Mafyalaşan ve çürüyen SİSTEM DİKİŞ TUTMUYOR!

Her yeni olayda, atılan her adımda sistemin mafyalaşan ve çürüyen yüzünü görüyoruz. AKP-MHP blokunun pervasızlığı, bu durumu daha açık ediyor, gözler önüne seriyor.

MHP’nin mafyacılığı yeni değil şüphesiz. ’80 öncesinde halk hareketini bastırmakla görevlendirilmiş azılı katiller, sonra “işadamı” görünümünde çek-senet mafyası oldular, “ülkücü mafya” olarak nam saldılar. Devlet Bahçeli’nin bir dönem Ülkü Ocakları’nı kapatmak zorunda kalması, “Bahçeli’nin MHP’yi sokaktan çektiği” “mafya ile bağlarını kopardığı” şeklinde yorumlanmış, Bahçeli’ye övgüler dizilmişti. Bunun konjonktürel olduğu, MHP’ye verilen görevlerle bağları görülmedi. Aynı Bahçeli’nin mafya lideri Çakıcı’ya nasıl sahip çıktığını bugün artık bilmeyen yok. Onu cezaevinden çıkarmak için af yasası hazırladılar ve AKP’yle birlikte bunu yaptılar.

Çakıcı da çıktıktan sonra muhalif kesimleri ölümle tehdit ederek görevine başladı. Anamuhalefet partisinin başkanını bile “bakla kazığıyla tanıştırmak” gibi kendine has aşağılık jargonuyla tehdit edebildi. Ardından siyasetçilere, gazetecilere sokak ortasında saldırılar gerçekleştirildi. Bunlara en son gazeteci Levent Gültekin eklendi. Bu kişiler önce MHP’li yöneticiler tarafından tehdit ediliyor, sonrasında bir grup tarafından kıyasıya dövülüyordu. En işlek caddelerde, meydanlarda bu saldırılar yapıldığı halde saldırganlar ellerini kollarını sallayarak çekip gidiyordu. Tepkiler büyüyünce bir-kaç kişiyi yakalıyorlar, ardından onları da bir biçimde salıveriyorlardı.

Bütün bu saldırıların devlet destekli olduğu çok açıktır. Sadece MHP değil, AKP de bu suça ortaktır. AKP-MHP bloku, resmi güvenlik güçlerin yanı sıra mafyayı da kullanarak ayakta durmaya çalışıyor. Kullanmanın ötesinde bizzat devletin mafyalaştığı bir durumla karşı karşıyayız. Bu, her tür yasadışı uygulamanın devlet eliyle yapılması demektir. Aynı zamanda çürümüşlüğün ve yozluğun sıradanlaşması, devlet tarafından korunup kollanması, “iktidar”da kalabilmek için her tür suçun işlenebilmesidir.

 

İkiyüzlülük aleni hale geldi

Son bir ay içinde AKP-MHP blokunun ve onlara yaslananların yaptığı her şeyin mubah sayıldığı, ikiyüzlü uygulamaların birçok örneğini arka arkaya yaşadık. Başkaları için “suç” ve “yasak” olanlar, onlar için serbest ve normal oldu.

En başta her iki parti de Mart ayı içinde kongrelerini yaptılar. Meslek örgütlerine pandemiden dolayı “yasak” ilan edilen kongreler, bu partilere serbestti! Yine her tür protesto eylemi, pandemi bahane edilerek “yasak”lanmış, “maske-mesafe-temizlik” şartına uymayanlara cezalar yağdırılmıştı; ama bu kongreleri tıklım tıklım doldurmak, maskesiz-mesafesiz yanyana durmak, sloganlar atıp şarkılar söylemek serbestti! Üç-beş kişinin biraraya gelmesi, hatta misafirlik bile “yasak” kapsamına alınırken, AKP’nin genel kongresine 81 ilden toplam 17 bin kişi katılmıştı. Ve onlar yeniden Türkiye’nin dört bir yanına dağıldılar. Pandemi haritası da bir hafta içinde kıpkırmızı oldu.

Hastalığı yaymak, esasında bir insanlık suçudur. Onu önlemekle yükümlü olanlar, önlemek bir yana yayılmasının müsebbibidir. Bu suçtan yargılanmaları, cezalandırılmaları gerekir.

Ama bırakalım devlet yöneticilerini, sırtını AKP-MHP’ye dayayan hiç kimse yargılanmıyor bu ülkede. Örneğin AKP’de büro elemanı olarak çalıştığı söylenen Kürşat Ayvatoğlu, kokain çekerken videoya alınıyor ve sırıtarak bunun “pudra şekeri” olduğunu söylüyor. Bir gramı iki asgari ücret tutarındaki “pudra şekeri”ni burnuna çekiyor!

Video yayılınca gelen tepkiler üzerine hakkında soruşturma açıldı, fakat savcılıktan serbest bırakıldı. Üstelik İçişleri Bakanı Soylu, “olayı siyasileştirmeyin” diyerek, Ayvatoğlu’na arka çıkmakla kalmadı, onun yargılanmasını isteyenlere gözdağı verdi.

Bu dinci-gerici faşistler, sözde içkiye, kumara, uyuşturucuya karşılar! Din kisvesi altında halka sürekli yalan söylüyorlar, Tekel bayilerine yasak üzerine yasak getiriyorlar; ama kendileri ve yandaşları hem her tür ahlaksızlığı yapıyor, hem de bunlar üzerinden vurgun vuruyorlar. Dinlerinin imanlarının para olduğu her olayda bir kez daha kanıtlanıyor.

Kürşat Ayvatoğlu olayı da öyle. Sadece uyuşturucu kullanımıyla değil, genç yaşta bu zenginliği nasıl edindiğiyle de AKP’nin gerçek yüzünü ortaya seriyor. Kastamonu’da AKP’nin belediyeyi kazanmasıyla işe başlayan Ayvatoğlu, kısa sürede başkan yardımcılığına kadar yükseliyor. Sonra Kıbrıs’ta kumarhane işletiyor, ihale işlerini yürütüyor; ardından Ankara’da AKP Genel Merkezi’nde çalışmaya başlıyor. Erdoğan’dan Soylu’ya kadar AKP’nin üst düzey yöneticileriyle fotoğrafları var. Hem bu fotoğrafları, hem de lüks otomobilinde, evinde, eğlence merkezlerinde çektirdiği fotoğrafları internet üzerinden yayıyor. Sadece servetini değil, sırtını dayadığı kişileri de herkese gösteriyor ki, kimse tek bir laf edemesin!

Elbette Ayvatoğlu tek örnek değil. Sırtını bu gerici-faşist bloka dayayarak dolandırıcılık yapan, yasadışı yollarla vurgun vuran ve kısa sürede zenginleşen birçok kişi var. Canlı yayınla kadına işkence yapan katillerden, 90 yaşındaki bir kadına tecavüz edip öldüren alçaklara kadar, arkasına Osmanlı turası, üç hilal bayrağını asan veya dövmesi yaptıranlar, sadece zengin olmuyor, bu şekilde cezasız kalacaklarını da biliyorlar. Ve gerçekten de gözaltından veya kısa süreli tutukluluktan sonra serbest kalıyorlar.

AKP-MHP’ye sırtını dayayanların, uyuşturucu müptelası, katil, tecavüzcü, mafya bozuntuları olmaları bir tesadüf olabilir mi? Bu, çürümüşlüğün, yozlaşmanın, çöküşün göstergesi değilse nedir?

 

Yasadışılık devletin yöntemi oldu

Faşizmin karakteristik özelliklerinden biri, kendi koyduğu yasaları çiğnemesidir; keyfiyettir, yasadışılıktır. AKP-MHP gerici-faşist bloku da buna uygun biçimde davranıyor. Kendileri gibi kapkaranlık kararları, gece yarısı alıyorlar ve giderek daha fazla yasadışı yöntemlere başvuruyorlar.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, bu gece yarısı kararlarından birisi. Bugüne dek yükselen tepkilerle bir türlü çıkamadıkları sözleşmeyi, ancak bu şekilde iptal edebildiler. Ve böylece uluslararası sözleşmelerden de cumhurbaşkanının bir imzasıyla çıkabileceğini göstermiş oldular. Öyle ki, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, İstanbul Sözleşmesi’nden çekildikten sonra yine “tek adam”ın imzasıyla “Montrö dahil diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebileceğini” söylüyor.

Montrö’nün ismini geçirmesi boşuna değil tabii. Montrö, Türkiye başta olmak üzere Karadeniz’e komşu ülkelerin boğazlardan gemilerin geçişini denetleme hakkını içeren bir anlaşma. Kanal İstanbul gibi korkunç bir projeyi hayata geçirebilmek, zaten bu anlaşmayı fiilen geçersiz kılmak anlamına geliyor. Bu da en başta Rusya’yı rahatsız ediyor. ABD’nin ise, çok işine geliyor. Karadeniz’de ABD savaş gemilerinin istediği gibi cirit atmasını sağlıyor çünkü. Biden’ın işbaşına gelmesinden bu yana ABD ile ilişkileri daha da gerilen AKP, Kanal İstanbul ile Biden yönetimine boğazları adeta altın tepside sunuyor. Kanal İstanbul çevresini başta Katarlılar olmak üzere Araplara sunarak yeni bir rant kapısı yaratmak da cabası…

Normalde uluslararası bir anlaşmadan ancak meclis kararıyla çıkılabilir. Fakat “tek adam sistemi” denilen ucube sistemle “tek adam”ın imzasıyla her şeyi yapabileceklerini göstermek istiyorlar. “İstersek hilafeti bile getiririz” diyen Menderes gibi, dinci-gerici kesimleri hoşnut edecek mesajlar veriyorlar. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması için uzun süredir baskı yapan tarikatlara selam çakıyorlar. Bu sayede Saadet Partisi dahil olmak üzere tüm gerici partileri etrafında toplamayı, tabanlarını genişletmeyi hedefliyorlar.

AKP’nin genel başkan yardımcısı Mahir Ünal’ın AKP’nin 19 yıllık dönemi için, “bu hazırlık süreciydi, asıl şimdi başlıyoruz” demesi, dinci-gerici uygulamaları daha fazla yaşama geçirmek istediklerini ortaya koyuyor. Pandemi sonrası derinleşen krizle birlikte artan yoksulluk ve işsizliğin pençesinde kıvranan halkı, ancak bu şekilde yönetebileceklerini düşünüyorlar.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılan imzayla aynı gece Merkez Bankası Başkanı bir kez daha değiştirildi. Damat Albayrak’ın istifasının ardından işbaşına getirilen Naci Ağbal, 4 aylık bir süreden sonra görevinden alındı. Bu, 20 ay içinde değiştirilen dördüncü MB Başkanı oluyor. TC’nin kuruluşundan itibaren MB Başkanları ortalama 4 yıl işbaşında kalırken, AKP hükümetlerine MB Başkanı dayanmıyor. Kimi faizleri düşürmediği için, kimisi de yükseltmediği için görevden alındı. Ama ne yaparlarsa yapsınlar enflasyonu da, dövizi de indiremiyorlar.

Son MB Başkanı değişimiyle birlikte dolar yeniden 8 TL’nin üzerine çıktı. Başta gıda olmak üzere temel ihtiyaçların fiyatı sürekli artıyor. Zaten düşük olan ücretler artan enflasyonla iyice eridi. Ekonomik krizin giderek derinleşmesi karşında Erdoğan yönetiminin tek yaptığı şey, farklı gündemlerle gerçek sorunların üstünü örtmek. Fakat artık bu da tutmuyor.

 

Tek amaç saltanatı korumak

Kitle desteğini her geçen gün daha fazla yitiren AKP-MHP bloku, ayakta kalabilmek için her yolu deniyor. Yeni anayasa hazırlamaktan, HDP’yi kapatmaya kadar birçok hamle yapıyor.

Yürürlükteki anayasaya göre Erdoğan, üçüncü kez cumhurbaşkanı olamıyor. Çünkü Anayasanın 101. Maddesi “bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor. Yani Erdoğan’ın 2023’te tekrar aday olabilmesi, bu maddenin değişmesine bağlı. Fakat AKP-MHP blokunun meclisteki sayıları buna yetmiyor. Onun için yeni anayasa ile kendilerine ayak bağı olan tüm yasaları değiştirmeyi amaçlıyorlar. Seçim sistemini de yine kendilerine yarayacak şekilde değiştirmeyi planlıyorlar.

Artan saldırganlıkları, yasaları çiğneme pahasına aldıkları kararlar, yapmayı planladıkları değişiklikler, her şey saltanatlarını koruyabilmek için. 2023’e kadar yıkılmamak ve mümkünse bir sonraki seçimi de bir biçimde kazanarak hükümranlıklarını sürdürmek istiyorlar. Ama gerek içeride gerekse dışarıda sıkışmış durumdalar. 2023’e kadar durabilmeleri bile mümkün görünmüyor.

Çünkü mafyatik çürümüş düzenleri artık dikiş tutmuyor. Yaptıkları hamlelerin hiçbiri inandırıcı olmuyor, kitleleri kandıramıyor. Ne var ki, seçime endeksli muhalefetin de çare olmadığı görülüyor.

Yönetimiyle-muhalefetiyle, sistem bir bütün olarak çürümüş durumda. Fakat kendiliğinden de yıkılmıyor. Aslolan, bu sistemi sarsacak bir halk hareketinin gelişmesidir. Hastalık, açlık ve işsizlikten kıvranan işçi ve emekçilerin silkinip ayağa kalkmasıdır. Gerici-faşist blokun yıkılması da ancak bu şekilde gerçekleşecektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

1 Mayıs’ta Taksim’e çağıran afişler yapıldı

İstanbul’da işçi ve emekçileri 1 Mayıs’ta Taksim’de olmaya çağıran, PDD ve DSB imzalı afiş ve …

Lezita işçileri direniyor

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Lezita fabrikasında, Öz Gıda-İş Sendikası’na üye işçilerin direnişi sürüyor. Abalıoğlu Grup’a …

İran’ın İsrail’e saldırısı ne anlatıyor

İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze …