Her yıl, Eylül ayının 12’si yaklaştığında, 12 Eylül’e dair birçok şey konuşulur. Yıllarca 12 Eylül, “ülkeyi ‘sağ-sol çatışması’ndan kurtaran bir askeri hareket” olarak sunuldu. “12 Eylül’ün bir zorunluluk olduğu, o koşullarda işlerin başka türlü yürümeyeceği” tezi işlendi. AKP’li yıllarda ise, “dış mihrak”ların faşistleri ve devrimcileri birbirine kırdırarak, 12 Eylül için zemin hazırladığı şeklindeki, “komplocu teoriler” ortalığı kapladı. 12 Eylül’ün mağdurları olarak, Ecevit’ler, Demirel’ler gösterildi. Hatta faşist Türkeş ve Yazıcıoğlu başta olmak üzere, sivil faşistlerin neler çektiği üzerine tefrikalar yayınlandı. Sanırsınız ki, 12 Eylül esas olarak düzen partilerine, sivil-faşistlere, dinci-gericilere karşı yapılmıştı!
Sosyalist olduğunu iddia eden eski devrimciler ise, çok vahşi işkenceler gördüklerini, Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldıklarını anlatıp durdular.
Kısacası burjuvazi ve reformistler elbirliği ile 12 Eylül’e dair en önemli gerçeği; komünistlerin ve gerçek devrimcilerin her şart altında 12 Eylül’e karşı direndiğini gözardı etmeye çalıştılar. Oysa onlar, faşizmin işkencehanelerinde, zindanlarında, mahkemelerinde bile boyun eğmediler. Mahkeme salonlarında, ek cezalar alma, işkencelere uğrama pahasına devrimci fikirlerini haykırdılar. 12 Eylül faşist cuntasının arkasında duran gücün, emperyalistler ve işbirlikçileri olduğunu gösterdiler… Bugün eğer burjuvazinin yalanları, her şeye rağmen tutmuyorsa, 12 Eylül’ün gerçek niteliğini ortaya seren komünist ve devrimciler sayesindedir.
Gösterilmek istendiği gibi, eylemler ve direnişler 12 Eylül günü bıçak gibi kesilmedi. (Kaldı ki bu gerçek daha sonra Kenan Evren tarafından da itiraf edildi.) Ne işçi ve emekçilerin direnişleri bir anda bitti, ne de komünistlerin ve gerçek devrimcilerin mücadeleleri…
İhtilalci Komünistler, bulundukları tüm alanlarda faaliyetlerini kesintisiz sürdürdüler. Yeraltı yayın organlarıyla, bildiri ve afişleriyle işçi ve emekçilere ulaştılar. Bu faaliyetlerin içindeyken düştüler toprağa, işkencecilerin eline… İşkencede “adressiz sorgular”, mahkemelerde “yargılayan savunmalar”, hücrelerde direniş destanları ve ölüm oruçları ile tüm dünyaya teşhir ettiler faşist cuntayı…
12 Eylül’den 17 gün sonra çatışarak şehit düşen Osman Yaşar Yoldaşcan’ın “hücum” komutuyla başlatmışlardı savaşı. O, 12 Eylül’e sıkılan “ilk kurşun” olmuş, bir direniş manifestosu yazmıştı, yoldaşları da bu manifestonun yolunu izlediler… Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin direngen geleneğine sahip çıktılar, tarihe onurlu, direnişçi bir iz bırakmayı başardılar. Devrimi besleyen yeraltı nehirleri oldular.
Fakat o ağır koşullarda, koyu teslimiyet ortamında, bir avuç komünist ve devrimcinin direnişi, sonucu değiştirmeye yetmedi, yetemezdi. Bunun bilincinde olarak savaştılar. Engels’in “her savaşımda yenilme tehlikesi vardır, ama bu yenildiğini kabul etmek ve vuruşmaksızın teslim olmak için bir neden midir” sorusuna yanıt oldular. Vuruştular… Bugünün ve yarının devrimcilerinin, bıraktıkları bu miras üzerinden yükselmeleri için…