı-faşist, ABD Kongresi’ni basmış, içindeki eşyaları yağmalamıştı… Joe Biden göreve başlamak için yemin ederken, 25 bin asker tarafından korumaya alınmıştı. Koronavirüs salgını döneminde, hastane kapısında ölenler, New York’ta parklara gömülen cesetler, bütün dünya tarafından seyredildi.
Dünya “imparatoru” ABD’nin geldiği durum budur. Ve bu durumdan çıkış için bildiği tek yol da, daha fazla saldırganlık, daha fazla savaştır.