Bazı rakamlar, ekonomik krizin ne kadar derin olduğunu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Son bir yılda, 120 bin evin elektriği, 57 bin evin doğalgazı kesildi. Adana Belediyesi’ne 200 işçi almak için yapılan duyuruya, 52 bin kişi başvurdu; bu başvuruların 45 bini üniversite mezunu. Çöpten yenilebilir birşeyler arayan, pazar tezgahları toplanırken atıkları ayıklayan insan görüntülerine bile artık alışmaya başladık.
Ama bu arada Erdoğan, “bu ülkeye para yatıranlar hep kazanmıştır, yatırımcılar yine gelsin” sözleriyle patronlara çağrı yapmaya devam ediyor. Evet bu ülkede patronlar hep kazanmıştır; işçi ve emekçiler ise her geçen gün kaybetmeye devam ediyorlar.
“Ekonomi reformu”, sömürü programıdır
12 Mart günü Erdoğan, yeni “Ekonomi reformu programı”nı açıkladı. Böylece, 19 yıllık yönetimleri boyunca 23. ekonomi programını açıklamış oldular.
Salt bu rakam bile, açıklanan programların hükümsüzlüğünü ortaya koymaya yeterlidir. Sovyetler Birliği’nde “5 yıllık kalkınma programları” açıklanırdı. Ortalama kapitalist bir ülkede de, hükümetler değiştiğinde ya da ekonomide kritik eşikler ortaya çıktığında yeni programlar açıklanır. AKP’nin ise her yıl, bazen yılda iki defa ekonomi programı açıklaması, aslında hiçbir programının uygulanmadığının, hatta bir programının olmadığının göstergesidir.
Programın açıklanmış olması, böylesine bir çelişkiyi içinde barındırmaktadır. İçerik ise, çelişki yumağına dönüşmektedir. Mesela Erdoğan, programı açıklarken “fiyat istikrarını bir kenara koyduklarını” söyledi; oysa ekonomilerin temel amacı fiyat istikrarı sağlamaktır. Fiyat istikrarı olmadığında döviz ve faizde de istikrar olmaz; istikrar olmadığında yatırım (yerli ya da yabancı) olmaz, üretim olmaz, istihdam olmaz. Yani ortada bir ekonomi programı olmaz. Kaldı ki, “fiyat istikrarını bir kenara koyan” Erdoğan, yine programın içinde “Fiyat İstikrar Komitesi” kurulacağını da söylemektedir.
Bir başka örnek, “kamuda israfın önleneceği” vaadidir. Bu cümle ile kamudaki israf da itiraf edilmektedir. Elbette garanti geçişli köprülere, garanti hastalı şehir hastanelerine, garanti yolculu havalimanlarına yapılan ödemeler, kamunun en büyük israf kalemleri arasındadır. Keza, Erdoğan’a bir saray yapılmış, yetmemiş iki sarayın daha inşası sürmektedir. Erdoğan’ın kendisi israfın kaynağıdır. Bu koşullarda “kamudaki israfın önlenmesi” nasıl yapılacak dendiğinde, Erdoğan’ın açıklaması “kamuya yeni makam aracı alınmayacağı” oluyor. Onlarca uçak sahibi olan, yüzlerce koruma aracıyla birlikte hareket eden Erdoğan’ın, bu tasarrufu nasıl yapacağını da sonradan öğreniyoruz: Kamuya araç alınmayacak, kiralanacakmış!
Programdaki bir başka çelişki, kamu görevlilerinin maaşları ile ilgili. Erdoğan, açıklamasında kamu görevlilerinin, artık kendi maaşları dışında sadece 1 maaş daha alabileceği söyleniyor; daha yakınlarda eski bir AKP milletvekilinin, 8 şirketin yönetim kurulu üyesi olarak herbirinden maaş aldığı ortaya çıkmışken, AKP kadrolarının herbirinin, eşlerinin ve çocuklarının bir çok farklı kurumdan-şirketten maaş aldığı biliniyorken, Erdoğan’ın bu açıklaması demagoji olmanın ötesine geçmiyor.
Tamamı tutarsızlıklarla dolu olan program içinde, net olan tek konu, işçileri daha fazla sömürmeyi vaadetmesidir. Program, uzaktan ve kısmi çalışmayı yaygınlaştırıyor. Buna göre uzaktan çalışma mevzuatı yenilenecek ve esnek çalışma modellerine ağırlık verilecek.
Uzaktan çalışma, pandemi döneminde bir çok sektörde yaygınlaşmıştı zaten; şimdi patronlar kendilerini ciddi maliyetlerden (internet, elektrik, öğlen yemeği, yol parası, hatta çalışma masası ve sandalyesi sağlama maliyetleri vb.) ve önemli yükümlülüklerden (kıdem tazminatı başta olmak üzere hafta tatili, ücretli izin vb. haklar) kurtaran, ayrıca işçilerin bilinçlenme ve örgütlenme hakkını gaspeden, kayıtdışı çalışmayı meşrulaştıran, daha yoğun bir işgücü sömürüsünü olanaklı kılan, emekliliği olanaksızlaştıran uzaktan çalışmayı, bir çok noktada temel çalışma biçimine çevirmeye çalışıyorlar. Koç Holding, Akbank, Turkcell gibi tekeller bu konuda açıklama yaptılar bile.
Erdoğan’ın programı, bir yıldır pandemi bahanesiyle fiilen gaspedilen haklar için, patronların çıkarına yasal düzenlemeler yapma sözü veriyor. Böylece Erdoğan’ın ekonomi “reform”unun, bir sürü boş lafın yanısıra, işçileri daha fazla sömürme düzenlemesi olduğu ortaya çıkıyor.
Yüksek dolar, yüksek faiz, yüksek enflasyon
Erdoğan’ın ekonomi yönetimi dendiği zaman söylediği tekerleme, faiz-enflasyon ilişkisi üzerinden bir yanılsama oluşturmayı hedeflemektedir. Ona göre, faiz yükselirse enflasyon düşer! Oysa Türkiye’de, son süreçte faiz de, enflasyon da, döviz de sürekli yükselmektedir. Ekonomi bilimi-tarihi açısından son derece istisna olan bu durum, ağır bir ekonomik krizin göstergesidir. Ve Erdoğan yönetimi, aldığı kararlar-attığı adımlarla bu krizi her geçen gün derinleştirmektedir.
8 Kasım günü Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifası, 2018 Temmuz ayında patlak veren ekonomik krizin devamı niteliğindeydi. 20 Mart günü Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın, bir gece-yarısı kararnamesi ile görevden alınması ise, krizin yeni bir yükseliş sürecini başlattı. Görünen ilk tepki, döviz ve altındaki yükseliş oldu. Elbette bu, krizin görünen yüzüydü. Gerçekte ise, çöküntü halindeki bir ekonominin, kendisini açığa vurması sözkonusuydu.
Erdoğan, yaptığı konuşmalarda “bu ülkeye para yatıranlar hep kazanmıştır, yatırımcılar yine gelsin” diye çağrı yapıyor yabancı sermayeye. Onun bu konuşması, Türkiye ekonomisinin de, bu ekonominin içinde olduğu büyük çöküntünün de en özet ifadesidir. Çünkü AKP’li yıllarda Türkiye’nin bütün kamu kaynaklarını emperyalist sermayeye ve Körfez sermayesine peşkeş çekildi; kamu şirketleri özelleştirildi ve yabancı sermayeye satıldı; ithalata ağırlık verildi, özellikle tarım üretimi yıkıma uğratıldı; genel olarak üretim azaldı ve en temel ihtiyaç kalemleri ithal edilir oldu… Bu tablo içinde, Türkiye ekonomisini ayakta tutan tek bir unsur kaldı: Sıcak para!
Erdoğan yönetiminin temel ekonomi politikası, yurtdışından Türkiye’ye sıcak para akışı sağlamak oldu. Yüksek faiz için ülkeye giren döviz, ülkenin birikimlerini, kaynaklarını sömürüp, büyük vurgunlar vurup, en küçük sarsıntıda karını da gerçekleştirip kaçtı. Mesela Naci Ağbal’ın görevden alındığı süreçte, yabancılar Türkiye’deki 1.75 milyar doları alıp gittiler.
Sıcak para geldiği sürece ekonomik göstergeler iyiymiş gibi göründü, sıcak para kaçtığı zaman ekonomi dibe vurdu; gerçekte ise her halükarda, günbegün Türkiye ekonomisi zayıfladı, üretimi zayıfladı, borçları arttı, kırılganlıkları arttı…
Bu süreci derinleştiren bir diğer unsur, -kapitalist ekonomide olağan olan, ancak AKP döneminde ifrada varan- “yandaş hortumculuğu” oldu. Damat’ın Hazine ve Maliye Bakanı olduğu dönemde, 2019 ve 2020 yıllarında Merkez Bankası rezervlerinden devasa döviz satışları yapılması, 128 milyar doların buharlaştırılması ve Merkez Bankası rezervlerinin, tarihte görülmemiş bir biçimde, Swap hariç eksi 45 milyar dolara indirilmesi, bu “hortumculuğun” en çarpıcı örneğiydi. Keza Naci Ağbal’ın görevden alınacağından haberdar olanlar 7.20’den 800 milyon dolar alıp 8.45’ten satarak iki gün içinde milyonlar vurdular.
Borç boğazı aştı
Kriz büyüyor; ama kitleler için büyüyor, egemen sınıflar kendi karlarını gerçekleştirmenin, kendi servetlerini büyütmenin bir yolunu buluyorlar.
Türkiye’de “yastık-altı”nda 5 bin ton altın olduğu söyleniyor mesela. Tabi “yastık-altı” ifadesi sözün gelişi; biz bunun gerçekte “ayakkabı kutuları” olduğunu biliyoruz. Dövizle birlikte 300 milyar dolarlık bir para kayıtdışı olarak bulunuyor. Elbette bu para, yoksul evlerinde değil, egemen sınıfların lüks kasalarında saklanıyor.
Bugün Türkiye’de hane halkının toplam tüketici kredi borcu 679.9 milyar TL’ye çıkmış durumda. Türkiye Bankalar Birliği’nin verilerine göre, Türkiye’de bireysel kredi ve kredi kartı borcu olanların sayısı 34 milyonu aşmış; bu rakam, her ailede birden fazla borçlu olduğunu gösteriyor. Borcunu ödeyemeyerek yasal takibe girenlerin sayısı ise 3.4 milyon kişi.
Ama bu arada, son bir yılda bankaların karı tüm dönemlerin en yükseğine çıkarak rekor kırdı. Finans ve sigorta sektöründe yüzde 21.4’lük devasa bir büyüme gerçekleşti.
Son on yılda, Türk Lirası dolar karşısında yüzde 402.71 değer kaybetti; son üç yıldaki değer kaybı yüzde 96.47 oldu. Ve Türk Lirası’nın değerindeki en küçük bir düşme, kitlelere aşırı yoksullaşma olarak yansıdı.
İstihdam 1,1 milyon kişi daralırken, enflasyon resmi rakamla yüzde 15, gerçekte ise yüzde 30’ların üzerinde (bazı gıda maddelerinde yüzde 40’larda) gezerken, asgari ücret açlık ücretinin bile altında kalırken, işçiler günlük 39 TL ile yaşamaya mahkum edilirken, Kastamonu’da bir belediye işçisi lüks arabasında uyuşturucu kullanırken görüntüleniyor. AKP’li yıllar, gelir dağılımındaki eşitsizliğin, servet uçurumunun devasa boyutlara ulaştığı bir dönem oldu. Ve 2018 ekonomik krizi ile birlikte bu uçurum daha da büyüdü, pandemide ise artık büyük bir yıkıma dönüştü.
Bugün Erdoğan, kitlelerin kolundaki bileziği bile “finans sistemine sokmasını”, yani yandaşlara hortumlamak için yeni kaynaklar yaratmasını istiyor. Böylece çöküntü halindeki ekonomiye bir soluk kazandırmaya çalışıyor. Oysa kitlelerin soluklanmasının tek yoklu, ekonomik krizin faturasını ödemeyi reddetmek, pandeminin ağırlığını omuzlarına yıkan keyfiyete son vermek, yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele etmektir.