Yıllardır yaz ayları orman yangınlarıyla, su baskınları ve sellerle geçiyor. Devletin yetkilileri de buna “kader” diyor! Yağmurlar mevsim normallerinin çok üzerinde yağmış da, sıcaklar son 50 yılın en üst seviyesine çıkmış da, halk dere yataklarına ev yapmış da… Suçlu hep doğa ve halk!..
Buralara binaları-köprüleri diken inşaat şirketlerinin, doğayı talan eden maden tekellerinin ve bunlara izin verenlerin hiç suçu yok! Bu suçlardan yargılanan, ceza alan kimse de yok!
Son 10 yıla baktığımızda, her yıl aynı felaketlerin yaşandığını, aynı sözlerin söylendiğini ve aynı tutumların alındığını görürüz. Tek fark, felaketlerin giderek daha büyük yıkımlara, ölümlere yol açması; yetkililerin ise daha pervasız davranmasıdır. Öyle ki, Kastamonu-Bozkurt’ta bir kadın, tam 4 saat boyunca devletin kurumlarına telefonla ulaşıp, selin evlerine verdiği zararı an be an anlatıyor; ölümle karşı karşıya olduklarını söyleyip yardım istiyor. Ama o yardım bir türlü ulaşmıyor ve çocuklarıyla birlikte ölüyorlar.
Dile kolay, tam 4 saat! 4 saatte bir helikopter kaldırıp aileyi kurtaramıyorlar! Ama bir savaş uçağı dakikalar içinde havalanıp dağları-taşları bombalıyor! F-16’larıyla, SİHA’larıyla ölüm kusuyor ve bununla övünüyorlar! Ama ülkenin dört bir yanında ormanlar alev alev yanarken, bir yangın uçağı dahi bulunamıyor! Hangarlardaki THK uçakları çürümeye terk ediliyor!
Hatırlanacaktır; Erdoğan, soğan ve patates fiyatlarından yakınan halka, “siz bir merminin fiyatını biliyor musunuz” diye çıkışmıştı. Öyle ya, bir merminin yanında soğanın-patatesin lafı mı edilir?!
Halktan toplanan vergilerin asla halkın yararına kullanılmadığı artık herkesin gördüğü bir gerçektir. Paralar savaş sanayine, inşaat tekellerine, cihatçı çetelere akıtılıyor. Yani doğayı ve insanı katledenleri ihya ediyorlar.
Bu sistem; halkı yaşatmaya değil, öldürmeye göre kurgulanmış. Yaşatmayı değil ama öldürmeyi çok iyi biliyorlar.
* * *
Doğa olaylarını bir felakete dönüştüren emperyalist-kapitalist sistem, salgın hastalıkların da müsebbibidir. En son koronavirüs salgınında milyonlarca kişi hayatını kaybetti. Üstelik virüs, sürekli mutasyona uğruyor. Ve bunların daha bulaşıcı, daha öldürücü olduğu söyleniyor. Varolan aşıların etkisiz kalacağı, yeni varyantlara göre aşı üretiminin yapılması konuşuluyor.
Böylece bir yandan halkı virüsle korkutmaya ve öldürmeye devam ediyorlar; bir yandan da yeni aşılarla ilaç tekellerine kar üstüne kar rekorları kırdırıyorlar.
Türkiye’de günlük vaka sayıları 20 binin üzerinde; ölümler ise 250-300 arasında. Salt turizmi canlandırmak adına, koronanın yayılmasına göz yumdular. Sonbaharla birlikte yeniden kapanma dönemini başlatmaları kimseyi şaşırtmaz. Her şey o kadar keyfi ki, sağlık başta olmak üzere hiç bir konuda güven vermiyorlar. Avrupa ülkeleri bile Türkiye’nin koronavirüsle ilgili verilerine güvenmediklerini belirtiyor ve “kırmızı liste”den çıkartmıyor.
Elbette bunun siyasal nedenleri de var. ABD ve AB, Erdoğan yönetimini kendi istekleri doğrultusunda daha fazla kullanmak için her yolu deniyor. Erdoğan yönetimi de, ayakta kalabilmek için her tür tavizi vermeye hazır. ABD işbirlikçisi Afganlılara kapıları açmaları, milyonlarca sığınmacıyı barındırmaları boşuna değil!
Türkiye; Doğu sınırı kevgire dönmüş, Batı sınırı ise sıkı sıkıya kapalı yarı-açık cezaevi konumunda. Üstelik bu sığınmacıları “ucuz işgücü kaynağı” olarak tekellere sunarak ücretleri daha da düşürüyorlar. Diğer yandan işsizliğin ve açlığın sorumlusu sığınmacılarmış gibi gösterip yabancı düşmanlığını körüklüyorlar. Yani her durumda egemenler, sığınmacılar üzerinden fayda sağlıyor.
Ve bütün bunları din kisvesi altında yapıyorlar. AKP yönetimi, Taliban gibi ortaçağ kalıntısı bir örgütü bile meşrulaştırmaya, işbirliği yapmaya çabalıyor. Afganistan’ın Kabil Havaalanı’nı Taliban’la birlikte işletebilmek için uğraşıyor. Elbette bu sadece Taliban’a ideolojik yakınlığından değil, büyük rantlar elde etme iştahından kaynaklanıyor. Taliban, en büyük uyuşturucu tüccarı örgüttür. Uyuşturucunun dünyaya sevki ise, Kabil Havaalanı’ndan gerçekleşiyor. AKP, buranın işletmesini alarak uyuşturucu ticaretinin merkezinde yeralmak istiyor. Hatırlanacaktır, Binali Yıldırım’ın oğlu uyuşturucu trafiği için taa Venezuella’ya gitmişti. Sedat Peker’den Sezgin Baran Korkmaz’a kadar mafyatik ilişkiler ağının merkezinde de uyuşturucu bulunuyor.
* * *
AKP gibi dinci-gerici bir parti döneminde Türkiye, uyuşturucunun merkezi haline geldi. Yolsuzluk, ahlaksızlık, düşkünlük, en çok bu dönemde arttı. Hal böyleyken Diyanet İşleri Başkanı, Osmanlı Şeyhülislam’ı gibi her konuda fetva veriyor. Yargı yılının açılışını yapıyor, internetin yasaklanmasını istiyor, dinin ticarete ve siyasete karışması gerektiğini savunuyor… Üstelik protokol sıralamasında 40 basamak birden atlayıp, 12. sıraya yerleşiyor. Ve tabii bütçeden en fazla payı da Diyanet alıyor!
Ama emekli maaşlarında dünyada en kötü üç ülkenin arasındayız. Her üç gencimizden biri işsiz! İşsizlik ve açlıktan insanlarımız intihar ediyor. İş cinayetlerinde her gün en az 6 işçi can veriyor. Her doğa olayı bir felakete dönüşüyor. Selin denize sürüklediği onlarca kişiden hala haber yok!
Ve Erdoğan, doğasına-toprağına sahip çıkan halka diyor ki; “ülkenin dört bir yanından gelen solcular, komünistler sizi kışkırtıyor!” Bu bayat demagojiyle halkı destekçilerinden mahrum bırakmaya, direnişlerini kırmaya çalışıyor. Ama halk, kendi deneyimleriyle gerçekleri görüyor. Onca açlığın, işsizliğin, doğa ve insan katliamının kışkırtamadığı bir halkı, kimsenin kışkırtamayacağını da çok iyi biliyor.
Komünistlerin varlığı değil güçsüzlüğüdür, halkın isyanının zaferle sonuçlanmamasının nedeni… Ne zaman ki, işçi ve emekçiler, yaşamı kendilerine zehreden emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı komünistlerin önderliğinde ayaklanır, gerçek kurtuluşa ancak o zaman kavuşur.
Bu sistemin halka acı ve ölüm dışında sunduğu bir şey yoktur. “Ya ölüm ya devrim” dışında seçeneği kalmamıştır.