29 yıl sonra… Remzi Basalak yaşıyor…

Remzi Basalak 1

Remzi Basalak’ın ölümünün üzerinden 29 yıl geçti. Remzi katledildiğinde 29 yaşındaydı. Yaşadığı süre kadar bir dönem geçmiş aradan. Hem çok uzun, hem çok kısa….

Onu tanımış, birçok şeyi paylaşmış olanlarımızda, Remzi bütün canlılığıyla gözlerimizin önünde duruyor. Daha dün yaşanmış gibi hatıralar sökün ediyor. Büyük-küçük herkeste bıraktığı öyle derin izler var ki, Remzi’nin adını duymak bile yürekleri ısıtıyor, yüzleri aydınlatıyor, bakışları değiştiriyor. Ağızlardan ilk dökülen sözler; “o bambaşkaydı” oluyor; “bende (bizde) hiç silinmeyecek izler bıraktı”, “onu unutmak mümkün mü” diye devam ediyor. Bir duygu seli kaplıyor her yanı, anlatanın da dinleyenlerin de gözleri doluyor, ağlamamak için zor tutuyor herkes kendini…

Hiç tanımamış ama direnişini-adını duymuş kişiler için de Remzi, saygıyla-sevgiyle anılan, takdir edilen, yüceltilen bir devrimcidir artık. Adını Denizlerin Fatihlerin yanına yazdırdı çoktan. Militan devrimcilik denildiğinde, direnişçilik denildiğinde, geleneği yaşatmak ve geliştirmek denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biridir Remzi Basalak…

* * *

“Teşhir masası”na inen tekmesiyle bir “milat” yarattı; “Remzi’den önce ve sonrası” diye… 12 Eylül döneminden ‘90’lara kadar gelen “teşhir masası”nın sonunu getirdi.

Daha öncesinden de var mıydı, pek bilinmez; ama 12 Eylül yıllarında hemen her haber programında gösterilen bir kareydi bu. Beyaz bir örtüyle kaplanmış bir masa, üzerinde silahlar, kitaplar, paralar, matbaa malzemeleri, afişler, pankartlar vb… Masanın arkasında üstü-başı perişan, saçları dağılmış, çoğunun başı öne eğik bir grup insan…

Örgüt operasyonları televizyonlardan bu şekilde verilirdi; devrimciler kitlelere böyle çökmüş, yıkılmış, perişan halde gösterilirdi. Önlerine koydukları masada ise, bu kişilerin evlerinden-işyerlerinden, üstlerinden çıktığı iddia edilen malzemeler sergilenirdi; onlarla ilgisi olsun, olmasın…

Kimi zaman polis muhabirleri, mikrofonlarını önceden işaret edilen çözülmüşlere, itirafçılara uzatırdı; onlar da eğik başları, kaçamak bakışlarıyla nasıl kandırıldıklarını ve çok pişman olduklarını söylerlerdi, önceden ezberletildiği belli kırık-dökük kelimelerle… İzleyenler bunların işkenceyle söyletildiğini bilirdi bilmesine de, yine de içe dolan hüzne, hayal kırıklığına ve giderek daha fazla yalnızlaşmaya engel olunamazdı. Nadiren başını dik tutanlar da olurdu tabii; bakışlarıyla meydan okurlardı, “ben direndim” derlerdi duruşlarıyla… O çöl kuraklığında bir damla su gibi hayat verirlerdi emekten, devrimden yana olan tüm yüreklere… Ama baskın olan yenilgi ruh halini kaldırmaya yetmiyordu bu tekil örnekler… Masa ve arkasındaki eğik başları ortadan kaldırmıyordu.

Zamanla “masa” bir tablo gibi süslenmeye başladı. Mermilerden T.C, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi sözler; ya da operasyonu gerçekleştiren emniyetin veya biriminin adı yazılmaya başlandı. “Teşhir masası”nı çeşitlendirmeye, yenilemeye giriştiler. Operasyonu yapan birimin bir “gurur abidesi” haline getirdiler.

Böyle bir mizansenin parçası haline gelmek, direnen devrimcileri çok rahatsız ediyordu şüphesiz. Kimisi başını dik tutarak, kimisi yumruğunu kaldırarak veya zafer işareti yaparak, tepkisini ortaya koymaya, tabloyu değiştirmeye çalıştı. Ama bunlar, “teşhir masası”nı kaldırmaya yetmedi. Polis ısrarla, yakaladıklarını o masasının arkasına dizmeye ve onlardan çıktığı iddia edilen malzemeleri masaya koymaya devam etti.

* * *

Yine böyle bir operasyon haberini bir grup yoldaşla birlikte izliyorduk. “Niye masanın arkasına diziliyoruz, bu sirkin bir parçası oluyoruz” dedi Remzi öfkeyle. Hayvanat bahçesinde sergiledikleri maymunlar gibiydik gerçekten de. Madem yapılan tüm işkencelere direniyorduk, buna niye göz yumuyorduk? Başımızı dik tutarak, yumruğumuzu kaldırarak, slogan atarak karşı çıktığımızı düşünüyorduk, ama yine de onun bir parçası olmaktan kurtulamıyorduk.

“Bir daha gözaltına alınırsam asla masanın arkasında durmayacağım” dedi Remzi. Hayretle baktım önce, “nasıl” der gibi. Remzi’nin yüzündeki kararlılık, yanıtını veriyordu aslında. Sonra işkencedeki direnişi geldi aklıma. Polislerin üzerine saldırması, meydan okuması, keza cezaevindeki direnişleri… O bir çok  defa “ilk”leri başarmıştı, bunu da mutlaka başarırdı.

Sonra devam etti. “Biz Fatih’in direnişiyle övünüyoruz, onun her defasında direnişi bir üst seviyeye çıkardığını söylüyoruz, ama kendimiz Fatih’in direnişini bıraktığı yerden ileriye taşımıyoruz.”

Fatih’le birlikte şubede “ifade vermeme” tavrı, hepimiz için ulaşılması gereken bir hedef, bir zirveydi. Ve giderek artan oranda bu hedefe ulaşılmıştı. Hatta ‘90’lı yıllarda kitle eylemlerinden alınanlar da şubede ifade vermiyordu artık; yani bu direniş biçimi kitleselleşmişti. Ama Fatih’in direniş çizgisinin bir adım bile ilerisine gidilmemişti.

Remzi’nin bu çıkışı, direniş üzerine yeniden tartışmamıza neden oldu. Fatih zaten işkencede direnişin en ilerisini ortaya koymuşken, bunu daha ileri taşımak nasıl mümkün olabilirdi? Teorik olarak her şeyin daha iyisi, daha ilerisi mümkündü, fakat somut durumda ne yapılabilirdi? “Teşhir masası”nın arkasına geçmeyi reddetmek mesela… Bu da işkencenin bir devamı ise, ona karşı direnmek, direniş cephesini büyütmek, onu ileri taşımak değil miydi?

Remzi bir fikir ortaya attı, tartıştırdı ve yaşama geçirdi. Kamulaştırma eylemi sonrasında gözaltına alındığında, masaya indirdiği tekme, ne kendiliğinden gelişen bir öfke patlamasıydı; ne de o anda aklına gelen bir tavırdı. O kararını aylar öncesinden vermişti. Önceden düşündüğü, bilincine çıkardığı, hatta nasıl yapacağını planladığı bir eylemdi yaptığı. “Fatih’in direnişini ileriye taşımak gerek” mottosunu yerine getirmekti. Fatih’e, yoldaşlarına, daha önemlisi kendisine verdiği sözü tutmaktı. Hem de yakalandığı andan itibaren üzerine çullanan polisler tarafından feci halde dövüldüğü, yaralandığı halde… Elleri arkadan kelepçeli, gömleği dayaktan yırtılmış ve kollarını oynatmakta bile zorlanırken, tüm gücünü ayaklarına toplayarak vurdu tekmeyi…

Devrim tarihine kazılacak o “tekme” böyle atıldı. Öylesine büyük bir inanç ve kararlılıkla atılmıştı ki, masanın üzerine konulan paralar, silahlar saçıldı ortalığa… Etrafındaki polisler şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez halde başlarını tutuyordu. Kafasını öne eğen, “teşhir masası”na dizilen devrimciler değildi artık, polislerdi. Remzi ise, bir devrim kartalı gibi yükselen, hepsine tepeden bakan, haykıran, yargılayan, onları teşhir edendi.

* * *

Adana polisi Remzi’yi çok iyi tanıyordu. Öncesi bir yana en son 1988 yılının Ağustos ayında gözaltına alındığında da Adana Emniyeti’ni birbirine katmıştı. Onun hakkında ifade almak için yoldaşlarına işkence yapan polisin üzerine saldırmış, “tanısam bile tanımıyorum, senin inadına tanımıyorum” diyerek polisi rezil-rüsva etmişti.

Onun direnişi, “duymadım, görmedim, bilmiyorum” şeklinde pasif bir direniş değildi. “Örgüt evlerinin anahtarları bende, gel al alabiliyorsan; hepsinin adını biliyorum, gel söylet söyletebiliyorsan” diyerek meydan okuyor, cepheden savaşıyordu. Bu şekilde polisin hışmını üzerine çekip diğer yoldaşlarının işkence görmesini engellemeye, morallerini yüksek tutmaya çalışıyordu.

Gelir bir gün adın dile

Bitmiş olur bütün çile

Toroslardan gökyüzüne

Çekilirsin bayrak diye..

 İşkenceci polise “sen insan mısın” diye bağırıyor; “benim adım Remzi Basalak, erkeksen sen de adını söyle” diyerek, ona ismini söyletmeye zorluyordu. İşkencehanede aslan kesilen polisler, Remzi’nin karşısında süklüm-püklümdüler.  Remzi’yi sakinleştirmek için, kendilerinin işkence yapmadığını, işkence yapan polisi gönderdiklerini söylüyorlardı. Olayı yatıştırmak için Remzi’ye adeta yalvardılar.

Bu olaydan 4 yıl sonra, bu kez bir kamulaştırma eylemi sonrası Remzi’yi yakaladıklarında, tüm kinleriyle üzerine saldırdılar. Onlara göre “suç üstü” yakalamışlardı, bu defa ellerinden kurtulamazdı! Üstelik eylemi gerçekleştiren Osman Yaşar Yoldaşcan Müfrezesi’nin üyelerini ilk kez yakalamış olmanın sarhoşluğu içindeydiler.

Dönemin Adana Emniyet Müdürü, kontrgerilla şeflerinden Mete Altan, Adana polisini bu başarısından dolayı kutlamak için yanlarına gelmişti. Remzi’yi basının karşısına çıkardıklarında da oradaydı. Zaferlerinin tadını çıkarmak istiyordu. Eylemi gerçekleştirenlerin birini katletmişler, ikisini yakalamışlardı. Bunlardan biri de daha önce Adana ve İstanbul Emniyeti’nde işkencede direnişiyle destan yazan Remzi Basalak’tı. Kendi deyimleriyle “kedinin ciğerin peşinden koşması gibi, arkasından koşturmuş”tu. Remzi, sadece işkencede direnişiyle değil, polis takibine karşı da ustalaşmıştı. Yıllarca peşine düştükleri halde yakalayamamanın, takibe almalarına rağmen her defasında atlatılmış olmanın hıncını da taşıyorlardı.

Masanın üzerine yine silahları, paraları dizdiler, mermilerden “Adana Emniyeti” yazdılar ve yakalandığı andan itibaren üzerine saldırdıkları Remzi’yi arkasını döndürerek içeriye soktular. Belki de basına arkadan göstereceklerdi. Ama basını içeriye aldıkları anda Remzi hızla döndü; “kaldırın bunları önümüzden, bunlar bizim değil” diyerek önündeki masaya tekmeyi indirdi. Ardından sloganları patlattı, onları bir kez daha inlerinde perişan etti. Bizzat Mete Altan’ın başında bulunarak hazırlattığı masa, onların başına yıkılmış oldu.

Mete Altan, polislere Remzi’yi dışarı çıkartmalarını emretti ve basına dönüp “tamam, beyler, biz size daha sonra açıklama yapacağız” dedi. Öfkeden deliye dönmüştü. Remzi ise polislere bağırmaya devam ediyordu: “Sizden korkmuyorum, elinizden geleni yapın, ama bunun hesabını yoldaşlarımın soracağını bilin”…

* * *

Remzi’yle birlikte gözaltında olanlar onun sesini bir süre daha duyduklarını söylüyorlar. Sonrasında Remzi’yi yeniden işkenceye aldıklarını biliyoruz. Bir rivayete göre Adana’nın dışında MİT’e ait bir binaya götürüldüğü, orada katledildiği söyleniyor. Emniyet’te veya MİT’te ona en vahşi işkencelerin yapıldığını tahmin etmek zor değil. Onu konuşturamayacaklarını çok iyi biliyorlardı, konuşturmak için değil, intikam almak için işkence yaptılar ve katlettiler. Öylesine gözleri dönmüştü ki, yakalandıktan sonra basına çıkarılmış, tüm televizyon kanalları tarafından görüntüleri yayınlanmış, gazetelerde resimleri yer almış olması bile onları durdurmadı.

Yakalandığı günün gecesi katledildiği halde, günlerce ölümünü sakladılar. Adana Savcısı Ethem Ekin, Remzi’nin sağlığından endişe duyan avukatlarının görüşme istemini her defasında reddetti. Onun sağ ve sağlıklı olduğu yalanını uydurdu. Üç gün sonra ise, bulunduğu hücrede kendini öldürdüğünü söylediler. 12 Eylül yıllarında işkencede katlettikleri devrimciler için uydurdukları ve kimsenin inanmadığı bu klişe yalana başvurdular yine…

Remzi, yakalandığı andan itibaren çok vahşi işkencelerle karşı karşıya olacağını biliyordu. Masaya tekmeyi vurduğunda, işkencenin artacağını, hatta öldürüleceğini düşünmüştü. Bütün bunları göze alarak yaptı eylemini. Üzerine düşeni yapmış olmanın huzuru ve gururuyla ölümü kucakladı. Kendinden önce direnerek şehit düşen devrimciler ve yoldaşları gibi…

Böyle bir ölümle ölümsüzleşeceğini biliyordu. Kendisine örnek aldığı Fatih yoldaşını mezarında ziyaret ettikten sonra şöyle ifade etmişti duygularını: “Ölüm nedir ki?.. Bir daha öldürülemeyecek şekilde ölümsüzleşmek demek değil midir? (Söylemeye  gerek var mı) bu ölüm, yaşamı güzelleştirmek uğruna olduktan sonra, insan ölmeden önce ölümsüzleşebilmek için, emeğini ve ruhunu vermek zorunda.”

* * *

Ölmeden önce saçlarına düşen beyazlaşmış birkaç teli göstererek “yaşlanıyoruz” demişti. Ama zebaniler, yaşlanmasına, yaşamasına izin vermediler. O hep 29 yaşında kaldı. 30’una bile basamadan ayırdılar aramızdan. 29 yaşında dondu zaman. Sevenlerinin içinde büyük bir boşluk bıraktı, dolmayan, doldurulamayan… Aynı zamanda yaşamının bir kesitinde onunla karşılaşmış, tanımış, sevmiş, sevilmiş olmanın büyük gururu…

O Denizlerin, Fatihlerin damarına sahipti. Onların‘90’lı yıllardaki halkası oldu. Düşmanlarına karşı ne kadar uzlaşmaz ve sınıf kiniyle doluysa; yoldaşlarına, dostlarına, halka karşı o kadar sıcak, esnek, sevgi doluydu. Bunların birbirini tamamlayan bir bütün olduğu ve ancak böyle hisseden, böyle yaşayan kişilerin kısa da olsa dolu dolu yaşadıkları ve ölümü doruklarda kucakladıkları defalarca kanıtlandı.

Ölümünün üzerinden 29 yıl geçti. Yaşadığı kadar bir ömrü geride bıraktı ama hiç unutulmadı. Sadece yoldaşları değil, yüreği devrimden-emekten yana atan hiç kimse onu unutmadı, unutamadı. Deniz, Mahir, İbo gibi, çok sevdiği yoldaşı Fatih gibi Türkiye Devrimci Hareketi’ne mal oldu, tüm gerçek devrimcilerin sahiplendiği bir devrim şehidi olarak tarihe kazıldı…

 

——

Önemli not: Remzi Basalak hakkında Alınteri sitesinde yeralan bir yazıda Remzi’nin babasının polis olduğu yazılmıştı. Bir karıştırma veya hafıza yanılması sonucu yapıldığını düşündüğümüz bu yanlışı, ne yazık ki Remzi hakkında yazı yazan pek çok kişi referans alarak yineledi. Gerçek şudur; Remzi Basalak, 1963 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Yeşiloba Köyü’nde, bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası az topraklı bir tarım emekçisiydi, ailesini bu topraklara ektiği ürünlerle geçindiriyordu. Ablaları Adana’da bir fabrikada iş bulunca, Remzi’yi yanlarına aldılar; Remzi’nin Adana’ya gelişi, hem okuyup hem çalışması böyle başladı. Babası hakkında yapılan yanlışın düzeltmesi için bu notu düşüyoruz.

Remzi’nin 29. ölüm yıldönümünde, yine bir Ekim ayında onu çok seven yengesi (abisinin eşi) Ürkiye Basalak’ı kaybettik. Yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …