Sedat Peker konuşuyor, pislikler ortalığa saçılıyor. “Yeni bir Susurluk” diye tanımlayanlar var bu durumu. Oysa “yeni” değil; Susurluk’un devamı sözkonusu. Susurluk’ta ortaya çıkan “Mafya Devlet” ile yeterince hesaplaşılmamış olmanın sonuçları bunlar.
Kirli ilişkiler ağı
Mafya ile devletin ilişkisi ilk defa dökülmüyor ortaya. Daha önce de pek çok örneğini gördük, yaşadık.
Mesela Susurluk’ta İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, aşiret reisi ve DYP milletvekili Sedat Bucak ile mafya lideri ve kontr-gerilla mensubu, Ankara’da 7 TİP’li başta olmak üzere çok sayıda devrimcinin katili Abdullah Çatlı aynı araç içinde öldüler. Emniyet müdürü ile mafya liderini aynı araçta biraraya getiren şey; mafya devlet gerçeğiydi. Ve Mehmet Ağar, dönemin içişleri bakanıydı.
Devlet Bahçeli Alaattin Çakıcı’ya, “dava arkadaşım” diyerek açıktan sahip çıkmış, tahliye olması için uğraşmıştı.
Yani devletin mafya ile ilişkisi yeni bir şey değildi. Şimdi iliklerine kadar bu bataklığın bir parçası olan, bugüne kadar devletin tetikçiliğini yapan, “Barış Akademisyenleri”ni “kanlarında duş alacağız” sözleriyle doğrudan ölümle tehdit eden, Can Dündar’ı “uyaran” Sedat Peker, 2 Mayıs’tan bu yana yayınladığı videolarla kendisinin devletle olan ilişkilerini, ortaklıklarını döküyor ortalığa.
Neler anlatıyor, bugüne kadar polis koruması tahsis edilen, çakarlı arabayla gezen, Suriye’deki cihatçı çetelere tırlar dolusu “yardım” gönderen Sedat Peker?
Kendisini Mehmet Ağar ve Pelikancılar grubunun hedef haline getirdiğini belirtiyor. Ağar’ın, Azeri milyarderin Bodrum Yalıkavak Marinasına çöktüğünü, bunu da “birileri” adına yaptığını söylüyor.
Sedat Peker, videolarında öncelikle Mehmet Ağar’a saldırdı. Onunla birlikte “Pelikancılar”ı hedefe çaktı; böylece Damat ve Damadın ailesine-çevresine yöneldi. Bu zincirin üst halkasının ise Erdoğan olduğu, bugünlük sadece bir ima olarak duruyor. Belli ki Peker, başladığı yolda istediklerini elde edemedikçe, daha yukarılara çıkmayı planlıyor.
Şimdi de Süleyman Soylu hakkında konuşuyor Peker. Koruma polisini Soylu’nun ayarladığını, kendisine operasyon yapılacağı zamanı haber verme sözü verdiğini, geçmişte DYP’nin başına geçebilmek için kendisinden yardım aldığını anlattı.
Peker her açıklamasında koz yükseltiyor, bilinmeyenleri de açıklayacağını belirtiyor. “Ödeşmek adettendir” diyerek, kendisine darbe indirenlere darbe indirmek istiyor. Bu arada “Barış Akademisyenleri”ne söylediği sözler hafızalarda taze olduğu için, o konuda geri adım atarmış gibi yaparak kendisini aklamaya çalışıyor; belki de devlet desteğini kaybederken muhalefetin desteğini alma hesabı yapıyor.
Mafya-devlet içiçe
Aslında Peker’in konuşmaları çok fazla şey anlatmıyor; basitçe birkaç olayın teşhir edilmesiyle sınırlı tutuyor konuşmalarını. İlk videosunda masanın üstünde Mario Puzo’nun Omerta (Mafyanın “suskunluk yasası”) adlı kitabının bulunması da bunun ifadesi zaten.
Durduk yere başlamadı elbette bu konuşmalara. Birkaç neden var aslında.
Birincisi, kişisel olarak can korkusuna düştüğünü söyleyebiliriz. 2018 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalmasına rağmen, geçtiğimiz Nisan ayında ailesinin yaşadığı villaya baskın düzenlendi. Elbette orada olmadığı biliniyordu; amaç yakalamak değil, tehdit etmekti. O güne kadar kendisini koruyan Soylu’nun da elini çektiğini gösteren, gözden çıkarıldığının ifadesi olan bu operasyondan sonra, canını kurtarmak ve üzerindeki baskıyı hafifletmek için, karşı tarafı tehdit etme anlamına gelen bu konuşmalara başladı.
İkincisi, bir dönemin sonunu ifade ediyordu yaşananlar. Mafya devleti elbette AKP ile başlamamıştı, AKP ile de bitmeyecekti. Sadece değişen dönemlerde, kadrolarda değişim olabiliyordu. ‘80’lı yılların mafyatik ilişkileri, polis şefi Şükrü Balcı ile MİT yöneticisi Hiram Abas çekişmesi ile gündem oluyordu. Abas’ın devamcısı Mehmet Eymür ile Balcı’nın mirasçısı Mehmet Ağar sürdürdü bu kavgayı ‘90’lı yıllarda. ‘90’larda Mehmet Ağar ağırlığını koymuş, hatta İçişleri Bakanlığı’na kadar kadrolaşmasını yaygınlaştırmışken, ’96 yılında Susurluk skandalı dengeleri yeniden değiştirdi. Kitle tepkisinin çok büyümesi üzerine Ağar istifa etmek zorunda kaldı, kadroları etkisizleşti. Devlet, Ağar’dan boşalan yeri FETÖ cemaati ile doldurdu; cemaat destekli mafyanın yükseliş dönemi başladı; Peker de bu dönemin adamı olarak yükseldi. AKP’nin cemaatle 2014’te başlayan kavgası 2016 darbe girişimi ile birlikte tasfiyeye dönüştü; onlardan boşalan yeri yeniden Mehmet Ağar ekibiyle kapattılar.
Cemaatin tasfiyesinin ardından AKP’ye yanaşmaya çalışan Peker, devre dışı bırakılmış oldu. Çakıcı’nın da tahliye edilmesiyle Ağar ekibinin gücünü ve hegemonyasını ilan etmesi sözkonusuydu. Yeni dönemin sembolü, Ekim 2020’de, Ağar’ın “çöktüğü” Bodrum’daki milyar dolarlık marinada, Mehmet Ağar, Alaattin Çakıcı, Korkut Eken ve Engin Alan’ın çektirip medyaya servis ettiği fotoğraftı.
Üçüncüsü, AKP’nin 18 yıllık yönetimi boyunca bütün pisliklerin atıldığı bataklığın artık taşmaya başlamasının işaretidir yaşananlar. Aradaki çelişkiler ne olursa olsun, bazı dönemlerde kimse konuşmaz; birilerinin konuşmaya başlamış olması, kurulan sistemin artık çökmekte olduğunu gösterir.
Son dönemde yaşanan pek çok gelişme bu çöküşün işaretleridir. Kripto para platformu Thodex’in patronu Faruk Fatih Özer’in Süleyman Soylu ile olan fotoğrafları mesela. Saadet Zinciri adı verilen dolandırıcılık ağının modern versiyonu olan kripto para platformu dolandırıcılığının bir ucu Süleyman Soylu’ya uzanmaktadır. 2 milyar dolarlık bir servetin paylaşımı sözkonusudur. Kaldığı otele kadar her bilgi ortada olan Faruk Fatih Özer’in bir türlü “yakalanamıyor” oluşu da devletin üzerindeki şaibeyi büyütmektedir. Tıpkı daha önce yine saadet zinciri dolandırıcılığı yapan, sonrasında ortadan kaybolan, bir türlü “yakalanamayan” Tosuncuk gibi… Bu dönemde AKP kadrolarının “iş takibi” adıyla büyük miktarlarda rüşvetler alıp sonrasında “işi takip” etmedikleri, yani dolandırıcılık yaptıkları yolundaki haberler peşpeşe düştü basına. Sonra insan kaçakçılığı konusu… AKP’li belediyelerin, devletin pasaportuyla insan kaçakçılığı yaptığını öğrendik mesela. Keza AKP genel merkezinde çalışan Kürşat Ayvatoğlu’nun lüks bir otomobilde kokain çekerken videosu, kısa sürede lüks daireler, arabalar sahibi olması dikkat çekti. Ayvatoğlu’nun da Soylu ve Erdoğan’la çekilmiş fotoğrafları internet sitesinde bulunuyordu. Şimdi de bu ülkede eski içişleri bakanlarının, “mafya çökmesin” diye marinaya “çöktüklerini” öğreniyoruz.
Sistemin çürümesi, çöküşü
Kirli para ile mafya devlet her zaman içiçedir. Bir ülkede üretim ekonomisinin dışında büyük gelirler, devasa para akışları sözkonusu ise, orada mutlaka devletin çok güçlü bir mafya ağı sözkonusudur. Çünkü bu paranın “sevk ve idaresi” için mafyanın gücü tek başına yetmez, devletin doğrudan işleri organize etmesi gerekir.
Kolombiya mesela, büyük uyuşturucu gelirlerini yöneten bir nakro-devlete sahiptir. KKTC, kumar merkezi olan bir yerdir. Üretmeyen, petrol gelirleriyle geçinen Körfez devletleri, bu sistemin merkezinde durmaktadır.
Bugün Türkiye, birçok yönüyle bu çarkın bir parçasıdır. Büyük paraların döndüğü noktalara bakmak yeterlidir. “Hazine garantili” köprüler, otoyolları, havalimanları, şehir hastaneleri vb. devasa yapılar mesela. Buraların müteahhitlerine akıtılan paralardan pek çok kesim (AKP kadrolarından ihale mafyasına kadar) payını almaktadır.
Türkiye’nin kendi çıkardığı petrol yok elbette; ancak Azerbaycan petrolünün geçiş güzergahı olmasının “nimetlerinden” fazlasıyla yararlanıyor. Azerbaycan’nın “petrol kralları” Türkiye’de “yatırım” yapıyor, bol para saçarak burada kimi ayrıcalıklar elde ediyorlar. Bodrum’daki Yalıkavak Marinası’nın sahibi Mübariz Mansimov mesela. Erdoğan’ın ısrarıyla 2007’te Türkiye vatandaşı olmuş, Türkiye’de pek çok yatırımlar yapmış. Bu yatırımlar arasında, Erdoğan ailesinin “gemicikler”inin kiralanması da var. Sonrasında FETÖ’cü olarak yargılandı, milyar dolarlık marinasının hisselerini değerinin çok altında Ağar’a satmak zorunda kaldı.
Sadece Azeri petrolü değil, IŞİD petrolleri ve Barzani petrolleri de Türkiye üzerinden yasadışı biçimde dünyaya açılıyordu. Devasa karlar sözkonusu olan bu kayıtdışı ticaretin de mafya-devlet işbirliği ile yapıldığını, özellikle Erdoğan ailesinin uluslararası kurumlar tarafından resmi raporlarla suçlandığını da hatırlatalım.
Bir başka para kaynağının uyuşturucu sevkiyatı olduğunu da öğrendik yakınlarda. Haziran 2020’de Kolombiya’da, Türkiye’ye gönderilmek üzere paketlenmiş 5 ton kokain yakalandı. Yakalanan kokainin değerinin 265 milyon dolar olduğu açıklandı. Geçtiğimiz Mart ayında, Kocaeli’nde bir limana yanaşan gemiye düzenlenen operasyonda yaklaşık 3.9 ton esrar, 99 bin adet uyuşturucu hap ele geçirildi. Türkiye’nin bir “geçiş ülkesi” olduğu, bu nedenle stratejik öneminin büyük olduğu sıkça ifade edilir. Artık “geçiş noktası” değil, uyuşturucu dağıtımının “merkezi”dir Türkiye. Afganistan’dan Avrupa’ya, Güney Amerika’dan Ortadoğu’ya uzanan çok geniş bir ağın merkezinde duruyor. Raporlara göre Türkiye’nin narko-ekonomisi 140 milyar liraya ulaşıyor. Bu, GSYİH’nin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) yüzde 16’sı anlamına geliyor. (Karşılaştırmak açısından; Tüpraş’ın piyasa değeri 30 milyar lira, Erdemir’in 27 milyar lira) Bu kadar büyük ölçekte bir paranın, devletin bilgisi ve onayı olmadan dolaşması ihtimali yoktur. Zaman zaman en alt kademede bulunan torbacılara dönük operasyonlar yapan devlet, trafiğin başını tutan uyuşturucu baronlarına dokunmaz; hatta kendi payını da alır.
İnsan kaçakçılığı, son on yılda en karlı alanlardan birine dönüşmüş durumda. Asya’dan ve Ortadoğu’dan Avrupa’ya akan, hesabı bile tutulamayan çok büyük bir insan akını var. Bu geçişlerin nerelerden yapıldığı, kimlerin organize ettiği, hangi yöntemlerin kullanıldığını devlet biliyor. Buna rağmen insanlar her gün Avrupa’ya ulaşmak için canlarını tehlikeye atıyorlar. Elbette garantili yöntemler de var. Bunların doğrudan belediyeler üzerinden ve devlet pasaportuyla yürütülenlerini, geçtiğimiz günlerde bütün ayrıntılarıyla öğrendik zaten.
Üretim ekonomisinin dışında kalan para ne kadar büyükse, mafya o kadar büyük, devletin mafyalaşması o kadar derindir. Ülkemizde ortadan kaybolan 128 milyar dolardan, AKP kadrolarının büyük şirketlerde onbinlerce liralık “huzur hakkı” maaşları almalarına, lüks ciplerle birden ortalığı dolduran AKP’lilerden büyük para kazanma vaatleriyle oluşturulan saadet zincirlerine, saçma sapan karpuz ya da dinazor heykellerine dökülen milyon liralardan yolcusu olmayan havalimanı inşaatlarına kadar, ortadaki para bolluğuna iyi bakmak gerekir. Bu tablo, ülkemizde kirli paranın boyutunun da, devletin mafya ile olan ilişkisinin de görünen yüzüdür.
Mafyaya karşı mücadele
sisteme karşı mücadeleden geçer
Devletler kimi zaman miadı dolan, teşhir olan, kitlelerin tepkisini çeken mafya örgütlerini ve liderlerini yakalar, hapse atar, cezalandırırlar. Tek tek mafya mensuplarının tasfiyesi mümkündür. Ancak genel olarak devletlerin mafyaya karşı mücadelesi göstermeliktir; göz boyama amaçlıdır.
Asıl ilişki, devletle mafyanın birbirini güçlendirmesi üzerine kuruludur. Mesela uyuşturucu ticareti mutlaka istihbarat örgütlerinin bilgisi dahilinde yapılır ve bu örgütler de bu ticaretten payını alır.
Yanısıra kayıtdışı her para, sermayeyi büyütür. “Sermaye biriktirmek” için en etkili yöntemlerden biri servetlerin el değiştirmesidir ki, mafya “yardımı” olmadan bu el değiştirme gerçekleşmez. Mafya’yı yaratan ortam, sömürü sisteminin ta kendisidir.
Diğer taraftan, mücadele odağı olan emekçi semtlerini yozlaştırmak için bedava uyuşturucu dağıtımı yapılır, çetecilik özendirilir, işsiz gençler mafyaya tetikçi olsun diye uğraşılır.
Yani mafya, hem burjuvazinin hem de devletin gücünü kullanan, büyük paraların sevk ve idaresini gerçekleştiren, toplumun çürümesini ve sınıfsal mücadele dinamiklerinin zayıflamasını sağlayan bir organizasyondur.
Öyleyse bu büyük organizasyon nasıl yokedilir?
Bu soruya her kesim, kendi durduğu yerden cevap verir.
Reformistlerin cevabı; seçimleri kazanmak, AKP’yi devirmek, dönemin sorumlularını yargılamak, “tek adam rejimi”ni değiştirmektir.
AKP döneminde daha yoz, daha çürümüş, daha açıktan kullanılan bir mafya örgütlenmesi olduğu doğrudur. Ve seçimleri kazanacak başka bir partinin bu örgütlenmeyi törpülemesi, görünür yanlarını yontması mümkündür. Ancak burjuvazinin sömürü sistemi devam ettiği sürece mafya varlığını sürdürecektir. Öyleyse bu gerçek bir çözüm değildir.
Bir de TV dizileri üzerinden bize anlatılan bir çözüm var: “Kötü mafya”yı yenmenin yolu “iyi mafya”nın güçlenmesidir. “Kötü mafya”nın saldırısına uğrayan “iyi mafya”, “en büyük”, “daha büyük” olmak için “en tepeye” çıkmak için uğraşır. Bütün mafyaları yener; mutlu son! Dizi biter… Sözkonusu “halk dostu-iyi mafya”ların halka yaptıkları iyilik; aşevinde bedava yemek dağıtmak, işsiz gençlere bar fedailiği ya da yasadışı silah ticareti yaptırmak, bir de yoksul halka arada birkaç poşet gıda yardımı yapmaktır. Yani AKP’nin ya da herhangi bir zenginin yaptığı gibi “sadaka” düzenini sürdürmektir. Dahası, “en büyük”, “en tepedeki”nin de üzerinde başka mafya, onların da üstünde mafyatik devlet, en üstte de burjuvazi vardır. Bir mafya çökertildiğinde, yerine başka bir mafya gelir, sistem devam eder; ya da başlangıçtaki “iyi mafya” yükseldikçe mafyatik sistemin daha etkin bir parçası haline gelir. Kişiler ya da gruplar değişir, sistem devam eder.
Mafyadan da, mafya devletinden de kurtulmanın tek yolu, işçi ve emekçilerin direnişidir. Mafyayı yaratan, koruyup büyüten, bu sistemin kendisidir. Sistem yıkılmadan gerçek bir “temizlik” asla olmayacaktır.