“Kapanmak” değil; Örgütlenmek, Mücadele etmek

Koronavirüs salgınını takip etmek üzere hazırlanan “risk haritası” her geçen gün biraz daha “kızarıyor”. İlk açıklandığında “mavi” ve “sarı” illerin ağırlığı fazla iken, haftalar geçtikçe haritanın tamamına yakını “kırmızı”, yani “yüksek riskli” hale geldi. Harita “kızarıyor”, vaka sayıları artıyor, ölümler artıyor; AKP yönetimi büyük bir pervasızlıkla “sürü bağışıklığı” politikasını sürdürüyor.

 

“Kapanmak” AKP’nin işine yarıyor

Salgının başladığı ilk dönemde, kitlelerde derin bir sağlık endişesi oluşmuştu. AKP, bu endişeyi kendi çıkarı için kullandı. Bir taraftan “evde-kal” çağrıları, diğer taraftan sokağa çıkma yasakları ile insanlar evlere hapsedildi. Ancak ne “evde-kal” çağrılarının, ne de sokağa çıkma yasaklarının tıbbi-bilimsel bir yanı yoktu. Çünkü öncelikle fabrikalar, internet satış siteleri başta olmak üzere çok önemli bir işçi nüfus, her gün -sokağa çıkma yasakları da dahil olmak üzere- işe gidip gelmek zorundaydı. Yanısıra, sokağa çıkma yasakları hafta sonu tatilleriyle sınırlandırıldığı için, gerçekten salgının hızını kesme gibi bir etki yaratmıyordu.

Üstelik bu süreçte yaşlılarla gençlerin tamamen eve hapsedilmesi, AKP’nin salgın yönetiminin keyfiliğinin çarpıcı bir göstergesi oldu. Kalabalık aile ortamında, işe gidip gelen yetişkinlerle birlikte yaşamakta olan yaşlılar ve çocuklar için, evde kalmanın bir koruyuculuğu yoktu. Ancak AKP, onları evlere kapatarak sokaktaki kalabalığı azaltmış, önemli bir nüfusu gözönünden-“ayakaltından” uzaklaştırmış oluyordu ki, bu da salgını kontrol altına aldığı yanılsamasına zemin oluşturuyordu.

Sokağa çıkma yasakları elbette salgının yayılmasına çare olmadı. Ama çok önemli toplumsal kayıplara yol açtı.

Birincisi, evde kalmak, çoğu kalıcı-önemli sağlık sorunlarına neden oldu. Mesela insanlarla kurulan ilişkinin zayıflamasının yarattığı psikolojik sorunlar tüm toplumu etkisi altına aldı. Yanısıra hareket azalması, özellikle çocuklarda ve yaşlılarda kalıcı fiziksel-anatomik sorunlara yol açtı. Buna bir de hastaneye gitmekten kaçınma tedirginliği eklenince, kronik hastalıklar, kanser, kalp krizi gibi nedenlerle ölümlerin artmasını ekleyelim. Sonuçta pandemi bahanesiyle uygulanan sokağa çıkma yasakları döneminde toplumun ruhsal, fiziksel sağlığı genel olarak fazlasıyla bozuldu.

İkincisi, işçi ve emekçi kesimlerde çok ciddi bir gelir kaybı ortaya çıktı. 14 milyon civarındaki kayıtlı işçinin 6,2 milyonu (yüzde 44’ü) pandemi döneminde iş ve gelir kaybına uğradı. Kasım 2019-Kasım 2020 arasında 1 milyon 103 bin kişilik istihdam kaybı resmi kayıtlara geçti. 2,5 milyon işçi salgın boyunca ayda 1.168 TL ile yaşamaya mahkum edildi. “İşten çıkarmak yasaklandı” denilen dönemde, onbinlerce işçi Kod-29 gibi, işçileri ahlaksızlıkla suçlayan ahlaksız bir gerekçeyle işten çıkarıldı. Milyonlarca işçi ise, ücretsiz izne çıkarılarak, hem kıdem tazminatı hem de işsizlik ücreti alma hakkı gaspedildi. Kepenk kapatan esnafın ise hesabı bile yapılamıyor. Çünkü kimisi (özellikle kafe-bar türü yerler) bir yılı aşkın süredir, kimisi 7 aydır kapalı. Önemli bir kısmının ise, “iflas ettiğinin farkında olmadığı”, yasaklar bittikten sonra iflas edeceği söyleniyor. Açlık intiharlarının, evindeki eşyayı satanların, çöpten ekmek arayanların, pazar kapanırken atıklar arasından gıda toplayanların, haddi hesabı yok!

Elbette koronavirüs salgını öncesinde de ekonomik kriz vardı; ancak salgında alınan yasak-kapatma kararları, bu krizi daha katmerli, daha yaygın, daha etkili hale getirdi.

Üçüncüsü pek çok ekonomik ve siyasi saldırı, salgın koşulları ile perdelenerek gerçekleştirildi. Yasal olarak ücretsiz izin uygulaması işçilerin onayına bağlı olarak hayata geçirilebiliyorken, salgın döneminde patronların inisiyatifine bırakıldı mesela. Uzaktan çalışma ve esnek çalışma başta olmak üzere, işçi ve emekçilere dönük pek çok hak gaspı gerçekleştirildi. Yanısıra, Kanal İstanbul konusundaki dayatmadan, Baro seçimlerinin ertelenmesine, Gezi Parkı’nın tarikatlara devredilmesinden eylem yasaklarına, ülkenin dört bir yanında maden ruhsatları dağıtılmasından 128 milyar doların buharlaştırılmasına, Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanmasından Kürt belediyelerin gaspedilmesine kadar sayısız konuda hak gaspı, saldırı ve yasak gündeme geldi.

Dördüncüsü ve en önemlisi, her tür sorunun çözümü için öncelikli ihtiyaç olan örgütlenme ve eylem gücü zayıfladı. Son yıllarda gerek işçilerin sendikal örgütlenmelerinde, gerekse kitlelerin siyasal örgütlenmesinde bir gerileme vardı zaten. Ancak buna rağmen, kitleleri doğrudan ilgilendiren temel sorunlarda eylem patlamaları, kitlesel protestolar gündeme geliyordu. Salgın döneminde bunlar tamamen ve keyfi biçimde yasaklandı. AKP’nin her türden toplantısı, kongresi, zenginlerin kayak tatili, doğum günü partileri serbestken, birkaç işçinin fabrika önünde eylem yapması bile “korona cezaları” ile karşılandı; yürüyüş yapan baro başkanlarına “maske cezası” kesildi; 1 Mayıs korona gerekçesiyle yasaklandı. Salgın döneminde artan yoksullaşmaya karşı sesini duyurmak isteyen her kesim, devletin “koronavirüs” bahaneli sert saldırısı ile karşı karşıya kaldı. 17 bin kişilik kongre toplamakla övünen AKP yönetimi, direnişteki işçilerin “çadır kurma hakkı”nı dahi gaspetti.

 

“Kapanmak” talebi egemenleri güçlendiriyor

“Kapanma” talebinin, kitlelerin salgına karşı mücadelesinde bir işe yaramadığı, tersine ekonomik-siyasi-insani ve hatta sağlık olarak çok daha kötü noktalara götürdüğü, bir yılı aşkın salgın sürecinde artık net olarak görünür olmuştur. Bu nedenle Tabipler Odası gibi güven duyulan kurumlar, bu talebi ileri sürmekten artık vazgeçmelidir.

Salgına karşı mücadeleyi daha etkili yürütmek için daha doğru, daha insani, daha isabetli talepler ileri sürülmelidir. Mesela “etkin ve yaygın aşılama” talebi bunların en başında gelendir. İkinci talep, sağlık sisteminin güçlendirilmesi olmalıdır: Sağlık sektörüne yeni kadro alınması, özel hastanelerin ve şehir hastanelerinin kitlelerin kullanımına açılması, sağlık çalışanlarının çalışma ve ücret koşullarının düzeltilmesi vb… Yanısıra toplumsal yaşamı rahatlatacak talepler ileri sürülmelidir. Toplu taşımanın daha çok otobüs ve daha sık sefer ile güçlendirilmesi gibi. Okullarda öğretmenlerin aşılanması, yeni öğretmen atamalarının yapılması, yeni okulların açılması… Fabrikalardaki çalışma koşullarının salgına göre düzenlenmesi vb…

İhtiyacımız olan şey “kapanmak” değil, mücadele etmektir. Hastalıktan ölüm korkusu ile insanları evlere hapsetmek değil, hastalığın etkisini azaltacak yöntemler üretmektir. “Bizi eve kapatın” talebi yerine, insanca yaşam, insanca çalışma talebi yükseltilmelidir.

Kovid-19 salgını, insanlığın karşılaşacağı son salgın değildir; tam tersine bilim insanları bundan sonrasının sürekli bu türden salgınlarla içiçe olacağını açıkça belirtmektedir. Yıllar boyunca “kapanma” sözkonusu olamayacağına göre, “kapanmak”tan daha gerçekçi taleplere ihtiyaç olduğu ortadadır. Üstelik AKP’nin salgını ne kadar keyfi biçimde yönettiği, salgını kendisi için “Allah’ın lütfu”na çevirdiği sır değildir. Kamusal tedbirlerin hiçbiri uygulanmazken salgından korunmayı “maske-mesafe-temizlik” tekerlemesiyle tamamen bireysel yöntemlere terkettikleri de ortadadır.

Egemenlerin Kovid-19 karşısındaki politikası “salgın küresel, mücadele bireysel” olarak özetlenmektedir. Tam da bu nedenle, kitleleri daha da yalnızlaştıran, kendi kaderine terkeden, evlere hapseden “kapanma” bizim talebimiz olamaz. Bizim sloganımız “Salgın küresel, mücadele sınıfsal”dır; böyle olmak zorundadır.

Doğal afetler ve salgın hastalıklar karşısında bile kitleleri korumanın tek yolu birleşmek, örgütlenmek, üretimden gelen gücümüzü kullanarak mücadele etmektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

1 Mayıs’ta Taksim’e çağıran afişler yapıldı

İstanbul’da işçi ve emekçileri 1 Mayıs’ta Taksim’de olmaya çağıran, PDD ve DSB imzalı afiş ve …

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …