Kovid 19 salgınına karşı üretilen aşılar için başlatılan “patent” tartışması, “sağlık hakkı” konusunu bir kere daha gündeme taşıdı.
Bugün ABD ve Rusya gibi dünya pazarlarına hükmeden emperyalistler bile “patent kalksın” yönünde görüş belirtirken, gerçekten kalkması yönünde hiçbir girişimin olmaması gerçek niyetleri ifade ediyor.
Tartışmalar neden başladı
Aşılar üzerindeki “fikri mülkiyet hakkı”nın kaldırılması konusunu ilk gündeme getiren, ABD’nin yeni seçilen başkanı Biden oldu. Ardından Rusya da destek verdi, Almanya ise karşı olduğunu açıkladı. AB ülkeleri Mayıs ayı içinde bu konuyu gündeme alarak tartışacaklarını duyurdular.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü, ABD’nin açıklamaları karşısında nasıl övgüler dizeceğini şaşırdı. “Cesur bir hareket” dedi, bu söylemin “Kovid 19 ile mücadelede muazzam bir an” olduğunu belirtti, Beyaz Saray’ın “bilgeliğini ve ahlaki liderliğini” yansıttığını, “küresel sağlık sorunlarının üstesinden gelmek için Amerikan liderliğinin güçlü bir örneği” olduğunu ifade etti.
Daha tek bir adım atılmadan, salt söylem üzerinden bu övgü sağanağı, ABD’nin bu tartışmayı açmaktaki asıl amacını ortaya koyuyor: ABD’nin dünya hegemonyasını, siyasi prestijini alt-üst etmekle suçlanan Trump’ın arkasından, Biden’in dünya kamuoyunu kazanma çabası… Korona salgınında parklara ölülerini gömen, tırlarda cesetleri bekleten, insanların tedaviye erişemediği için hastane kapılarında öldüğü ABD görüntüsünü yumuşatmak istiyor, yeni başkan Joe Biden. Hem ülke içinde, hem de dünya kamuoyunun karşısında ABD’nin prestijini güçlendirmek istiyor. Bütün dünya halkları Kovid 19 salgını ile kırılırken, umut kapısını ABD’den açmak ve yeni bir hegemonya alanı oluşturmak istiyor.
Diğer taraftan Rusya da, aşı üretimi için teknolojisini diğer ülkelere aktaran tek ülke olduğunu söyleyerek ön almaya çalıştı. Hatta Putin, salgın döneminde “maksimum kar değil, insanların güvenliğini düşünmek zorundayız” sözleriyle “halkçı” mesajlar verdi. Çin ise, zaten Sinovac aşısı için patent almamış; yani bu tartışmaları çoktan geride bırakmıştı.
Aslında bu konudaki niyet beyanlarının göstermelik olduğu çok açık. Çünkü yaşanan tartışmanın bir karara dönüşmesinin aylar alacağı söyleniyor. Keza karar kesinleştiği koşulda, üretim sürecinin başlamasının 1 yıl süreceği; yoksul ülkelerdeki depolama ve sevkiyat konusundaki altyapı eksiklikleri nedeniyle, üretilen aşıların da verimli olmayacağı ileri sürülüyor.
Yani patent sorunu ortadan kalksa bile, yoksul ülkeler aşıyı üretinceye kadar pandemi bitecek gibi bir tablo oluşturuluyor.
Oysa bu ileri sürülenlerin hiçbirisi doğru değil. En başta yoksul ülkelerin aşıya erişememesinin sebebi, üretim olanaklarının sınırlılığı değil. Mesela Hindistan şu anda dünyada en çok pandemi aşısı üreten ülke; ama kendi halkına aşı yapmıyor. Yani asıl sorun aşının hangi ülkede, kim tarafından üretildiği değil, kimlerin erişebildiğidir.
Amaç kitlelerin sağlığını korumak olsa, bu tartışma hiç yaşanmaz zaten. Ancak asıl amaç, ilaç ve aşı tekellerinin karını artırmaktır.
Halk sağlığı üzerinden azami kar
Aşı ve ilaç sektörü, tekeller için en karlı alanlardan biridir. Ve patent hakları, bu karı garanti eden unsurdur.
Kovid 19 salgını üzerinden düşünelim.
AstraZeneca şirketi, aşının her dozu için 4 dolar fiyat belirledi. Moderna’nın belirlediği fiyat ise 37 dolar. BioNTech aşıyı ilk ürettiği günlerde 12 euro fiyat biçmişti, Kasım ayında AB ülkelerine 15,50 eurodan satacağını (AB dışındaki ülkelere daha yüksek fiyat verdi) duyurdu, şimdi ise aşının fiyatı AB ülkeleri için 19 euroya çıkmış durumda. Her geçen gün aşının fiyatı yükseliyor. Sputnik V aşısının fiyatı 10 dolar olarak belirlendi. Sinovac ise 20 dolar civarında.
Tabi bu fiyatlar sürekli değişiyor; siyasi ilişkiler fiyatın yükselip alçalmasını belirliyor. Varolan fiyatlar üzerinden hesap yapalım. Dünya üzerinde yaşayan insan sayısı yaklaşık 7 milyar. Bu 7 milyar insan için en az iki doz aşının zorunlu olduğu söylenmektedir. Etti 14 milyar doz aşı. Hatta BioNTech firması, kendi aşısı için 3. dozun da gerekli olduğunu belirtti. Oldu 21 milyar doz. Bir de ilk yapılan aşıların, değişen varyantlara uyum sağlamadığını, etkili olmadığını düşünelim… Hesabın sonu yok.
Pfizer-BioNTech firmasının korona döneminde elde ettiği gelir 20 milyar doların üzerindedir. The Guardian gazetesinin haberine göre, 2021 yılında aşıdan kazanacakları gelirin 30 milyar dolara çıkmasını bekliyorlar. ABD’li Moderna firmasının 2020’de kazandığı gelir 18,4 milyar dolar, 2021 gelir beklentisi ise 19,6 milyar dolar. 2010 yılında kurulan Moderna’nın hisseleri, son bir yılda yüzde 372 oranında değer kazandı ve şirketin CEO’su yaklaşık 5 milyar dolarlık servete ulaştı. Yine ABD’li olan Johnson & Johnson firmasının ürettiği ve tek dozu 10 dolara satılan Covax için, şirket 10 milyar dolar gelir bekliyor. Çinli Sinovac şirketinin ise ne kadar kar edeceği ise, Çin’deki ekonomi kurallarının farklı işlemesinden dolayı tahmin edilemiyor.
Kar oranları bu kadar yüksek olunca, aşı üreten ilaç tekellerinin neden “patent hakkı” için ısrar ettikleri anlaşılıyor. Bu kadar devasa karları tek başına ele geçirmek istiyorlar.
Ancak burada gözden kaçırmaya çalıştıkları bir konu daha var. “Patent hakkı”, ilaç şirketlerinin Ar-Ge çalışmalarına büyük bütçe ayırdıkları, uzun zaman bu konuda çalışmalar yaptıkları varsayımı üzerinden konuşuluyor. Oysa koronavirüs salgını döneminde üretilen aşılar, sözkonusu şirketlerin “malı” değil aslında. Airfinity adlı bilimsel analiz şirketinin verilerine göre, aşı için toplamda hükümetler 8.67 milyar dolar, “kar amacı gütmeyen kuruluşlar” da yaklaşık 2 milyar dolar kaynak yarattılar. Aşı çalışmaları için şirketlerin kendi yatırımları sadece 3.4 milyar dolar oldu.
Mesela Moderna ve Pfizer-BioNTech’in ürettiği aşıda kullanılan kilit önemdeki bir patent, doğrudan devlete ait bir laboratuvarda, doğrudan halkın vergileri ile üretildi.
Böyle bakıldığında devletler, işçi ve emekçilerden topladıkları vergilerle aşı şirketlerini finanse ettiklerine göre, aşının gerçek sahibi de işçi ve emekçiler olur. Bizim vergilerimizle aşı yapıp, sonra da fahiş fiyatlarla bize satmaya çalıştıkları bir sistem bu.
Üstelik bu şirketler salgın başladığında öyle hemen “büyük insani amaçlar” doğrultusunda aşı çalışmasına başlamış değiller. Hatta bir süre bu konuya ilgisiz kalmışlar. Ne zaman ki hükümetler şirketlere fon aktarmaya başlamış, aşı çalışmaları da ondan sonra başlamış. Şimdi karşımızda “insanlığa hizmetleri” ile konuşuluyor, ödüller alıyorlar. Özellikle BioNTech şirketinin Türkiyeli sahipleri neredeyse “kahraman” ilan edilecekler.
Oysa her şey para için, her şey kar için. Pfizer-BioNTech aşısı için AB ile nasıl pazarlıklar yapıldığı, ne kadar fahiş fiyatlar istendiği, salt fiyatta anlaşamadıkları için AB ülkelerinin aşıya erişiminin geciktiği yönünde sayısız haber çıktı basında. Ve bir yılı aşkın süren pandeminin hasılatı: BioNTech hisseleri bir yılda yüzde 250 değer kazandı; Uğur Şahin’in serveti bir yılda 3,7 milyar dolar artarak 5,1 milyar dolara ulaştı. Bu servetiyle Şahin, “dünyadaki en zengin Türk” olarak kayıtlara geçti ve Bloomberg’in “en zengin 500 kişi” listesine girdi. Bu öyle büyük bir servet ki, Türkiye’deki en zengin kişi olan Murat Ülker’in 4,7 milyar dolarlık servetini bile geride bırakıyor.
Forbes’in araştırması da koronavirüs salgınındaki kar hırsını ortaya koyuyor: Forbes’e göre salgın sürecinde 50 doktor ve bilim-insanı “milyarder” listesine girdi. Listenin birinci sırasında ise yine Uğur Şahin bulunuyor.
Aşı savaşları
Bu kadar büyük bir kar alanı, aşı savaşlarının da kıran kırana sürmesini getirmektedir.
Mesela birkaç aşının birden piyasaya çıktığı ilk aylarda, AstraZeneca aşısının yan etkilerinin çok yüksek olduğu yolunda çeşitli haberler yayıldı ortalığa. Bu haberlerin ne kadarının doğru, ne kadarının BioNTech aşısının satılması için Almanya tarafından üretilmiş yalan olduğu belli değil. Keza ABD’nin sistematik olarak her dönem yürüttüğü “Çin malı çürüktür” kampanyası, Çin aşısı için de sistematik olarak kullanıldı; ancak Çin aşısının da etkili olduğu yolundaki araştırmalar basında yer aldı.
Bu anti-propaganda çalışmaları, aşı savaşlarının sadece bir yüzüydü. Çok çeşitli alanlarda aşı savaşları yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Mesela AB, bir “aşı pasaportu” için hazırlık yapıyor. Buna göre AB tarafından onaylanmış aşılardan (mesela BioNTech) yaptırmayan kişilerin AB’ye girişlerini engellemeyi planlıyor. Benzer biçimde Çin de, kendisinden aşı alan ülkelerle daha yakın ilişkiler kuracağını belirtiyor.
Aşı savaşlarının bir boyutu da siyasi baskı kurma çabası üzerinden yürütülüyor. Emperyalistler diğer ülkelere aşı satarken, kendileri ile olan ilişkilerini dikkate alıyorlar. Mesela Çin ile Türkiye arasında Sinovac aşısı için anlaşma imzalanmış olmasına rağmen, Türkiye’nin Uygurlar konusundaki tutumunu beğenmeyen Çin’in aşıları göndermediği anlatılıyor. Benzer biçimde Rusya, Türkiye’de aşı üretmek için anlaşma yapıyor; ancak bu anlaşmanın ardından, Ukrayna’ya satılan SİHA’lar (Silahlı insansız hava aracı) gündeme getiriliyor.
Yani aşı, sadece ekonomik kar unsuru değil; aynı zamanda hegemonyayı yaygınlaştırma, ülkeler üzerinde baskı kurma ve kendisine bağımlı kılma aracı aynı zamanda.
Türkiye’de aşı çalışmalarının son yıllarda durdurulmuş olması, pandemi sonrası sıkça tartışıldı. İlaç tekellerinin, geri ülkeleri kendisine bağımlı kılmasının bir sonucudur bu. Emperyalistler ilaç satışını da hegemonya kurma aracı olarak kullanabilmek için, bağımlı ülkelerdeki ilaç ve aşı üretim tesislerini, olanaklarını ortadan kaldırmayı bilinçli bir politika olarak yürütüyorlar.
Aşı karşıtlığı sebepsiz değil
Henüz bir ilacı olmayan Kovid 19 salgını için üretilen aşılara erişimde büyük sorunlar yaşanırken, aşı karşıtlığı da yeniden gündeme geldi.
Kitlelerin bu konudaki kaygıları boşuna değil. Halk sağlığını korumayı önemsemeyen, daha fazla kar için kurulmuş bir sistemde, aşı konusunun da tartışılması doğaldır. “Bilim” kapitalist sistemin hizmetinde olduğu sürece, aşı konusunun da “sağlıklı” olmasını beklemek doğru olmaz. Zaten bunun sayısız örneği, tarihin sayfalarında yer almaktadır.
Mesela kızamık aşısı çocuk sağlığı açısından yaşamsal önemdedir; ancak ‘90’lı yıllarda Kürt kentlerindeki çocuklara, iki doz yapılması gereken aşı, tarihi geçmiş aşılardan ve tek doz uygulanmış; bunun sonucunda beyne yerleşen virüs çocuklarda kalıcı beyin hasarına yol açmıştı.
Koronavirüs tedavisinde kullanılan hidroksiklorokin adlı ilaç, Temmuz 2020’den itibaren tüm dünyada yasaklandı. Hastalığa bir faydası olmadığı gibi ciddi yan etkileri olduğu ortaya çıkan bu ilacın Türkiye’de kullanımı ise ancak geçtiğimiz günlerde yapılan bir açıklamayla durduruldu. Oysa bu ilacı tavsiye eden bizzat Sağlık Bakanı olmuştu. Bu ilaçtan dolayı ölenlerden doğrudan sorumlu olduğu halde, sessizlikle geçiştirildi.
Bir örnek de dünyadan: 1996 yılında Nijerya’daki menenjit salgını sırasında “insani yardım” olarak, çocuklarda kullanmak üzere Trovan isimli bir antibiyotik gönderilmişti. Aslında bu antibiyotik henüz gerekli onayları almamıştı; zaten amaç “insani yardım” değil, bu çocukları “kitlesel denek” olarak kullanmaktı. Sonuçta resmi rakamlara göre 11 çocuk ölmüş, 200’den fazlası felç, körlük, sağırlık, beyin hasarı gibi kalıcı yan etkilerle karşı karşıya kalmıştı.
Bugün koronavirüse karşı üretilen bütün aşılar da “acil kullanım onayı” almış aşılardır. Yani olası yan etkilere karşı yeterince deney ve araştırma yapılmamış, salgın koşullarından dolayı mecburen kullanılmaktadır. Bunların içinde özellikle “mRNA teknolojisi” ile üretilen aşılar, dünya tarihinde ilk defa kullanılan bir yöntem ile üretilmişlerdir ve uzun vadeli yan etkilerine ilişkin hiçbir veri yoktur. Veri, bütün dünyada kitlelere yapılacak aşılar üzerinden elde edilecektir.
Benzer biçimde “aşıyla çip takacaklar” ürküntüsü de dayanaksız değildir. Eğer teknoloji o düzeye ulaşmışsa, izinsiz ve habersiz biçimde kitlelere aşıyla çip takabilirler. Tıpkı toplumsal olarak “ötekileştirilmiş” kesimlerin izinsiz ve habersiz biçimde aşıyla ya da ilaçla kısırlaştırılmaları, belli ilaçların verilerek deney yapılması gibi…
* * *
Yapılan araştırmalara göre kapitalist ülkelerde her 4 kişiden 1’i, yoksul ülkelerde ise 500 kişiden biri aşılanmış. Avrupa ülkeleri salgını belli düzeyde kontrol altına alırken Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde emekçiler kitleler halinde kırılıyorlar. Oysa salgını kontrol altına alabilmek için, tüm dünyada yaygın bir aşılama kampanyası yürütülmesi gerektiği; bugün için öngörülemeyen yan etkileri olsa bile, önceliğin salgını durdurmak olduğu, tüm sağlık kurumları tarafından ifade ediliyor.
DSÖ, “kaynaklar eşit dağıtıldığında salgın birkaç ayda biter” diyor. “Kaynaklar eşit dağıtıldığında”; yani maddi durumu ne olursa olsun, nerede, hangi ülkede yaşıyor olursa olsun, kitleler aşıya, ilaca, tedaviye rahatça erişebildiğinde…
Çocuk felci aşısını 1952 yılında geliştiren Dr. Jonas Edward Salk, kendisine “patenti aldınız mı” diye soranlara, “güneşin patenti var mı” diye yanıt vermiş.
Aşılar ve ilaçlar toplumsal ürünler olmalıdır. Bilimsel çalışmalar kitlelerin sağlığını koruyacak, gözetecek biçimde yürütülmeli ve sağlık hakkı tüm toplum için eşit, ulaşılabilir ve ücretsiz bir hak olmalıdır. Her türden salgın hastalığa karşı mücadelenin tek yolu budur.