Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nden
bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
Emperyalist-kapitalist sistemde işbaşına gelen bütün hükümetler, burjuvazinin hizmetindedirler. Buna karşın tüm hükümetler, halkın çıkarını savunuyormuş gibi görünürler; ülkeyi yönetebilmek için halkın desteğine ihtiyaçları vardır çünkü. Sadece “sopa”yla, “terör”le hiç bir hükümet, uzun süre işbaşında kalamaz. Kitlelerin desteği, en azından “rıza” göstermesi, olmazsa olmazdır. Aksi halde sürekli isyanlarla, ayaklanmalarla karşı karşıya kalırlar. Kitle desteğini alabilmek için de en büyük silahları yalan ve demagojidir. Halkın aleyhine kararlar alıp da desteğini kazanabilmek başka türlü mümkün olmaz çünkü.
En önemli ideolojik argümanları milliyetçilik ve dinciliktir. Kendi milletlerini ve dinlerini yüceltip diğerlerini aşağılar; onları düşmanlaştırır ve savaşı kışkırtırlar. Böylece ezilen-sömürülen kesimleri bölüp parçalayarak güçsüzleştirir, kendine yedeklerler. Sınıfsal çatışmanın öne çıktığı durumlarda ise, “tarafsız”, “sınıflarüstü” görünür; iki tarafa eşit davranan bir “hakem” pozisyonuna bürünür.
Dünyada ve ülkemizde işbaşına gelen bütün hükümetler aşağı-yukarı böyle davranır. Ama bizde burjuvaziden yana olduğunu söyleyen hükümetler de oldu. Örneğin Özal, “ben zenginleri severim” dedi. Dolaylı biçimde zenginlerin çıkarlarını koruduğunu, onların başbakanı olduğunu söyledi. Özal’ın izinden giden Erdoğan da patronlar kulübü TÜSİAD’ın bir toplantısında “OHAL’i sizin için yaptık, bakın hiçbir yerde grev olmuyor” diyerek, patronlara çalıştığını açıkça ifade etti.
Erdoğan’ın sınıfsal tutumunu bu şekilde ortaya koymasına gerek de yoktu aslında. Attığı her adımda, çıkardığı her yasada, burjuvaziye hizmet ettiği çok açıktı zaten. Bu konuda kendinden önceki hükümetlere rahmet okuttu. “Zenginleri seven” Özal’ı bile geride bıraktı. Gülen Cemaati’nden TÜSİAD’a, “ne istediniz de vermedik” diyerek onlara çalıştığını gizlemediği gibi, halktan insanlarla karşılaştığı her yerde hakaret etmekten, aşağılamaktan geri durmadı. Seçim otobüsünden halkın üzerine çay fırlatmaktan, bir çiftçiye “ananı al da git” demeye, maden katliamında ölümleri “bu işin fıtratında var” diyerek meşrulaştırmaktan madenci yakınlarını danışmanlarına dövdürmesine kadar kabarık bir “Erdoğan dosyası” vardır.
Tabii sadece Erdoğan değil, AKP’li bakanlar da halkı aşağılamakta, patronlara yaltaklanmakta ondan geri kalmadılar. Örneğin Tarım Bakanı Bekir Pakdemirli, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB’un bir toplantısında “her türlü işlenmiş gıdanın yapılması, üretilmesi ve pazarlanması konusunda işadamlarımızın (yani patronların-bn) dün olduğu gibi bugün de yarın da emrine amadeyiz” diyordu. “Emirlerine amadeydiler” gerçekten de. O yüzden AKP hükümetleri dönemi, patronların en rahat ettiği, karlarına kar kattıkları bir dönem oldu.
15 Temmuz sonrası gerçekleşen “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” dedikleri ucube sistemde ise, Turizm Bakanı bir turizm işletmecisi; Sağlık Bakanı özel hastane patronu; Ticaret Bakanı ticari bir şirketin kurucusu; Milli Eğitim Bakanı özel okullar sahibi olacaktı. Erdoğan “ben devleti bir şirket gibi yöneteceğim” demişti zaten. “Partili cumhurbaşkanı” olduktan sonra buna uygun bir yönetim biçimini hayata geçirdi. Atanmışlardan oluşan, meclise bile hesap verme zorunluluğu olmayan bir “kabine” kuruldu ve ülke “cumhurbaşkanı kararnameleri” ile yönetilmeye başladı.
Esasında AKP ve Erdoğan başından itibaren burjuvazinin çıkarlarını korudu-kolladı, geliştirdi. En büyük özelleştirmeler bu dönemde gerçekleşti. Kamuya ait büyük şirketler, emperyalist ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekildi. Zengin-fakir uçurumu, o güne dek görülmemiş boyutlara ulaştı. Keza işsizlikte rekor üzerine rekorlar kırıldı. İşsizlik ve açlıktan dolayı ölümler, intiharlar başladı. Kısacası AKP-Erdoğan dönemi, “Zenginleri seven ve uçuran” yoksulları ise daha sefil bir hayata ve ölüme sürükleyen bir dönem oldu.
Hal böyleyken AKP’yle ilgili en çok çarpıtılan konulardan biri, onun sınıfsal dayanağı olmuştur. Özellikle işbaşına geldiği ilk dönemde -ki sonrasında da devam etti- AKP, “Anadolu kaplanları” olarak anılan orta ölçekli işletmelerin temsilcisiymiş gibi lanse edildi. AKP’nin kitle tabanı ile sınıfsal yapısı birbirine karıştırıldı; ya da bilinçli olarak çarpıtıldı. Kitle tabanı ile sınıfsal dayanağı birbirine karıştırıp buradan teoriler üretme işi, yeni değildir. İkinci emperyalist savaş öncesi Avrupa’da faşizm yükselirken de ortaya böylesi savlar atılmıştı. Örneğin Almanya’da Nazi’lerin küçük-burjuva, lümpen proletaryaya dayandığı söylendi. Oysa Nazi’lerin arkasında Krupp, Siemens gibi Almanya’nın en büyük tekelleri bulunuyordu. Sonrasında bunlar belgelerle kanıtlanacaktı.
İçinde kimi devrimci yapıların da olduğu bir kesim ise, AKP’yi TÜSİAD’a karşı “yeşil sermaye”nin temsilcisi olarak gördü. (Bunu “İstanbul sermayesi”ne karşı “Anadolu sermayesi” şeklinde ifade edenler de vardır.) Keskinleşen klik çekişmelerini de bu kesimlerin çıkar çatışmasına bağladılar. Eski-geleneksel tekellerle yeni tekelleşmeye başlayanların veya “laik-seküler burjuvalar”la, “muhafazakar-dindar burjuvalar”ın kavgasıymış gibi sundular. İdeolojik kılıflar, nesnel gerçeklerin, ekonomik altyapının önüne geçirildi.
AKP, TÜSİAD’a karşı “Anadolu” veya “yeşil” sermayeye dayanan, hatta onları yaratan-palazlandıran bir parti olarak resmedildi. Böylece AKP’nin ideologlarından Yalçın Akdoğan’ın (bir dönem başbakan yardımcısı olmuş, “çözüm süreci”nde ve “Dolmabahçe Mutabakatı”nda boy göstermişti.) AKP’yi “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamasına uygun bir sınıfsal dayanak bulundu. Ki Erdoğan da kendilerini başlangıçta “muhafazakar demokrat” şeklinde tanımlamıştı. Hem “muhafazakar”, hem “demokrat” olunabilirmiş gibi! Ama dinci kesimlerin yanı sıra liberal-sol kesimlerin de desteğini almak için uydurulan bir sıfattı bu. Bu çelişik siyasal tanıma, yine çelişik bir ekonomik-sınıfsal dayanak bulundu!
AKP’yi büyük sermayeye karşı, muhafazakar-orta kesimlerin partisiymiş gibi sunmak, ona verilecek en büyük destekti aslında. Çünkü emperyalistlerden ve işbirlikçi tekelci burjuvaziden bağımsız; “yerli ve milli” burjuvazinin temsilcisiymiş gibi göstermek, işbaşında kaldığı süre boyunca emperyalist ve işbirlikçi tekellere sağladığı büyük karları örtbas etmek, demagojik olarak kullandığı “yerli-milli” nakaratına ortak olmaktı. Ayrıca egemen sınıflarla devletin ve hükümetlerin bağını ters-yüz eden, bu yönüyle de kitlelerin bilincini bulandıran bir yaklaşımdı. Sömürücü toplumlarda devleti ve hükümetleri, egemen sınıfların değil de; orta ve küçük sermaye sahiplerinin, dolayısıyla halkın belirleyebileceği gibi yanlış bir görüşü pompalıyordu. (1)
Kısacası devlet-sınıf ilişkisini çarpıtan burjuva ideologların etkisi altında üretilmiş savlardı bunlar. Türkiye’deki egemen sınıfları, onların emperyalizmle bağlarını; somut durumda ise bölgede süren emperyalist savaşı, bu savaşta Türkiye’ye biçilen rolü; hükümetlerin de buna göre şekillendiğini görmeyen bir yaklaşımdır. Ne hikmetse AKP’nin ABD işbirlikçisi olduğunu kabul eden siyasi akımlar bile, onun sınıfsal yönüne dair uydurulan tezlere ortak oldular. Dışarda ABD’nin desteklediği bir partiyi, içeride ABD’nin işbirlikçisi büyük burjuvaların desteklememiş olması mümkün müydü? Ya da tersten ABD’nin desteğiyle gelmiş bir partinin, büyük patronların çıkarlarını değil de, orta ölçekli patronların çıkarlarını savunması, daha ileri gidip patronlar kulübü TÜSİAD’ı karşısına alması, onun zararına çalışması mümkün olabilir mi?!
AKP kuruluşundan itibaren dışarıda ABD emperyalizminin, içeride TÜSİAD patronlarının desteğini almış ve onlara verdiği güvencelerle işbaşına gelmiş bir partidir. İşbaşında olduğu süre boyunca da onların çıkarlarını korumuştur. Bu bir iddia değil, ispatlanmış gerçektir.
Savaşın yarattığı kaotik ortamdan dolayı yer yer ABD ile çelişkiler yaşasa da; veya yandaş sermaye gruplarına destek çıksa da, bu durum genel tabloyu değiştirmez. Irak’tan Suriye’ye, Ortadoğu’daki her savaşta ABD’ye hizmet etmiştir. Keza AKP döneminde TÜSİAD patronları karlarına kar katmıştır. Koç’lardan Sabancı’lara büyük tekellerin bu dönemdeki karlarına bakmak, tabloyu tüm netliğiyle görmek açısından yeterli olacaktır.
Örneğin 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL döneminde Koç Holdinge bağlı şirketlerden Tofaş’ın aylık karı yaklaşık 71 milyon, Arçelik’in yaklaşık 62 milyon, Aygaz’ın yaklaşık 41 milyon liradır. 2017’nin ilk 9 ayında, Koç Holding’in toplam aylık net karı ise, yaklaşık 319 milyon TL’dir. Hesaplandığında Koç Holding, 1 dakikada 7 bin 341 TL kar etmektedir. Koç Holding’in 1 dakikalık karı, asgari ücretle çalışan 4 işçinin 1 aylık ücretinden daha fazladır. Keza Hacı Ömer Sabancı Holding’in 2017’nin borsa verilerine göre aylık karı, yaklaşık 197 milyon liradır. OHAL döneminde aylık on milyonlarca lira kar eden pek çok tekel bulunuyor. Petkim, Ford, Enka, Coca Cola, Anadolu Efes, Ülker, Türk Traktör, Vestel…
AKP-TÜSİAD ilişkisi
Reformist partilerden Kürt hareketine kadar “sol”un önemli bir kısmı, AKP ile TÜSİAD patronları arasında çelişkiler olduğunu söyleyip durdular. TÜSİAD’ın raporlarını, açıklamalarını “demokrasi”den yana diyerek alkışladılar. TÜSİAD, tabii ki AB’ye üye olmaktan yanaydı; ama bu “demokrasi” aşkından değil, en fazla ihracatı AB ülkelerine yaptıklarından dolayıydı. TÜSİAD 18 Mayıs 2019 tarihli toplantısında OHAL’in kaldırılmasını da istedi. O dönemki başkanı Erol Bilecik yaptığı konuşmada OHAL’e karşı oluşlarını şöyle gerekçelendiriyordu. “Yurtdışı paydaşlarımız OHAL olduğu müddetçe Türkiye’ye gelmiyor” “OHAL süreci devam ettiği için tedarik zincirlerimizin güvenliği dahi sorgulanır hale gelmiş durumda.” (2)
AKP’nin işbaşına geldiği yıllarda başat konu AB’ydi. AB’ye girilecek, demokrasi gelecekti! AKP’ye vehmedilen “demokratlık” da, AB üyeliği için cansiperane uğraşmasından kaynaklanıyordu. Ama AB, Türkiye’yi “ABD’nin bir Truva atı” olarak görüyor -ki öyleydi- ve üyelik konusunu sürekli erteliyordu. Türkiye’den yıllar sonra üyelik başvurusu yapan Balkan ülkelerini veya Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kurulan devletleri AB’ye aldılar, ama Türkiye’yi almadılar. AB’nin başını çeken Almanya ve Fransa, Türkiye’ye “imtiyazlı ortaklık” dedikleri bir statü önerdi, Türkiye ise bunu kabul etmedi ve AB meselesi gündemden düştü. AB’den geriye Ankara’da gündüz vakti patlatılan havai fişekler kaldı. Ama TÜSİAD’ın AKP’ye desteği devam etti.
Klik çatışmalarının en fazla keskinleştiği 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de TÜSİAD’ın iki demirbaşı Koç ve Sabancı, CHP’nin erken seçim çağrısına karşı çıkmış, cumhurbaşkanlığı konusunun uzlaşma ile çözülmesini istemişlerdi. Buna karşın AKP’nin dayandığı kesim olarak ileri sürülen orta ölçekli sanayiciler adına konuşanlar (TOBB mesela) AKP’ye karşı “ulusal”cılardan yana açıklamalar yapmıştı.
Yani iddia edildiği gibi AKP’nin “büyük sermayeye” değil de “orta-küçük ölçekli sermayeye” dayandığı tezini yalanlayan pek çok olay vardır. TÜSİAD’ın yer yer AKP’yi eleştirmesi, çoğu kez demagojiktir, kitlelerin tepkisine göre uyarılarda bulunmaktır; kimi zaman da sermaye grupları arasında yaşanan çelişkilerden dolayıdır. Buna karşın AKP’yi hiç bir zaman karşısına almamış, aksine desteğini her daim sürdürmüştür.
AKP de TÜSİAD’ın isteklerini harfiyen yerine getirmiştir. Bakın TÜSİAD’ın 19 Ocak 2007 tarihli “Türkiye demokrasisi’nde 130 yıl” başlıklı bir raporunda neler isteniyor: “Türkçe dışındaki anadilleri, en azından okullarda seçimlik ders olarak okutulsun, 1982 Anayasası kaldırılsın, Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlansın, Cumhurbaşkanlığının görev ve sorumlulukları yeniden düzenlensin, MGK anayasal kurum olmaktan çıkarılsın, Milli Güvenlik ibaresi Milli Savunma olarak değiştirilsin” vb…. Bunların çoğunun AKP döneminde gerçekleştiğini biliyoruz. Kürt sorununu önce “açılım” sonra “çözüm süreci” adı altında çözme planının arkasında da ABD ve TÜSİAD vardır. (3)
AKP, TÜSİAD’ın sadece siyasi isteklerini yerine getirmekle kalmadı -ki onların da altında ekonomik çıkarlar yattığını belirttik- asıl olarak ekonomik alanda önlerini açtı. Büyük özelleştirmelerle, taşeronlaştırma ve esnek çalışmayla, sendikasızlaştırmayla, kıdemi kırparak, emeklilik yaşını yükselterek, ücretleri düşük tutarak, tarım çökerterek vb… Özcesi bir sömürü cenneti yaratıp ülkenin dağını-taşını onların talanına sunarak…
Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından yaptığı bir konuşmada; “AKP’nin işbaşına geldiği 3 Kasım 2002 tarihinin iş dünyası için de bir milat” olduğunu söylüyordu. AKP döneminde Türkiye’nin üç kat büyüdüğünü iddia ederek, “Türkiye üç kat büyümüşse, buradaki işadamlarımızın pek çoğunun işleri beş kat, on kat büyümüştür” dedi. Erdoğan, sermaye sahiplerine neler kazandırdığını itiraf ederken, aynı zamanda yaptıklarını hatırlatıyor, kıymetinin bilinmesini istiyordu.
İsviçreli Credit Suisse tarafından yayımlanan “Küresel Servet Veri Kitabı”na göre, 2014 ortası itibarıyla Türkiye’de en zengin yüzde 1, ülke servetinin yüzde 54.3’üne; yüzde 10 ise servetin yüzde 77.7’sine sahip. Gelir dağılımındaki bu uçurumla Türkiye dünyada ikinciliğe yükselmiş. Zenginlerin daha da zenginleşmesi hızında ise birinci olmuş!
Türkiye’nin resmi kurumları da bu uçurumu teyit ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2016 yılı verilerine göre, Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay yüzde 47.2’ye yükselirken, en düşük gelire sahip yüzde 20’li grubun aldığı pay yüzde 6.2 olmuş.
Bu rakamlar, AKP’nin burjuvaziye çalıştığını, işçi ve emekçileri ise her yönden daha kötü koşullara ittiğini çok net biçimde ortaya koyuyor. AKP genel olarak burjuvaziyi palazlandırdı, fakat bazılarını ihya etti. Bazılarının da AKP döneminde önü açıldı, özellikle inşaat şirketleri bu dönemde büyük karlar elde ettiler.
AKP döneminin zenginleri
Her dönemde olduğu gibi AKP döneminin de zenginleri oldu. Son yıllarda adlarından en çok söz edilen ve artık “5’li çete” olarak anılan (Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin, MAPA) şirketlerin devletten aldığı ihalelerle nasıl zenginleştikleri biliniyor.
İhale yasası AKP döneminde en çok değiştirilen, adeta “adrese teslim” hale getirilen bir yasa oldu. (Haziran 2021 tarihi itibarıyla 192 kez değişmiş bulunuyor. Dahası, ihalesiz ihale vermeye başladılar. “Kamuda ihaleye fesat karıştırma” suç olmaktan çıkarıldı.-yn) “5’li çete” devletten ihale alan şirketler listesinde dünya sıralamasında ilk 10’da yer alıyor. İnşaat, maden, enerji gibi birçok alanda ihaleleri aldılar. Üstelik kamu bankalarından ucuz kredilerle ve “kamu garantisi” alarak. Banka borçları çoğu kez silindi, buna karşın geçilmeyen köprülerden, otoyollardan, havalimanlarından döviz üzerinden hazineden para almaya devam ettiler. (4)
AKP döneminde yapılan 500’den fazla HES’in ihaleleri de büyük oranda bu gruplara verildi. Başta Karadeniz olmak üzere ülkenin dört bir yanında doğayı talan ederek HES’ler kurdular. Ayrıca Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) el koyduğu şirketlerin önemli bir kısmı (başta medya kuruluşları) bu grupların oldu. Yanı sıra Çalık, Torunlar, Sancak gibi gruplara ayrıcalıklar tanındı. Bunlar AKP döneminin “kamu kaynakları”yla zengin edilen imtiyazlı gruplardı. Ama bunların zenginliği, Koç’ların, Sabancı’ların yanına yaklaşamadı bile. Daha önemlisi, AKP’yi işbaşına getirdiği iddia edilen MÜSİAD (Müstakil İşadamları Derneği) ya da Gülen Cemaati’nin kurduğu TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) aradan geçen yıllara rağmen TÜSİAD’ın saltanatını sarsamadı. (5)
Her yıl yapılan “ilk 500” sıralamasının 2016 yılındaki listesinde TUSKON ve MÜSİAD üyelerinden sadece 70’i yeralabiliyor. İlk sıralarda ise, yine TÜSİAD’ın başını çeken şirketler bulunuyor. İhracatın ezici çoğunluğu TÜSİAD üyeleri tarafından yapılıyor.
AKP dönemi aynı zaman servetin el değiştirerek yeni zenginlerin türediği veya başka sermaye gruplarına aktarıldığı bir dönem oldu. AKP’nin ilk yıllarında Uzan’lar ve Karamehmet grubu iflas ettirilmiş ve bunlara ait medya grupları başta olmak üzere bir çok şirket el değiştirmişti. 15 Temmuz sonrası ise, daha büyük ölçekte sermayenin el değiştirmesi yaşandı.
Türkiye’nin en büyük sermaye grubu AKP öncesi de sonrası da Koç grubudur. Görünüşte AKP’ye karşı, hatta Gezi Direnişi’ni bile desteklediği söylenen Koç’lar, AKP döneminde karına kar kattı. İstanbul Sanayi Odası verilerine göre Koç Holding, Türkiye’nin en büyük şirketi unvanını sürdürüyor. Sadece Türkiye’de değil; dünya çapındaki “Fortune 500” sıralamasında yer alan tek Türk şirketi olmaya devam ediyor. 2018 yılı itibarıyla dünyanın en büyük 250 şirketi arasında yer alıyor.
Bu tablo yukarıda bahsettiğimiz AKP’nin sınıfsal dayanağına dair iddiaları somut olarak çürütüyor. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte büyüyen, o açıdan en “eski” aynı zamanda “laik” sermayedar grubu olan Koç Holding, AKP’li yıllarda gücüne güç katmıştır. Koç grubunun temsilcileri, laik kesimlerin desteğini kaybetmemek için “gönlümüz CHP’de oyumuz AKP’de” diyerek AKP’yi desteklemeye devam etmişlerdir. Bunun nedenini Ali Koç, açık biçimde söylüyor: “Hiçbir iktidar döneminde bu kadar teşvik edilmedik.” Erdoğan da Koç grubuna yağıp gürlediği dönemde bile, fabrika açılışlarına katılıp birlikte samimi pozlar vermiştir. (aktaran Bülent Falakoğlu, “AKP’nin zengini yokmuş!” 21 Kasım 2016)
Koç grubuyla Erdoğan arasında yer yer gerilimler yaşanmış olabilir; Koç’ların bazı işleri AKP döneminde engellenmiş de olabilir. Fakat bunun Koç grubunun “demokrasiden yana” olmasıyla ilgisi yoktur. Ayrıca Koç’ların AKP’li yıllarda da karına kar kattığı rakamlara ortadadır. Elbette daha fazla kar dürtüsü hiç bitmeyecek ve bu yönde çıkarılan bir pürüz bile sorun edilecektir. Fakat başta Koç’lar olmak üzere bir bütün olarak TÜSİAD, her daim sınıfsal tavır almıştır. Bir bütün olarak burjuvazinin haklarını savunma konusunda son derece hassastırlar. (6)
AKP döneminde zenginleşmeye devam eden TÜSİAD’ın “eski topları” Koç’tan ibaret değildir tabii. Sabancı grubu da eski yerini koruyor. Sabancı’ların AKP ile ilişkilerinin her dönem iyi olduğu biliniyordu zaten. Holding’in başında bulunan Güler Sabancı’nın damat Berat Albayrak’a yağdırdığı övgüler hatırlardadır. Damat’ın Enerji Bakanı olduğu dönemlerde Sabancı Holding’e çok faydası dokunduğu kesindir. Zaten Sabancı Grubu AKP döneminde asıl olarak enerji sektörüne yatırım yaptı. Bunun önemli bir kısmı elektrik dağıtım özelleştirmelerinden sağlandı. Ayrıca Uzan’lara ait elektrik şirketleri de Sabancı Holding’e verildi. Uzan’ların medya şirketleri (Star) Ethem Sancak’a verilmiş ve “havuz medyası”nın oluşumunda önemli bir işlevi yerine getirmişti. Ancak en büyük lokmayı Sabancılar kaptı. Aynı durum Karamehmetler ve Aydın Doğan için de geçerlidir. Bunlara ait medya kuruluşları Çalık, Demirören gibi AKP yandaşı gruplara verilirken, diğer alanlardaki yatırımlar TÜSİAD’ın büyüklerine kaldı.
AKP’nin işbaşına geldiği dönemde “dolar milyarderi” olan Koç, Sabancı, Zorlu, Özilhan, Eczacıbaşı, Enka gibi sermaye grupları güçlerini korumuş, hatta daha da büyümüşlerdir. Ama Uzan, Karamehmet, Doğan gibi gruplar ya iflasa sürüklenmiş, ya da eski gücünü kaybetmiştir. Buna karşın AKP döneminde yeni “dolar milyarderi” çıkmıştır. Bunların başında AKP öncesinden varolan Ülker grubu geliyor. (Ülker, Erdoğan’ın belediye başkanı olmadan önce çalıştığı şirkettir) Murat Ülker, bir yılda ortalama 700 milyon dolar daha arttırarak servetine servet katmıştır. Çalık, Limak, Tosyalı, Topbaş gibi AKP döneminde büyüyen sermaye grupları da “dolar milyarderi listesi”ne eklenmiştir.
Asıl çarpıcı olan; AKP’nin işbaşına geldiği 2002 yılında Türkiye’de dolar milyarderi sayısı 6 iken, 2018 yılı itibarıyla bu sayının 37’ye çıkmasıdır. Yani 16 yılda milyar dolar sahipleri 10 kat arttmıştır. Ve bu sayıyla Türkiye, -Japonya’yı bile geride bırakarak- İngiltere’den sonra dünyada 9. sıraya yerleşmiştir. Dikkat çekici bir veri de; 2000 yılında “dünyanın en zengin 29. kişisi” olan Çukurova Holding sahibi Mehmet Karamehmet’in 2018’de Türkiye’nin en zengin 100 kişisi arasına girememiş olmasıdır. Servetin el değiştirmesini en somut haliyle bu listelerde görmek mümkündür. (Veriler, 2000 yılından bu yana “dünyanın en zenginleri” listesini hazırlayan “Forbes”indir.)
Böylece AKP, Türkiye tarihinin en çok zengin yaratan hükümeti ünvanını da almış bulunuyor. AKP’nin sırtını kimlere dayadığı net bir biçimde görülüyor. Onun bu kadar süre işbaşında kalmasının nedeni de budur. Elbette işçi ve emekçilerin örgütsüz oluşu, komünist ve devrimci örgütlerin zayıflığı, buna bağlı olarak muhalif partilerin itfaiyecilik rolünü rahat oynamaları, bu zemini sağlayan en önemli faktördür.
AKP döneminde
büyüyen sektörler
Genel olarak devlet olanaklarının özel sermaye gruplarının hizmetine sunulması anlamına gelen, veya “servetin el değiştirmesi”ni sağlayan “kamulaştırma” biçimleri, Özal döneminden başlayarak artış gösterdi. AKP döneminde ise devasa boyutlara ulaştı. 2004-2020 yılları arasında 1609 ‘acele kamulaştırma’ yapıldı. Ve çoğu köylü arazisi olan topraklara el konuldu. Ayrıca FETÖ soruşturması kapsamında onlarca şirkete el konularak hükümetin kontrolündeki TMSF’ye devredildi. 2016 yılında devlet şirketi konumundaki tüm şirketleri içine alacak şekilde “Türkiye Varlık Fonu” kuruldu ve bu fon, 2018 yılında Cumhurbaşkanlığına bağlandı.
Burjuva yasaları “ülke güvenliği, savaş, kıtlık, doğal afet vb. gibi durumlarda” özel mülklere, arazi ve diğer varlıklara devletin el koymasına olanak tanıyordu. AKP döneminde bu yasal olanak, tepe tepe kullanıldı. Çoğu kez yasaların da dışına çıkıldı. Enerji, silah sanayi ve yol-konut inşaatçılığı alanında faaliyet yürüten sermeye şirketleri için arazi ve kaynak sağlanması, vergi kolaylıkları getirilmesi, AKP döneminin rutin uygulaması haline geldi.
Bu dönemde inşaat dışında en fazla büyüyen sektör, silah sanayisi oldu. Ama bu alanda da AKP döneminde palazlanan tekellerin dışında yine en büyük lokma Koç’ların oldu. AKP’li yıllarda geçmişle kıyaslanamayacak düzeyde bir “savaş sanayisi” yaratıldı. Elbette bunun emperyalist savaşla ve bu savaşta Türkiye’ye biçilen misyonla doğrudan bağlantısı vardı. Askeri üretim doğal bir ihtiyaç olmadığından, buradaki talebi savaş yaratıyordu. AKP hükümetlerinin, başta tarım olmak üzere temel ihtiyaçların üretimini bitirip emperyalist tekellerden ithal ederken, inşaat ve silah gibi alanlara yatırımı arttırması, bir paradoks gibi görünebilir; ama içinde bulunduğumuz döneme ve AKP’ye biçilen role uygundur.
Silah sanayisinde 2002’de 62 olan proje sayısı 2018’de 667’ye ulaşmıştır. Bunların maddi değerinde de ciddi artışlar vardır. 2002’de 5.4 milyar dolar iken, 2018’de 60 milyar dolara ulaşıyor. Yani 10 kattan fazla artış sözkonusudur. Keza 2002’de 56 şirket doğrudan askeri sanayiye üretim yaparken, 2018’de sayıları 1500’ü buluyor. (Dolaylı yoldan entegre olanlar, taşeronlar, bu sayının dışındadır.) Ama asıl olarak büyüklerin sayısı artıyor. 2012’de 71 büyük şirket varken, 2019’da 600’e ulaşıyor.
Şirketlerin cirosu da 1 milyar dolardan 10 milyar dolara çıkıyor. Bunların içinde BMC ile Bayraktar gibi iki büyük yandaş firma öne çıksa da, geçmişten bu yana “silah sanayi”ne yatırım yapan şirketler halen en önde yeralıyorlar. Örneğin Koç, Kale, Nurol, 1980’lerden itibaren askeri üretim yapıyor. Ordunun kullandığı tank hariç her türlü zırhlı araçları, başta Koç grubu olmak üzere Nurol, Katmerciler, BMC- Anadolu Isuzu gibi şirketler üretiyor.
Yeni olanların içinde İstanbul Savunma ve Havacılık Kümelenmesi (SAHA) ön plana çıkıyor. 600 şirketin bulunduğu yapılanmanın başında SİHA üreticisi Erdoğan’ın küçük damadı Selçuk Bayraktar ve kardeşi Haluk Bayraktar bulunuyor. Bu şirketler yoğun bir devlet teşvikiyle üretimi sürdürüyorlar. Gerek ülke içinde süren kirli savaş, gerekse Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine yönelik askeri harekatlar, silah sanayini 2016 yılından itibaren büyük oranda arttırmış bulunuyor.
Savaş-sermaye ilişkisi, bu verilerle çok somut biçimde önümüze serilmiştir. Aynı zamanda hükümetler savaş sanayisini teşvik ediyor, bu alana yatırım yapan tekellere büyük olanaklar sunuyor. AKP döneminde savaş sanayisine büyük miktarda kamu kaynağı ayrıldığı, altyapı yatırımlarının yapıldığı biliniyor.
Türkiye, dünyada 13. büyük orduya sahip. Onun önünde yeralan ülkelerin çoğu emperyalist ülkeler. Ünlü spekülatör Soros, “Türkiye’nin en büyük ihraç malı ordusudur” sözünü boşuna söylemedi. AKP’li yıllarda bu durum daha net biçimde ortaya çıktı. Öyle ki Erdoğan, soğan ve patates fiyatlarının artmasına tepki gösteren kitleye “siz bir merminin fiyatının ne kadar olduğunu biliyor musunuz” diyerek çıkışmıştı. Halktan toplanan vergilerin asıl olarak savaş sanayisine aktarıldığının açık itirafıydı bu. Üretimle hiçbir ilişkisi olmayan orduya, Suriye ve Libya’ya sürdüğü İslamcı çetelere ve bunlara silah-mühimmat üreten tekellere akıtılıyordu paralar. Bir F-16 savaş uçağının sadece bir saatlik uçuş maliyeti 22 bin 500 dolardı. O çok övündükleri “fırtına obüsü”nün mermisi ortalama bin dolardı ve dakikada 6-8 mermi birden atıyordu. Bir saatlik salvo atışının maliyeti 250-300 bin doları buluyordu ki, askeri harekatlarda bırakalım saatleri, günlerce atış yapılıyordu. Kısacası milyar dolarlar harcanıyordu bu ölüm kusan savaş sanayisine. Oysa bir kişiye iş ve aş sağlamak için gerekli yatırım maliyetinin kişi başına 400 bin TL olduğu saptanmış. Sadece savaş sanayisine ayrılan paralarla milyonlarca kişiye iş ve aş olanağı yaratılabilecek iken, Türkiye işçi ve emekçileri “soğan bulamazsanız mermi yiyin” diyen bir yönetimle karşı karşıyaydı.
AKP döneminde büyüyen sektörlerden biri de enerjidir. Başta Karadeniz olmak üzere ülkenin dört bir tarafı HES’lerle dolmuştur. Ayrıca maden şirketleri dağ-taş her yeri kazdı. Dereleri, nehirleri kuruttular, dağları deldiler; dünyanın en bol oksijeni olan Kaz Dağları bile bu talandan nasibini aldı.
Enerji alanında başta Cengiz Holding olmak üzere “5’li çete”yi oluşturan tekeller büyük karlar elde ettiler. Ancak bu alanda Sabancı Holding başı çekiyor. Enerji özelleştirmelerinden en fazla faydalanan şirket de Sabancı’lara ait Enerjisa oldu. Ankara, Adana ve İstanbul’un Avrupa Yakası merkezli elektrik dağıtım bölgelerinde yapılan özelleştirmeler sonucu, burada faaliyet gösteren elektrik dağıtım ve perakende satış şirketlerini bünyesinde toplayan Enerjisa, karını sürekli arttırdı. Sabancı Grubu’nun elektrik dağıtım sektöründeki pazar payının yaklaşık yüzde 20 düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Milyonlarca işçi ve emekçinin ödediği kabarık elektrik faturaları, başta Sabancı olmak üzere bu alandaki tekellere akıyor. Sabancı’ların ayrıca enerji üretimi yapan halka kapalı şirketleri de bulunuyor. Termik santralde yerli kömür desteğinden ne ölçüde yararlandığı ve hazineden ne kadarlık bir kaynak aktarıldığı ise ticari sır!
Görüleceği üzere gerek enerji gerekse inşaat sektörü tamamen “5’li çete”ye terk edilmiş değil; inşaat sektöründe de Sabancı’lar, Çimsa ve Akçansa şirketleriyle çok önemli karlar elde ediyor. Kısacası AKP hükümetlerinin başta özelleştirme olmak üzere yaptığı düzenleme ve uygulamaları, asıl olarak Koç, Sabancı gibi TÜSİAD’ın ağır toplarına yaramış durumda.
Bir kez daha yineleyelim; AKP’yi sınıfsal olarak “Anadolu sermayesi” dedikleri orta burjuvalara bağlayanlar, AKP’nin onların çıkarını savunduğunu, hatta “kendi burjuvasını” yarattığını iddia edenler, başta “devlet” olgusunu, onun sınıfsal temelini çarpıtıyorlar. Yanı sıra devletle hükümeti özdeşleştirip hükümet değişikliği ile devletin sınıfsal yapısının değişeceğini varsayıyorlar. Teorik olarak “altyapı, üstyapıyı belirler” ilkesini, siyasal olarak “devletin bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı ve tahakküm aracı olduğu” gerçeğini inkar ediyorlar. Somut durumda ise, hem AKP’nin sınıfsal dayanağını ve izlediği sınıfsal politikayı gizliyorlar; hem de TÜSİAD’ı AKP’ye karşı “demokrasi ve özgürlükten yana” göstererek burjuvaziye yeniden “ilericilik” misyonu yüklüyorlar. Ayrıca halkın kendi deneyimlerinden çıkararak ürettiği “paranın rengi-dini-mezhebi olmaz” özdeyişini bile tersine çevirmeye çalışıyorlar. Oysa kendilerini dindar olarak gören-gösteren burjuva kesimler, blok halde TÜSİAD’la çatışmadığı gibi, TÜSİAD’ın içinde böyle birçok sermaye grubu bulunuyor.
Türkiye’nin egemen sınıfları işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir. Bu sınıflar, emperyalizme bağımlı, toplumsal ilerlemenin düşmanıdırlar. Devleti de elinde tutan bu sınıflardır. Kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası gereği kimi burjuvaların önü açılır, ya da yeni burjuvalar türer; kimileri geriler, hatta iflas eder. Ancak varolan egemen sınıfların iktidarı değişmediği sürece (ki bu, bir devrim sorunudur) kişiler-gruplar değişse de, hükümetler bu sınıfların çıkarlarını korur-kollar ve onlara hizmet ederler.
Türkiye’de neo-liberal dönemi başlatan 24 Ocak Kararları’nın mimarı Turgut Özal’ın ANAP dönemi, burjuvazinin en vahşi sömürüsünü gerçekleştirdiği ve en fazla semirdiği dönem olmuştur. Fakat o dönemde de “Özal’ın prensleri” adı verilen burjuvalar türemişti. Onların çoğu sonrasında kaybolup gitti.
Aynı durum AKP dönemi için de geçerli olacaktır. “AKP zenginleri”nin de çoğu AKP’nin yıkılmasıyla birlikte yok olup gidecektir.
Dipnotlar:
1- “Devlet eliyle burjuvazinin yaratıldığı” tezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde zorunlu olarak uygulanan “devletçilik” politikasından hareketle üretilmişti. Oysa Kemalistler zaten Türk ticaret burjuvazinin temsilcileriydi. Ve yaptıkları ilk işlerden biri, Osmanlı döneminde ticareti elinde tutan gayri-Müslimlerin malını-mülkünü Türk burjuvalarına aktarmak oldu. Cılız da olsa varolan Türk burjuvazisini güçlendirdi, gelişmekte olan kapitalizmin önünü açtı. Yani ne Kemalistler ne de AKP “kendi burjuvalarını” yarattı! Bu eşyanın doğasına, toplumların yasasına, sınıfların gerçeğine aykırıdır.
2- TÜSİAD’ın özgürlük ve demokrasi için değil, sadece karları için hareket ettiği tarihsel olarak da kanıtlıdır. TÜSİAD 12 Eylül başta olmak üzere ülkedeki tüm askeri darbeleri desteklemiştir. 12 Eylül’den üç ay sonra yayınladıkları bildiride cunta yönetimini şöyle övüyorlar: “12 Eylül tarihinden sonra geçen süre içerisinde 24 Ocak Kararları’nın uygulanması ve tamamlayıcı kararların alınması hususunda gösterilen dirayet ve anlayış her türlü taktirin üzerinde mütalaa edilmelidir.” TÜSİAD, 12 Mart yarı-askeri faşist cunta döneminde, -darbeden 20 gün sonra- 2 Nisan 1971’de kuruldu. 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde büyük bir korkuya kapılan patronların, sınıfsal karşı atağının ürünüydü. Ki 12 Mart darbesini gerçekleştiren generaller, “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığını” söyleyerek darbelerini gerekçelendirmişlerdi. Yani TÜSİAD’ın doğuşu bile bir askeri darbe döneminde gerçekleşti. TÜSİAD patronları, ülkenin sadece ekonomisini değil, darbeler dahil ülke yönetimini belirleyen bir sınıf olduklarını her aşamada gösterdiler.
3- TÜSİAD’ın “çözüm süreci”ni neden istediğini “AKP’li yıllarda Kürt Hareketi” başlıklı raporda etraflıca anlattık. (Bu rapor Yediveren Yayınları tarafından Haziran 2021 tarihinde kitaplaştırıldı.-nba) TÜSİAD sonraki yıllarda da “barış süreci”nin yeniden başlamasını istedi. Elbette bunu demokrasi aşkından değil, içlerine girdikleri krizden ve bitmeyen daha fazla kar güdüsünden dolayı yapıyordu. TÜSİAD’ta cisimleşen büyük patronlar, taleplerin arkasında yatan sınıfsal bakışlarını çok net biçimde ortaya koyuyorlar da. Onlara demokratlık payesi atfedenler ise, işin özüne değil görüngüye bakarak en temel gerçekleri altüst etmeye devam ediyorlar.
4- AKP’nin her alanı ihalelerle nasıl birer rant kapısına çevirdiğinin örneklerinden birisi de cezaevleri inşaatlarıdır. Türkiye’de 381 cezaevinin 139’u son on yılda kurulmuş. İhalelerde 20 şirketin adı öne çıkıyor. Bunların başında da Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon geliyor.
5- TÜSİAD’ın gücü rakamlarla sabittir. Kendi verilerine göre, TÜSİAD’a üye şirketler, “kamu faaliyetleri dışarıda bırakıldığında Türkiye’de yaratılan katma değerin yaklaşık yarısına denk düşmektedir. Enerji ithalatının dışarıda bırakılması durumunda, toplam dış ticaretin yüzde 80’ini gerçekleştirmektedir. Tarım ve kamu dışı kayıtlı çalışanların yaklaşık yüzde 50’si TÜSİAD üyelerine bağlı şirketler tarafından istihdam edilmektedir. Sanayinin yüzde 65’ini üretmektedir.” Buna karşın 1990 yılında kurulan MÜSİAD, yine kendi verileriyle “GSMH’nın yüzde 15’ini karşılayan, ihracata yaklaşık 17 milyar dolar katkısı olan, yaklaşık 1.200.000 kişiye istihdam sağlayan ve yıllık ortalama 5 milyar dolara yakın yatırım yapan” bir kuruluştur. (Kaynak: tusiad ve musiad.org.tr) 2005’te kurulan TUSKON ise (öncelleri 1993’te kurulan İŞHAD ve HÜRSİAD’dır) AKP döneminde 80 ilde 172 dernek kurarak 40 bin şirketi temsil gücüne ulaşmıştı. Fakat 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra kapatıldı ve birçoğunun mallarına el konuldu. Kapatılmadan önceki veriler, MÜSİAD ve TUSKON’un birlikte TÜSİAD’ı yakalayamadıklarını gösteriyor.
6- Yayınevinin notu: Bunun son örneği, CHP milletvekili Selin Sayek Böke’nin, kendileri iktidara geldiklerinde “5’li çete”nin mallarını kamulaştıracaklarını söylemesi üzerine yaşandı. AKP’lilerden önce TÜSİAD karşı çıktı. Bunun üzerine CHP’li yetkililer yanlış anlaşıldıklarını söylediler ve Böke sözlerine açıklık getirmek zorunda kaldı. Elbette onların korktukları “kamulaştırma” işçi ve emekçilerin lehine olan kamulaştırmalardı. Yoksa sermaye gruplarına peşkeş çekilen “kamulaştırma”lara hiç itirazları olmadı.