Pandemiyle birlikte emperyalist-kapitalist sistemin insanlığı ve doğayı nasıl katlettiği ve dünyayı nasıl yaşanmaz bir hale getirdiği daha net biçimde görüldü. Bir yılı aşkın süredir devam eden koronavirüs salgınında ölenlerin sayısı 3 milyona yaklaştı. Bu sayının daha da artacağı kesin. Kesin, çünkü aşılama son derece yavaş ve dengesiz gidiyor.
Bir yandan emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasında aşılama oranlarında büyük bir fark görülüyor; diğer yandan her ülkedeki zenginlerle yoksullar arasında aşılamada da ayrımcılık yapıldığı ortaya çıkıyor. Örneğin emperyalist ülkelerin 2021’in ilk yarısında tamamen aşılanmış olacağı, bağımlı ülkelerde ise 2021 sonunda en iyi ihtimalle nüfusunun yarısının aşılanabileceği tahmin ediliyor. Oysa bu salgının dünya ölçeğinde bitmesi için, dünya nüfusunun yüzde 80’nin aşılanması gerekiyor.
Aşı, emperyalist ilaç tekellerinin günümüzdeki yeni kar aracı oldu. Üstelik dünyanın nüfusu kadar ihtiyaç olduğundan, çok büyük ölçekte bir kar vurgunu. O yüzden emperyalist ülkeler kendi aşılarını daha fazla pazara sürebilmek için kıyasıya yarışıyorlar. Çin kendi aşısı olan Sinovac’ı vurduran yabancılara vize kolaylığı sağlayacağını bildiriyor; AB ülkeleri ise, Almanya menşeli Pfizer-BioNTech aşısı dışında aşı yaptıranları ülkelerine almayacaklarını duyuruyor. Ya da halkının yaklaşık yarısını aşılamasıyla, aşılamada birinci sırada olan İsrail, ilişkilerini geliştirmek istediği ülkelere fazla aşı stoğunu gönderirken, işgal ettiği Filistin’de halkın aşılanma oranının çok düşük olmasını hiç sorun etmiyor.
Kısacası aşı, emperyalist-kapitalist sistemin tüm çelişkilerini, eşitsizliklerini, paradokslarını ortaya koyan bir metaya dönüşmüş durumda. Ve emperyalist savaşın bir parçası olarak “aşı savaşları” yaşanıyor artık.
Türkiye bu durumu kendine özgü yönleriyle çok daha çarpıcı yaşıyor.
Salgının başladığı günlerde AKP yandaşları “test kiti”ne nasıl kolayca ulaştıysa, aşı da öyle oldu. Halen test yaptırabilmek için kişi başına en az 250 TL ödenmesi gerekiyor, ama AKP kongrelerine katılanlara bedava test yaptırıldığı söyleniyor. Keza AKP yöneticileri de -yaşlarına bakılmaksızın- aşılanmış olmalı ki, maskesiz-mesafesiz kapalı toplantılara katılabiliyorlar. Aynı durum büyük patronlar için de geçerli. Buna karşın ilk elde aşılanması gereken grupta olup da aşılanmayanlar var.
Sağlık Bakanı’nın aşı konusunda verdiği sözler birbirini tutmadı. Ne aşıların geleceği tarih, ne de miktarları doğru çıktı. Türkiye’de bugüne dek aşısı yapılanlar, ülke nüfusunun yüzde 3.2’sini oluşturuyor. Bu gidişle tüm nüfusun aşılanması yılları alır.
Öte yandan “aşı savaşları” Türkiye’de de yaşanıyor. Türkiye en fazla Çin aşısı alan ülkelerin başında geliyor. Son dönemde Alman aşısı da geldi. Bunların neye göre, kime yapıldığı ise belirsiz. Ama aşı ithalatında yandaş bir “aracı firma”nın kullanıldığı ve bu firmanın milyon dolarlar kazandığı biliniyor. Üstelik Çin, 1 milyon aşıyı “hibe” ettiği halde, Sağlık Bakanlığı her bir aşı için 12 dolar ödemiş. Böylece bu aracı firma 12 milyon dolarlık ek bir vurgun daha yapmış.
Ayrımcılık, eşitsizlik sadece aşıyla sınırlı değil. Pandemi gerekçesiyle birçok dükkan kapanmış ve esnaf işinden olmuşken, lüks otellerde, kayak merkezlerinde yiyip içiliyordu. Keza kitle örgütlerinin kongreleri, her tür toplantı ve gösteri pandemi bahanesiyle yasaklanırken, AKP kongreleri tıklım tıklım yapılabildi. 24 Mart’ta gerçekleşen genel kongrede ise tüm ülkeden onbinlerce kişi biraraya toplandı; ardından pandemi haritası kızıla büründü. Cezayı ise yine bütün halka kestiler. Yeniden hafta sonu kısıtlaması getirildi. Dahası, yüzde 50 kapasiteyle açılan lokanta, kahvehane gibi yerler, bir ay sonra yeniden kapatılıyor.
Kapatmanın Ramazan ayı ile sınırlı tutulması ise, gerici-faşist yönetimin oruç tutmayanları cezalandırmaya dönük ideolojik bir kararıdır. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılarak tarikatlara, dinci-gerici partilere sunulan jestlere bir yenisi daha eklenmiştir.
* * *
AKP, pandemi dönemini tıpkı 15 Temmuz gibi “Allah’ın lütfu” olarak gördü ve bir fırsata çevirdi. Salgını kullanarak halk üzerindeki sömürü ve baskıyı, denetim ve tahakkümü arttırırken, arka arkaya saldırılar gerçekleştirdi. Son olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, HDP’ye kapatma davası açılması ve Gezi Parkı’nın İstanbul Belediyesi’nden alınmasına kadar gelip dayandı.
Bilindiği gibi Gezi Parkı AKP’nin, özel olarak da Erdoğan’ın en büyük kabusu. Gezi Parkı’nda başlayan Haziran Ayaklanması’nı hiç unutmuyor ve onun intikamını almak için yanıp tutuşuyor. Osmanlı’da olduğu gibi AKP’de de oyun çok! 1481-1512 yılları arasında Osmanlı padişahı Beyazıt döneminde kurulmuş ve bugün tabelası bile kalmamış olan “Sultan Beyazıt Vakfı”na Gezi Parkı’nın devredilmesi de bunlardan biri. Daha önce Galata Kulesi de aynı şekilde vakfa devredilmişti. AKP’nin kamuya ait mallara el koymasının bugünkü yöntemi vakıflar oldu.
Bu uyduruk yolla Gezi Parkı’nı ve onunla simgeleşen büyük direnişi gaspedebilmeleri mümkün değildir. AKP-MHP gerici-faşist bloku, sonu gelen her zalim diktatör gibi saldırılarını daha pervasızca sürdürüyor. Büyük bir çürüme ve çöküş yaşıyor.
* * *
Elbette bu durum Türkiye ile sınırlı değil. Bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistem can çekişiyor, ama ömrünü uzatabilmek için daha fazla saldırganlaşıyor. Pandemi hem bu süreci derinleştirdi, hem de daha görünür hale getirdi. Ve kurtuluşun tek başına olamayacağını, güçlü bir enternasyonal dayanışma ve mücadelenin şart olduğunu gösterdi.
Önümüz 1 Mayıs! Proletarya enternasyonalizminin somutlaştığı, işçi ve emekçinin birlik, dayanışma, mücadele günü! Pandemiyle birlikte artan sömürü ve baskıya karşı dünya işçi ve emekçilerinin, ezilen halkların biraraya gelip taleplerini haykıracakları, üretimi durdurup meydanları zaptedecekleri gün!
Pandemi, bu sistemin insanlıkdışı yüzünü açığa vurmakla kalmadı sadece, insanlığın ve doğanın kurtuluşunun ancak emeğin kurtuluşuyla mümkün olabileceğini gösterdi. Öyleyse kolkola girip Enternasyonal marşını söyleyerek yürüyelim zalimlerin, işbirlikçilerin üzerine…
“Hem fabrikalar hem de toprak / her şey emekçinin malı / Tufeyliye tanımayız hak / Dünya emeğin olmalı!”