“Kapanmak” patronların talebidir; Proletaryanın talebi mücadeledir

Bir yılı aşkın süredir “Bizi kapatın!”, “Bizi evlerimize hapsedin!” nakaratını tekrarlayan kesimler var. Ne yazık ki bu kesimler, kendini “sol”da, “halkın yanında” olarak ifade ediyorlar. “Kapanma” konusunda öylesine net konuşuyorlar ki, salgını durdurmanın tek yol buymuş gibi bir hava oluşuyor. Kitlelerin yaşadığı ekonomik çıkmaz nedeniyle hedef haline gelmemek için, “sosyal destek de verin” diye ekliyorlar elbette.

Bu kapanma çağrılarını yapanların gerekçeleri çok açık: Her gün ölüyoruz! Bu doğru elbette. Her gün salgın nedeniyle yüzlerce kişi ölüyor. Salgının kaynağı doğa tahribatı mıdır, yoksa emperyalistlerin biyolojik silah denemesi midir, henüz bilmiyoruz; ancak ortada bir salgın olduğu, çok bulaşıcı olduğu ve bu salgından dolayı ülkemizde her gün yüzlerce, dünyada binlerce kişinin öldüğü konusunda farklı düşünen kimse yok.

Ancak kapanma çağrılarına itirazımız var. Çünkü bu kapanma çağrılarını yapanlar, salgın gerçeğini anlatırken, çok açık iki gerçeği gözlerden gizlemesine ortak oluyorlar. Birincisi, pandemi döneminde sadece koronavirüsten değil, motor kuryelerden inşaat işçilerine, kalp krizinden akciğer hastalıklarına, kadın cinayetlerinden genç intiharlarına kadar her alanda ölümler fazlasıyla arttı. Ve bu artış pandemi dönemi politikalarıyla doğrudan bağlantılıydı. İkincisi, AKP’nin kapanma politikalarının pandemiye çare olmadığı, pandeminin gereklerine uygun belirlenmediği ilk günden itibaren belliydi.

Bu iki gerçek çok açık biçimde önümüzde duruyorken, kapanma çağrılarına devam etmek, devletin ekmeğine yağ sürmek, kitleleri açlıktan, ya da çalışmaktan, ya da salgından ölüme terk etmek anlamına geliyordu; öyle de oldu.

Erdoğan 29 Nisan-17 Mayıs tarihlerini kapsayan, 18 günlük “tam kapanma” kararını açıkladı ve başından sonuna hukuka aykırı, keyfi, kitlelere hiçbir faydası olmayan, tersine daha fazla yoksulluk, daha fazla hastalık ve ölüm getiren yeni bir dönem başladı.

 

“Kapanma” kararı hukuka aykırı ve keyfidir

Salgının ilan edildiği Mart 2020’den bugüne alınan bütün “kapanma” kararları hukuka aykırıdır. Kimin kapanıp kimin kapanmayacağı, herhangi bir tıbbi-hukuki dayanakla değil, Erdoğan’ın “an”daki tercihlerine göre belirlenmektedir. Bu tercihler kimi zaman şeriat kurallarına, kimi zaman sömürü esaslarına, kimi zaman da Avrupa’ya yaranma çabalarına göre şekillenmektedir.

Mesela 65 yaş üstü ile 20 yaş altındaki çok geniş bir kitlenin eve hapsedilmesinin tek sebebi, sokaktaki kalabalığı azaltmaktır. Böylece “kalabalık olmayan cadde fotoğrafları”, Avrupa başta olmak üzere dünya kamuoyunda “Türkiye salgınla mücadele ediyor” görüntüsü oluşturma hedefini taşımaktadır. Yoksa yaşlıların sağlığını korumak gibi bir kaygı sözkonusu değildir. Öyle olsa, aşıları çoktan tamamlanmış olan 65 yaş üstünün, hala “salgında ilk kapatılacak” kategorisinde tutulmasının bir anlamı yoktur.

Eğitim kurumları kapatılırken okul öncesi kursların açık olması da bir başka hukuksuzluk ve keyfiyet alanıdır. Burada, çalışmak zorunda kalan ebeveynleri rahatlatmak gibi bir amaç yoktur; asıl amaç Kuran kurslarını açık tutabilmektir. Bu nedenle eğitim genel olarak “uzaktan” yapılırken, okul öncesi çocuklar şeriatçı kafalara terkedilmektedir. Üstelik sokağa çıkma yasaklarını bahane eden tarikatların, bu çocukları günlerce kendi yanlarında tuttukları da bilinmektedir.

İçkili lokantalar salgının başından bu yana, bir yılı aşkın süredir kapalıdır. Yemek yenilen kafe, lokanta gibi yerlerle birlikte kapatılmaları bir yere kadar anlaşılabilir; ancak yemek yenilen mekanların tümü açıldığında da içkili lokantaların kapalı tutulmaya devam edilmesi tıbbi değil, ideolojik nedenlere bağlıdır.

Hafta sonu yasakları ve akşam 19’da başlayan hafta içi yasakları da “yaşam tarzına müdahale”nin bir başka biçimidir. Virüs “gece mesaisi”nde daha öldürücü olmadığına göre, uygulanan yasağın tek anlamı, insanları erkenden evlerine kapatmaktır. Yasak sadece “sabah koşana, akşam coşana” bir müdahaledir.

Yasak kapsamında gıda ürünleri satan marketler, bakkallar açıkken tekel bayilerinin kapatılması, şeriatçı kafa yapısının getirdiği bir başka keyfiyettir. Yasağı gerekçelendirme biçimleri de bu keyfiyetin göstergesidir. “Neden Tekel bayileri kapalı” diye sorulduğunda, İçişleri Bakanı “çünkü muafiyet kapsamında değil” diye cevap veriyor; “gıda satıyor olmasına rağmen neden muafiyet kapsamına alınmıyor” sorusuna ise cevap yok. Önceki sokağa çıkma yasaklarında büyük zincir marketlerde alkol satışı sürmüştü; bu defa onu da yasakladılar. Gerekçe: Haksız rekabet! “Ama zincir marketler kırtasiye, giyim, zücaciye ürünlerini satabiliyor” dediğinizde, bu defa zincir marketlerin bu ürünleri satmasını da engelleme kararı aldılar. Şimdi patlayan ampulünü değiştirmek ya da çocuğuna boya kalemi almak isteyen birisi, hiçbir yerden bunu satın alamıyor. Dahası, “haksız rekabet oluşmasın” bahanesiyle alkolün ya da kırtasiye malzemesinin satılmasını engelleyen devlet, taze meyve-sebze satan pazarların kurulmasını da yasaklıyor. Gıda ürünlerinin satılması serbest, ama marketten almak koşuluyla; pazardan gıda ürünü almak ise yasak! Böylece pazardan daha ucuza gıda ürünü satın alabilen yoksul kitleler, marketlerin fahiş fiyatlarına mahkum ediliyor. Her yasak yeni bir hak gaspı, yeni bir haksızlık, yeni bir keyfiyet oluşturuyor.

Aslında yasak olsun ya da olmasın; keyfiyet AKP yönetiminin her tarafına sinmiş durumda. AVM’ler açıkken sahiller kapalı mesela. Tek başına denize girmek yasak, toplu Cuma namazları serbest, dağda tek başına koyun otlatan nineye ceza kesiliyor, AKP’nin cenaze törenleri bakanların ve Erdoğan’ın da katılımıyla kalabalık halde yapılıyor; AKP kongreleri tıka basa dolu, lokanta-kafeler kapalı; yakın akrabaları ziyarete gitmek yasak, Erdoğan evlere iftara gidiyor…

Örnekleri artırmak mümkün. Son bir yılda, yaşamın her alanında keyfi ve hukuk dışı yasak kararları ile karşı karşıya kalırken AKP’nin bu yasakları hiç tanımadığını tekrar tekrar gördük, yaşadık. Yasaklar sadece işçi ve emekçiler için geçerli oldu; AKP kadroları, yöneticileri ve patronlar bu yasaklardan muaf tutuldu.

Hatta yasaklar, patronların istekleri doğrultusunda düzenlendi. Gıda, sağlık gibi temel alanlarda muafiyet sağlanacağı belirtildiği halde, tekstilden metal sektörüne kadar fabrikaların neredeyse tamamı, kendilerine “muafiyet” çıkartarak çalışmaya devam ettiler. Zaten Erdoğan’ın salgın politikası, ilk günden itibaren “çarklar dönecek” olarak tanımlanmıştı. Hem “kapanma”, hem de “çarklar dönecek” politikasının birarada olması mümkün olmadığından, hukuksuz, kuralsız kararnameler devreye sokuldu, işçi ve emekçiler buna uymaya zorlandı.

Hal böyleyken hala “bizi kapatın” diye çağrılar yapmak hem mantıksızdır, hem de AKP’nin keyfiyetine teslim olmaktır.

 

“Kapanma” insan haklarına aykırıdır

En büyük hukuksuzluk, insanları eve hapsetmektir; “sosyal destek” olsun ya da olmasın… 65 yaş üstü insanlarımızın “son bahar”ı, 20 yaş altı gençlerimiz “ilk bahar”ı gaspedilmiştir. Ve bu gaspın, bu insanların sağlığını korumakla bir ilgisi yoktur. 65 yaş üstü yaşlıların önemli bir bölümü genç aile fertleriyle birlikte yaşamak zorundadır ve onların dışarıdan getirdiği virüslere karşı savunmasızdır.

Öğrencilerin eğitim hakkı gaspedilmiştir. Birkaç ay eğitimden uzak kalmak, birkaç yıllık bir “öğrenme kaybı” ile sonuçlanmaktadır. “Uzaktan eğitim” denilen şey bir kandırmacadan ibarettir. Bu “uzaktan eğitim”de verilen derslerin özel olarak dinci-gerici ideolojik altyapıyla hazırlanmış olmasını bir kenara bırakalım; çok daha önemli bir sorun vardır ortada. Birincisi, öğrencilerin ezici çoğunluğu maddi olanaksızlıklar nedeniyle uzaktan eğitime erişim sağlayamamaktadır. İkincisi, özellikle çocuklar için eğitimin “uzaktan” olmasının koşulu yoktur.

Milyonlarca insanın çalışma-üretme hakkı gaspedilmiştir. Kayıtdışı çalışanlar, kapanma dönemlerinde işten çıkartılmaktadır mesela. Üstelik ne işsizlik sigortası, ne kısa çalışma ödeneği… Son günün yevmiyesini alarak işten çıkmış ve evine, açlığa kapanmıştır. Esnafın birçok kesiminin de benzer biçimde çalışma hakkı gaspedilmiştir.

Çalışanların ise “insanca çalışma hakları”nda büyük gasplar sözkonusudur. Elbette öncesinde de çalışma şartları insani değildi; milyonlarca işçi yoğun sömürü koşulları altında çalışmaya mahkum edilmişti. Ancak pandemi, varolan hakların gaspı konusunda da patronlara büyük bir fırsat sundu. Mesela pek çok fabrikada, hastanede, kamu kuruluşunda, çalışanlar bir yıldır “hijyen” bahanesiyle “ekmek arası” öğünlere mahkum edildiler, sıcak yemek yeme hakları gaspedildi. Çalışma saatleri uzatıldı, çalışma şartları ağırlaştırıldı. Sağlık çalışanlarının emeklilik, izin, işten ayrılma hakları doğrudan, açıkça ve bakanlık genelgesiyle gaspedildi. Sağlık çalışanlarının önemli bir kesimi için “konut hakkı” bile gaspedildi. Birçok sağlık çalışanı, oturdukları apartmandan taşınmaya zorlandıklarını anlatıyor. Keza market çalışanlarından motokuryelere kadar çok geniş bir kesim, artık çok daha ağır koşullarda, çok daha uzun saatler boyunca çalışmak zorunda kalıyor. “Uzaktan çalışma”ya geçenler ise, bir taraftan yalnızlaşmanın, bir taraftan ev işlerinde boğulmanın, bir taraftan bitmeyen mesai dayatmasıyla karşı karşıya olmalarına rağmen evde yeterince çalışmadıkları imasıyla mobinge uğramanın kıskacında bunalmış durumdalar.

Salgın sürecinde, doğa katliamı da büyük bir hızla sürdürülmüştür. En son Rize-İkizdere’de gördüğümüz gibi, sokağa çıkma yasakları doğanın talan edilmesi, ağaçların kesilmesi, maden ocaklarının ya da taş ocaklarının açılması için fırsata dönüştürülmüştür. Köylülerin hayvan otlatmak için bile sokağa çıkması yasak, maden şirketlerinin iş makinalarının çalışması serbesttir.

Ve en önemlisi hayat hakkımız gaspedilmiştir. Açık havada yürümek, parkta oturmak bir yana, insanların kendi bahçelerine, kapılarının önüne çıkmaları bile polis müdahalesine maruz kalmaktadır. Bir yıl içinde sayısız insan, sadece ve sadece kapısının önünde olduğu için para cezasına ya da doğrudan polis saldırısına maruz kalmıştır. Bu tablonun salgınla hiçbir alakası yoktur. AKP’nin koyduğu yasağa “itaat etmeyen”ler cezalandırılmaktadır.

Kimse en kötü hayatın bile ölümden daha iyi olduğunu, ölmektense en ağır koşullarda yaşamayı tercih etmemiz gerektiğini söylemesin. Şairin dediği gibi “yosun-solucan misali” yaşamanın ne anlamı var?

Biz “insan”ız! “İnsan”a ihtiyacımız var! Konuşmaya, tartışmaya, paylaşmaya, insanla iletişim kurmaya, insanla birlikte üretmeye, insanla birlikte tüketmeye ihtiyacımız var! Salgın bahanesiyle bu hakların gaspedilmesi kabul edilemez.

Ve salgın bahanesiyle bu hakların kullanımının engellenmesi, bizleri “insanlıktan çıkarır”. Bu, kelimenin her anlamıyla böyledir. Uzun kapanmanın yarattığı yalnızlaşma, insani davranış biçimlerinden uzaklaşmayı getirir. Toplumla birlikte varolan insan, artık pek çok yönüyle kendi başınadır. Bireyselleşmenin, yabancılaşmanın, yozlaşmanın en kötü biçimleri, akıl almaz bir hızla gelişmektedir bu bir yıllık süre boyunca.

 

“Kapanma” sağlığa zararlıdır

Sözde “sağlımızı korumak” için bizi hapsetmektedir AKP yönetimi. Gerçekte ise, hem fiziksel hem de zihinsel sağlığımız, sadece ve sadece “kapanma” nedeniyle bozulmaktadır. Özellikle yaşlılar ve çocuklar, bu durumun en büyük mağdurlarıdırlar.

İnsanlarla temas kurmanın, beyin faaliyetleri üzerindeki olumlu etkisi tartışmasızdır. Ve evlerde tek başına kalan yaşlılarda Alzheimer başta olmak üzere her türden unutkanlık hastalıkları bir yılda hızla artmış ya da varolanlar ilerlemiştir. Sadece yaşlılar değil, insan iletişimi azalan tüm insanlarda beyin faaliyeti azalmakta, bunun sonucu olarak kalıcı tahribatlar oluşmaktadır. Unutkanlık, önümüzdeki dönemin en büyük sorunlarından biri olacaktır.

Fiziksel hareketin sınırlandırılması da sadece yaşlılar için değil, her yaştan insan için çok büyük bir problemdir. Her türden kalp-damar hastalığı, bu nedenle büyük bir artış göstermekte ve yaş grubu giderek aşağılara inmektedir. Keza romatizmal hastalıklar başta olmak üzere, kas ve kemik hastalıkları, eklem sorunları, artık bütün orta yaş ve üzerinin standart hastalığına dönüşmektedir.

Hareketsizlikten en çok etkilenen kesim ise henüz kemik ve beden gelişimi tamamlanmamış olan çocuk ve gençlerdir. Hareketsiz ve çoğunlukla yatak çevresine sıkışan yaşam nedeniyle, çocuklar ciddi omurga ve kas gelişim sorunlarıyla karşı karşıyadırlar.

Ve kapanma, çok yönlü biçimde ölüm nedenidir.

Bir yıldır pandemi nedeniyle ölümleri konuşuyoruz. Ülkemizde günlük yüzlerce, dünyada binlerce insanın ölüm haberlerini alıyoruz. Bunların gerçek rakamların çok altında olduğunu biliyoruz elbette. Mesela Türkiye’de Kovid-19’dan ölüm sayısı resmi rakamlara göre yaklaşık 40 bin, Tabipler Odası’nın tahminlerine göre ise yaklaşık 100 bin civarındadır. Ve bu rakam gerçekten çok yüksek bir rakamdır.

Ancak pandemi döneminde ve doğrudan pandemi nedeniyle artan diğer ölümleri de gözden kaçırmamak gerekir. Geçtiğimiz günlerde Koah hastası bir genç kız, yoğun bakımda yer bulamadığı için hayatını kaybetti. Bir yıl içinde bu türden “rutin” hastalığı olan kaç kişinin yoğun bakımda yer bulamadığı için; pandemide hastaneye gitmekten korktuğu, bu nedenle tedavisini aksattığı için; pandemide randevu alamadığı ve sağlık hizmetlerine ulaşamadığı için öldüğüne ilişkin rakamlara dair bilgimiz yoktur. Halbuki her türden akciğer, kalp, damar, tansiyon kaynaklı ölümlerde büyük bir artış sözkonusudur. Keza onkologlar pandemi sonrasında, son evresine gelmiş, yani ölmek üzere iken teşhis konan kanser hastalıklarında patlama yaşanacağını söylemektedir. Pek çok kanser türünde erken teşhis hayat kurtarırken, pandemi döneminde insanlar hastaneye gitmeye korkmakta, vücutlarındaki kimi belirtileri ertelemekte, görmezden gelmektedir. Yakın zaman içinde kanserden ölecek olan bu insanlar da pandemi kaynaklı ölümler arasındadır.

Pandeminin artırdığı ölümlerden bir başkası, motokurye ölümleridir. Son bir yılda, motokurye ölümlerinde 10 kat artış sözkonusudur.

Kadın cinayetlerindeki artış, yine pandemi ile doğrudan bağlantılıdır. Artan ekonomik-siyasi sorunların, sağlık kaygılarının, hayata karşı büyüyen öfkenin boşaltıldığı yer kadın bedenidir. Kadın cinayetleri de, kadına yönelik şiddet de eskisiyle kıyaslanamayacak kadar artmıştır.

Sadece cinayet değil, intiharlarda da büyük bir artış sözkonusudur. Her kapanma kararı daha fazla sayıda esnafı, daha fazla sayıda işsizi umutsuzluğa-karamsarlığa sürüklemekte, bazılarını hayattan koparmaktadır. Gencecik müzisyenler mesela; peşpeşe intihar haberleri gelmektedir. Kahveci esnafından ürününü satamayan çiftçiye kadar, toplumun bütün emekçi kesimleri, hayata dair bütün beklentilerini kaybederek gitmektedir.

Özellikle genç ölümlerindeki artış ürkütücüdür. Veriler, Türkiye’de intihar yaşının 13’e indiğini gösteriyor. Gelecek beklentisi, umutları, iş bulma hayalleri elinden alınmış olan gençlik, salgın döneminde çok daha büyük bir çıkmazın içindedir; ve büyük çoğunluğu bu çıkmazda yokolmaktadır.

Psikolojik hastalıklar bir yıllık kapanmaların, pandeminin bir türlü kontrol altına alınamamasının, pandeminin yarattığı kaygıların sonucunda, artık kitlesel olarak yaşanmaktadır. Evde biraz kapalı kalan her kesimden “şizofren olduk” çığlıkları yükselmektedir. Toplumun ruh sağlığı paramparça durumdadır. Toplumdan kopartılıp yalnızlığa mahkum edilen insanlar, her türden psikolojik sorunun girdabında, büyük bir çıkışsızlık içinde çırpınmaktadır.

Pandemide kapanma politikası sağlığa zararlıdır. Ölümlere, kalıcı fiziksel, zihinsel ve ruhsal hastalıklara neden olmaktadır. Kapanmak, “insani” değildir.

 

“Kapanma” sınıf mücadelesine zararlıdır

AKP, “kapanma” politikasını sadece ve sadece muhalif kesimleri kontrol altında tutmak amaçlı kullanmaktadır. 23 Nisanlardaki, 19 Mayıslardaki kapanmalarla Kemalist kesimleri baskılamaktadır. 1 Mayıs gününe ilişkin kapanma kararının 29 Nisan’dan itibaren alınması ise, işçi sınıfının mücadele gününü yasaklama amaçlıdır. Bu kararların pandemi ile hiçbir alakası yoktur. 1 Mayıs’tan birkaç gün önce, polis saldırılarını cep telefonuyla kaydetmenin yasaklandığı bir genelgenin yayınlanması da benzer bir durumdur. Devlet 1 Mayıs eylemlerine saldırmaya hazırlandığını, bu genelge ile itiraf etmiştir.

Bir yıllık salgın döneminde, sınıf mücadelesi çok önemli bir mevzi kaybı yaşıyor. Son bir yıl boyunca işçi sınıfı adeta kendi kaderine terkedildi. Bu süreçte yaşanan direnişlerin neredeyse tamamının bağımsız sendikalar tarafından yürütülmesi çarpıcıdır. DİSK direniş saflarında yoktur, adeta silinmiştir.

İşçi sınıfı büyük bir çaresizlik içindedir. Bir taraftan artık daha ağır koşullarda çalışmaya zorlanmaktadır, diğer taraftan büyük bir işsizlik ve açlık korkusu dört bir yanı sarmıştır. Ve salgın döneminde kendini toplumdan koparılmış, daha yalnız, daha çaresiz hissetmektedir. Açlıktan ölmek ile salgından ölmek ikileminde, ayakta kalmaya çalışmaktadır. Fabrikalarda işçiler koronavirüse yakalandığında durum hemen örtbas edilmekte ve “temaslı” sayılması gereken işçiler çalıştırılmaya devam etmektedir. Geçtiğimiz yıl Dardanel fabrikasında işçilerin fabrikaya kapatılarak çalışmaya zorlanması, patronların vahşi sömürü hırsının geldiği noktayı göstermesi bakımından çarpıcıdır.

Özellikle fabrika işçileri ile sağlık emekçilerinin çalışma koşulları son derece ağır, baskı ve sömürü pervasızdır. Koronavirüs asıl olarak işçi hastalığıdır. En çok işçiler yakalanmakta, en çok işçiler ölmektedir.

Patronlar her türden gelişmeyi kendi karları için bir fırsata çevirmeye çalışırlar. Ekonomik krizin sorumlusu, patronların kar hırsı ve aşırı üretimidir; ama krizin faturasını işçilere ödetmek isterler. Salgın koşullarını da sömürüyü artırmanın aracına çevirmeye çalıştılar. Ekonomik kriz zaten salgın öncesinde de çok büyüktü; salgın dönemi de işçi kıyımlarının, ücret düşürmenin, kısa çalışma ödeneği ile hak gasplarının bahanesi yaptılar.

Bir yıl içinde işçilerin ekonomik ve sosyal hak kayıplarının haddi hesabı yoktur.

Kaldı ki, “kapanma” işçileri ilgilendiren bir durum da değildir. Bir yıldır, her türden sokağa çıkma yasağı sırasında, işçilere “muafiyet” belgesi hazırlandı, fabrikalar için “istisna” genelgeleri çıkartıldı ve işçiler çalışmaya devam etti. Bugün 18 günlük “tam kapanma” koşullarında da işçilere düşen “tam çalışma”dır. Yapılan hesaplara göre, işçilerin yüzde 60’tan fazlası çalışmaya devam edecektir. Milyonlarca işçi her gün toplu taşıma kullanarak işe gidecek, hafta sonu mesailerine kalacak, koronavirüsü birbirlerine bulaştırmaya devam edecektir.

Yani işçiler için “tam kapanma” diye bir şey yoktur. Ekonomik kriz de, salgın hastalık da, hak gaspları da fabrikalarda kol gezecek, işçiler bu hastalığı evlerine taşımayı sürdürecektir.

Elbette salgın öncesinde de tüm işçi ve emekçiler ekonomik krizin ağırlığını yakıcı biçimde hissediyordu. Salgın bu durumu hem daha katmerli hale getirdi, hem altında yatan kapitalist sömürü sistemini perdeledi, hem de işçilerin mücadele gücünü zayıflattı.

Bu kısırdöngüyü durdurmanın tek yolu mücadele etmektir. Mesela Kod 29’a karşı, sadece bu ahlaksız madde ile işten atılanların değil, bir bütün olarak işçi sınıfının mücadelesini örgütlemektir. Mesela çalışma saatlerinin düzeltilmesi, çalışma-servis-yemek koşullarının iyileştirilmesi için mücadeleyi yükseltmektir.

İşçi sınıfı evine kapanarak değil, üretimden gelen gücünü kullanarak, eylem yaparak, 1 Mayıs’ta meydanları fethederek, yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi vererek aşabilir, sağlık sorunlarını da, ekonomik sorunlarını da…

Unutmayalım; “kapanma” dönemlerinden fayda sağlayan tek kesim patronlardır; sınıf mücadelesini zayıflatan, işçiyi sınıfından kopartarak bireyselleştiren, işçi sömürüsünü kolaylaştıran “kapanma”, patronların talebidir.

Çünkü salgın, patronların ve devletin istediği ideal ortamı oluşturmuş durumdadır. Öyle ya, hükümet istediği kararı alacak; ses çıkartan kimse olmayacak. Salgının ilk günlerinde Erdoğan’ın Kanal İstanbul’u yeniden gündeme getirdiğini unutmayalım. Kitleler can korkusuyla eve kapandığında, ya da yasaklarla kapatıldığında; Erdoğan Boğaziçi Üniversitesi’ne istediği rektörü atayabilir, Kaz Dağları’nı yokedebilir, Karadeniz’in bütün yaylalarını imara açabilir, Datça’ya yeni bir saray yapabilir, kıdem tazminatını kaldırabilir, asgari ücreti yarı yarıya indirebilir, köprü geçişlerinin garanti ödemelerini iki katına çıkartabilir, gıda ürünlerine vergiyi artırabilir, anayasa değişikliği ile seçimleri 10 yıl sonraya erteleyebilir…

Devletin istediği zaten kitlelerin eve kapatılmasıdır. Sorgulama ve hak talebi elinden alınmış olan kitle, en ideal kitledir onların gözünde. Tek ölüm biçimi, salgın nedeniyle fiziksel ölüm değildir; eğitim hakkı, doğa hakkı, üretme hakkı, insanca yaşama hakkı elinden alınmış insanın yaşadığı ölüm de gözlerden kaçmamalıdır.

 

Ölümleri durdurmanın tek yolu

“kapanmak” değildir

Türk Tabipler Birliği, DİSK, CHP gibi kendisini “halktan yana” tanımlayan kesimlerin sürekli olarak “kapanma” çağrısı yapması, kitlelerin bilincini bulandıran bir unsurdur. 18 günlük kapanma kararı karşısında “ama biz sosyal destekli kapanma demiştik” diyerek kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar.

Ne bekliyordunuz ki? AKP’nin bir yıllık kapanma kararları neydi ki, “tam kapanma” kararı bundan farklı olsun? Bu nedenle, “tam kapanma” çağrısı yapan her doktor, her sendikacı, her kurum, bugün kapanma nedeniyle kitlenin yaşadığı ekonomik-siyasi-toplumsal sorunların ortağıdır; AKP’nin işini kolaylaştırmışlardır.

Her şey bir yana, işin bilimsel yanından baktığımızda bile, “kapanma” dışında bir çözüm yok mudur gerçekten? Salgına karşı mücadele yöntemlerinin en başında “kapanma” mı vardır?

Açık ki, bu hayatın doğal akışına aykırıdır.

Birincisi, eğer bundan sonra hayatımız hep salgın hastalıklar ve virüs mutasyonları ile dolu olacaksa, hayatın hep “aç-kapa” haline getirilmesi mümkün değildir. Hayat devam ederken, mücadele devam ederken, salgından da korunmanın yöntemleri üzerine düşünülmeli, bunun araçları yaratılmalıdır.

İkincisi, salgın hastalıklar karşısında “kapanma”, ilk çağlardan bu yana kullanılan birinci yöntemdir. Artık tıbbın, bilginin ve bilimin ulaştığı düzey içinde, başka çareler bulmak mutlaka mümkündür.

Cevaplar çok açık aslında!

İlk ve acil talep, geniş aşılama kampanyası olmalıdır. Sonbahar aylarından bu yana, dünya üzerinde çeşitli aşılar üretilmiş, kullanılmıştır. Yaygın aşılama yapan ülkeler, açılma evresine haftalar önce geçmeye başlamıştır. Ülkemizde de aşılamanın maliyeti, “sosyal destekli tam kapanma”dan çok daha düşük olacaktır. Bu nedenle acil talep, “kapanma” değil, yaygın aşılama olmalıdır. İşin aslı, devletin aşılama konusunda neden bu kadar yavaş davrandığı üzerine de düşünmek gerekiyor. Sadece aşılama maliyeti midir durduran, ya da “sürü bağışıklığı” politikası mıdır yoksa? Belki de tek neden, salgının sürmesini istemeleridir. Öyle ya; aşılama, salgına karşı mücadelede maliyeti en düşük olan yöntemdir; buna rağmen uygulanmıyorsa, salgın bahanesiyle hak gaspı ve keyfi yönetme ortamını sürdürmek istiyorlardır belki de.

İkinci, ama önem olarak birinci sıradaki temel talep, herkesin eşit ve kolay biçimde sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanmasıdır. Aşı ve ilaç çalışmalarına ağırlık veren, özel sektörü değil kamu sağlığını temel alan; “koruyucu hekimliği” güçlendiren, hastane, yatak, yoğun bakım, personel sayısını ve personelin çalışma koşullarını iyileştiren bir bakış açısıyla sağlık sisteminin değişmesidir.

Üçüncüsü, hastalığın en hızlı bulaştığı alanlar, kitlelerin biraraya geldiği alanlardır. Toplu taşımanın rahatlatılması (mesai saatlerinin değiştirilmesinden toplu taşıma araçlarının artırılmasına kadar birçok konuda önlem alınabilir) ve daha “insani” hale getirilmesi, vaka sayısını hızla azaltacak olan en büyük müdahaledir. Keza fabrikalarda kapalı ortamda kalabalık çalışma koşullarına müdahale edilmeli, sağlık koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Bunun yöntemlerini bulmak hiç de zor değildir.

Dördüncüsü, maske kullanımı konusunda kitlelerin bilinçlendirilmesi olmalıdır. Bir yıldır bu konuda da nakaratlar oluşturulmuş durumda. Keza maske kullanımına uymayan kitleleri suçlamanın dayanılmaz hafifliği, en demokrat-halkçı kesimler için de oldukça cazip görünüyor. Kitleleri suçlamak yerine, çözüm üretmek gerekiyor. Kendisine “maske-mesafe” diye vaazlarda bulunan devletin, parti faaliyeti sözkonusu olduğunda pervasızca kalabalıklar oluşturduğunu gören kitlenin kuralları hafifsemesi, hatta hastalığı yok sayması, yaşamın doğası gereğidir. Ciddi ve etkili bir kitle eğitiminin yanısıra, devletin de bu kurallara uymasını zorlamak, hastalığın yayılımını durdurmada büyük başarı getirecektir.

Son iki talep vaka sayısını azaltacak, ilk iki talep ise tedaviyi güçlendirecektir. Ve hiç kapanmadan, hastalıkla mücadele etmek mümkündür. İnsanlık, salgın hastalıkları ilk farkettiği dönemlerin bilgisi sınırları içinde, kapanmayı bir çare olarak görmüş ve uygulamıştır. Bugün artık kapanmadan, hayatı durdurmadan, insanlıktan çıkmadan önlem almanın, hastalıkla mücadele etmenin yöntemlerini oluşturmakla karşı karşıyadır.

En başta da, sınıfın mücadele gücünü yükseltmek gerekir. Pandemiye de, ekonomik krize de, her türden soruna da çözüm bulacak olan unsur, baskıya-sömürüye-hak gasplarına karşı sınıfın mücadele gücünü açığa çıkarmaktır.

“Kapanma” çağrıları artık son bulmalıdır! Talebimiz “insanca yaşamak” olmalıdır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Metal’de -yasağa rağmen- grevler sürüyor

Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) 5 işletmede TİS görüşmelerine 9 Ağustos’ta başlamıştı. Bunlardan 1’i hariç 4’ü …

ASGARİ ÜCRET ve BİZ EMEKLİLER…

17 bin 2 TL olan asgari ücrete yapılacak zam, günümüzde en temel gündem maddelerinden birisi. …

İEB, savaş bütçesine karşı mücadeleye çağırıyor

Mecliste görüşülmekte olan yağma ve savaş bütçesine, işçilere layık görülen sefalet ücretine karşı, İşçi Emekçi …